![Karnaval](/covers_330/69428155.jpg)
Полная версия
Karnaval
Şu kadar ki kızın zekâsını yüz kadına bölüştürselerdi, o kadınların her birini de başka başka olarak zeki ve fettan birer kadın olmak üzere kabul ederdiniz. Pergel ile resmolunmuş gibi testekerlek ve küçücük açık mavi gözleri, sanki iblisin kör olmayan gözü gibi ekseni üzerinde fırıl fırıl döner, pırıl pırıl parlardı. Bu kız ihtiyar olursa şüphe yok şeytanı bile aldatan kocakarıyı da aldatacak bir acuze29 olur.
Fıkra aklınızda mıdır? Değilse arz edelim:
Bir kocakarı ile şeytan bir salonda düelloya çıkarlar. Silahların birisi gereğinden fazla uzun olan bir tavan süpürgesinin sapı ile diğeri gereğinden fazla kısa olan bir meydan süpürgesinin sapından ibaret olup kocakarı şeytana der ki: “Hangisini istersen al!” Şeytan uzununa göz dikerse de onu elinde evirip çevirip idare edinceye kadar kocakarı kısa sopa ile durmadan yapıştırır. Şeytan birbirini izleyen süpürge sapından kafasını kurtarıp da uzun sırığını kullanamayacağını görünce önceki seçiminden cayıp, “Hayır, hayır! Şu kısayı bana ver de sen uzunu al!” der. Kocakarı buna da razı olur. Bu defa ise acuze, süngü davranır gibi sırığa davranıp aralıksız (şeytanı) dürtmeye başlar. Şeytan için hasmına yaklaşmak bile imkânsız olunca galibiyet meydanını kocakarıya terk ederek kaçar gider.
İşte bizim Şehnaz Hanım, bir kocakarı olsaydı mutlaka şeytanın üstün gelemediği bu acuzeye de üstün gelirdi. Hiçbir şey yapamaz ise bari elindeki kısa sopayı kaldırıp kocakarının kafasına atarak Vodina kavunu gibi kafasını yardıktan sonra kaçardı.
Şehnaz’ın dünyada hiç sevmediği iki insan varsa, birincisi Hasna idi. Hasna’yı nasıl sevebilsin ki kendisi çirkin olduğu hâlde Hasna güzel; kendisi hoppa olduğu hâlde Hasna ağırbaşlı; kendisi kötü huylu olduğu hâlde Hasna melek yaradılışlı bir kız. Bayan öğretmenleri her dersi ona verdikleri hâlde sırf hoppalık ve tembelliği nedeniyle derslerine dikkat etmemesine karşın Hasna, sanki o dersler doğrudan doğruya kendisine veriliyor imiş gibi hepsini alıyor ve ezberliyor. Dolayısıyla Hasna, Şehnaz’a arkadaş değil rakibe sayılırdı. Bereket versin ki Şehnaz’ın haddinden fazla kibirli olması Hasna ile açıktan açığa düşmanca bir rekabete girişmekten kendisini alıkordu. Öyle ya! Bir kontes veya prenses iken, her durumda hizmetçinin bir parmak üst tarafı demek olan bir yoldaşı önemseyip de onunla rekabete kalkışması mümkün olabilir mi?
Sevmediği adamların ikincisi ise Resmi Efendi idi.
Zekâyi Bey bu eve tanıştırıldığı zamana kadar Şehnaz’ın Resmi’yi ne kadar sevmediğini kendisi de bilmezdi. Gerçekten de Resmi’nin kendi huzurunda ciddiyetini korumak suretiyle gösterdiği ağırbaşlılıktan ve doğru sözlülükten nefret eder ve bu davranışların tersini görmeyi arzu eder idiyse de her şey zıddıyla temeyyüz eder30 kavramınca, Zekâyi tanıştırılarak beyefendinin koca bir asilzade olması ve sultana selam vermemek derecesinde kibirli bulunmasıyla beraber, kadınlar ve bilhassa Şehnaz gibi kibar nezdinde yılışıklık yapmama kuralına son derece uygun davrandığını görünce Resmi’nin âdeta katlanılmaz bir edepsiz olduğuna karar vermişti.
Hakikat! Gerçekten büyük olan kibarın dünyada hiç hoşlanmaması ve en fazla nefret etmesi lazım gelen bir şey var ise o da riya ve dalkavukluk olması lazım gelir ve riya ile dalkavukluk yapan soysuzları huzurundan kovması gerekirken tam tersine, genellikle görülür ki o büyükler gözünde en fazla makbul olanlar dalkavuklar ve riyakârlardır.
Dalkavukluk ve ikiyüzlülük ile yaranmak isteyen terbiyesizlere neden hürmet etmelidir? Ki onlar kavuk salladıkları kibarın menfaatini, hukukunu, şanını, şerefini hayal ve hatırlarına bile getirmeyip tam tersine kendi riyaları ve dalkavukluklarının makbule geçtiğini görünce velinimetleri efendileri hakkında alaylara da başlarlar ve kendi kendilerine derler ki “İşte ahmak herifi aldattım! Gösterdiğim tüm yaltaklanmalara inandı.” Bu sözü yalnız kendi kendilerine söylemekle de kalmayıp hatta kendisi gibi kavuk sallayıcı ve riyacı olan kapı yoldaşları arasında da efendilerinin ahmaklıklarını maskaraya alarak eğlenirler. Bunlardan birçoğu, her zaman ortamda görüldüğü ve şu gerçek güneş gibi ortada olduğu hâlde büyükler hep riyakâr, ikiyüzlü, yalancı, hilekâr olan dalkavukları severek kalpleri temiz ve bağlılıkları ciddi ve hakiki olan hizmetkârlarını daima üzerler.
Besbelli bu durum da en temiz kalpli, en doğru özlü ve doğru sözlü adamların kıymetlerini bilen kibarın bir kat daha büyüklüklerini yüceltmek için yaradılışın kurallarının arasına konulmuş bulunmalıdır.
Resmi, Şehnaz Hanımefendi’nin kendisini sevmediğini önceden bildiği gibi Zekâyi Bey daireyle tanışıklık peyda eyledikten sonra hanımefendi hazretleri artık Zekâyi’nin ikiyüzlü yaltaklanmalarından açıkça hoşlandığını ve kendi hoşsohbetinden açıktan açığa hoşlanmadığını görünce nefretinin derecesini bir kat daha anlamış idiyse de Bahtiyar Paşa, kendi annesinden yadigâr kalan Hasna’nın velinimeti olduğu ve bu durumda Şehnaz Hanımefendi de velinimet-zadesi bulunduğu nedeniyle Şehnaz’ı yine takdir eder, yine sever ve tüm bu nedenlerle mesut ve bahtiyar olmasını can ve gönülden arzu ederdi. Eğer onun mesuliyeti kendisince büyük büyük fedakârlıklara muhtaç ise elinden gelen her fedakârlığı yapmaya daima hazır ve hazırlıklı bulunurdu. İyi ahlak ve fazilet erbabı için bittabi ortaya çıkan görev bu değil midir? İnsan, bir efendinin minnettâr kalınacak hediyeleri ve ihsanı olduğu zaman, şu kutsal göreve halel bile getirecek olursa, artık o durumda riyakâr ve dalkavuk olan yalancılardan daha kötü bir mel’un, bir hain olur kalır. Minnettarlık mutlaka ve ister istemez hayırseverliği gerektirip Resmi Efendi ise yalnız minnettar olduğu kişinin değil kendi minneti altında bulunanların bile hayırseveri olmak derecesinde yüksek ahlak sahiplerinden idi.
Bir yalancı riyakâr ile riyaya inanıp rağbet eden kibar arasında en parlak bir örnek vermek lazım gelir ise işte yine Şehnaz ile Zekâyi’yi gösteririz. O ikiyüzlü dalkavuk, biçare Şehnaz Hanım’ın huzurunda kendisini şöyle güzel bulduğuna ve her hâline hayran olmak lazım geldiğine dair nice dilbazlıklar ettiği ve her sözünü zarafetin ta kendisi saydığı hâlde, bazı kere Hasna ile iki dakikacık kadar yalnız bulunabilmek fırsatı ele geçtikçe, “Acaba Şehnaz Hanım’a söylediğim sözlere kendisi gerçekten inanıyor mu? Hiç sizin kadar güzel bir kişi kendi karşısında iken kendi güzelliğine bu kadar mağrur olmalı mıdır? Zarafet zanneylediği arsızlıkların nasıl farkına varamıyor ki sizin güzel terbiyeniz, zekânız ve zarafetiniz, onun zevzekliğini, çılgınlığını ve âdeta terbiyesizliğini kendi gözünde bile kanıtlamalıdır!” gibi sözler ile Şehnaz’ı alaya alır ve küçümserdi.
Hâlbuki Şehnaz Hanımefendi, kendisine edilen ikiyüzlülüklerin ve yaltaklanmaların doğru olduğuna o kadar inanıyordu ki Zekâyi’ye olan duyguları âdeta muhabbet ve aşk derecelerine varıp, bazı kere bu sırrını Hasna’ya da açar ve Hasna’yı kendisine dost bildiği için değil, belki, “Bak, ne kadar güzel, nazik ve sevimli bir hanımefendi hazretleriyim ki Zekâyi Bey gibi güzel ve terbiyeli bir kibarzade bana âşık olmak derecelerinde davranışlar gösteriyor!” tavrıyla sohbetlerde bulunurdu. Hasna ise Zekâyi’nin kendi hakkında söylediği sözleri doğru olarak görmekte haklı iken bile o sözlerin hiçbirisine inanmayıp “Bunun gibi ikiyüzlü ve alçak bir herifin yaltaklık ve riyalarından Allah cümleyi esirgesin!” diye Cenab-ı Hakk’ın ulu koruyuculuğuna sığınırdı.
Şimdi biraz düşünelim ki ikiyüzlülük ve dalkavukluktan hoşlananlar, bundan ne fayda ümidiyle hoşlanırlar? İşte Şehnaz Hanım, Zekâyi Bey’in riya ve yaltaklanışlarına önem vermekle, kendi kendisini o dalkavuğa alay konusu ettirmekten başka bir şey kazanamamış ve fazla olarak habise gayet müthiş bir şekilde aldanmıştır da. Çünkü bir kız, hakikatte sevilmediği bir adam tarafından “seviliyorum” inancına düşerse, bu aldanışın onun için pek müthiş bir aldanış olacağına şüphe yoktur. Yalnız bir kızın değil en büyük adamların bile riyakâr ve dalkavuklara aldanması daima müthiştir. Tarihin sayfaları karıştırılacak olursa bundan dolayı meydana gelmiş o kadar facialar görülür ki insan onları okuyarak üzülür ve üzüldüğü zaman riyakârları herkesin gözü önünde asacağı gelir. Çünkü efendisinin en büyük bela ve felaket günlerinde, hâllerine ağlayacak iken gülmek gibi bir lanetlenesice davranış, daima ikiyüzlü ve dalkavuklarda görülmüştür.
Zekâyi Bey tarafından gösterilen yaltaklanmaları, Şehnaz Hanımefendi’nin tamamıyla ciddi olarak kabul etmesini gerektiren bazı sebepleri de okuyucularımız bilmelidir. Ta ki biçare kızın Zekâyi hakkındaki duygularının çabucak bir aşk derecesine varmış olduğunu görmekle hayrete düşmesinler.
Malumdur ki alafrangada kızlara roman okutmak yasaktır. Bu yasağın nedeni, kızlara zevk ve şehvetin ne olduğuna dair örnekler göstermemek konusu olacak ise de söz konusu yasaktan hiçbir memlekette, beklenen fayda elde edilememiştir. Çünkü bu hâl, bu yasaklama tam tersine, kızların romanlar için daha fazla hırs ve düşkünlük göstermelerine neden olduğundan, piyasada gezen romanları noksansız olarak okumaya yol bulduktan başka, kadınlar ve hatta erkekler için bile yasak olan birtakım zararlı kitapları da ele geçirip büyük bir hırs ve hevesle okurlar. Pek çok kızın en gizli yerlerinde öyle kitaplar bulunmuştur ki bunlar bir kızın değil, hatta bir erkeğin bile elinde görülse içeriğini okumak değil, resimlerine göz gezdirmek bile o erkek için pek büyük ayıplardan sayılır.
Aslında Şehnaz Hanım’ın öğretmeni Madam Mirsak da öğrencisine roman ve tiyatro gibi eserleri asla göstermezdi. Ancak kütüphanesinde türlü türlü romanlar ve tiyatrolar mevcut olduğundan, Şehnaz habersizce bunları çalıp gece odasında okurdu. Bu hırsızlıkta Hasna’nın da suçsuz olduğunu iddia edemeyiz. Şu kadar ki Şehnaz’ın okumasıyla Hasna’nın okuması arasında büyük bir fark vardı. Bu farkı görmek için Hazret-i Sadî’nin beytini araştırmalıdır. Hakikaten bitkilerin tümü için selamet nedeni ve bereket olan yağmur, hep o yağmurdur. Ancak, lale ve sümbül tohumunu içeren bir bağda lale ve sümbül bitirdiği gibi diken ve çalı kökleri ile dolu olan bir yerde de bunları yeşillendirir. Yaradılışında kötülük tohumu olan Şehnaz için okuduğu romanlar, kendisinin de o romanlarda gördüğü olay kahramanlarından birisi olma istek ve becerisine güç verirdi. Hasna ise yaradılışında zaten saf iyilik olduğundan, okuduğu romanlarda durumu beğenilemeyecek olan olay kahramanlarının her birini birer ibret numunesi olarak algılamış ve şu âlemde henüz aşkın ne olduğunu kendi şahsında tecrübe etmediği hâlde zevk ve şehvet âleminin olanca tehlikelerini romanlarda okuyup öğrendiği için o olay kahramanlarına benzemeyi değil benzememeyi asıl kahramanlık olarak görmüştü.
İşte bu hikmet nedeniyle Şehnaz, Zekâyi’nin ikiyüzlü davranışlarına kapılmakta idi. İşte bu hikmet nedeniyle idi ki Hasna, Zekâyi’nin ikiyüzlülüklerini nefret gözüyle görmekte idi.
Bahtiyar Paşa familyası hakkında buraya kadar aldığımız bilgiler, Zekâyi Bey’in, bu aile içinde Hamparson Ağa’nın hanesindeki gibi yıldızı düşük olmadığını ispat eylemiştir ya! Çünkü burada makbul ve mukbil31 olmaktan fazla bir nimet daha vardı ki o da Şehnaz Hanımefendi’nin gözünde Resmi’nin menfur,32 Resmi’nin müdebbir33 olmasından ibaretti.
Her Şeyden Habersiz Bir Aşık
Mevsim aralık başları. İstanbul’da genellikle şubattan itibaren hükmünü sürmeye başlayan şiddetli kış, bu sene o müsaadeyi göstermeyip tam tersine o kadar erken bastırmıştı ki aralık başlarında bulunulduğu hâlde kar, bora, fırtına, soğuk; maazallah!
Resmi bir iş için Beyoğlu’na çıkmıştı. Havaya dikkat edince, “Bu havada deli olan bile evinden çıkmaz. Mösyö ve Madam Arslangözyan mutlaka yalnızdırlar. Gider birkaç sohbet ile kendilerini eğlendirirsem pek memnun olurlar.” diye doğruca Hamparson Ağa’nın evine gitti. Gerçekten, hava deli olanların bile evlerinden, yani tımarhanelerinden çıkmalarına müsaade verecek hâlde olmadığı gibi madam ve mösyö Arslangözyan da asla deli değildiler ise de iki gün evvel bir gündüz ziyafetine davet olunarak, olur cevabını da vermiş bulundukları için çarnaçar34 çıkmışlardı. Eğer Madam Küpe-liyan o gün ev bekçisi gibi bir şekilde orada bulunmasaydı Resmi Efendi geri dönecekti. Madam Küpeliyan, Madam Hamparson’un en aziz dostlarından olup yaradılışça da gayet nazik ve oldukça melek gibi bir fakir kadıncağız olduğundan, kendisine hiçbir değer verilmeksizin geri dönülür ise bundan kırılacağını söyleyince Resmi Efendi biraz düşünüp, “Birkaç lakırdı etmeli.” diye salonda ateş başına oturmuştu.
Ateş kışın meyvesi imiş! “Ateş, kışın çayırıdır.” denilse de olabilirdi. Çünkü birbirlerine bitiştirilebilir olmak hususunda ateş ile meyve arasında bir ilişki bulunamaz ise de göze hoş gelir olmak hususunda yazın çemenzarı ile kışın ateşi arasında epeyce bir ilişki bulunabilir.
Hele o gün Arslangözyan, salonunun şöminesi fazlasıyla neşe verecek bir şekilde yanmakta bulunduğundan, Resmi Efendi bu seyirden lezzet aldığı gibi Madam Küpeliyan da sözü o kadar latif vadilerde dolaştırmakta idi ki bu sözlerden hoşlanmayacak bir erkek düşünebilmek mümkün değildir.
Aşktan, muhabbetten konuşulurdu. Düşünmelidir ki erkekler bile yekdiğeriyle bu bahsi edecek olsalar saatlerce devam eylediği hâlde hiçbir kimseye usanç gelmez. Hele kadınlarla bu muhabbet edilirse usanç gelmek mümkün olur mu? Özellikle bir salon içinde, güzel bir ateş karşısında yalnız, bir tek kadın ile baş başa aşka dair konuşulursa! Özellikle o kadın da Madam Küpeliyan gibi fakirliğine bakılmaksızın, kendi hâlinde doğal olarak var olan alımıyla insana sıklet35 vermeyecek gibi bir kadın olursa!
Ancak şu kısacık tarifimizden Madam Küpeliyan’ın oldukça aşüfte meşrep36 bir kadın olduğunu anlamamalıdır. Madam Küpeliyan o kadınlardandır ki insan onlardan şuhluğu pek ateşli olarak ümit eylediği, hâl ve sözlerinden buna dair ipuçları beklediği hâlde ümitleri ne derhal gerçek olur ne de gerçekleşmesinin imkânsız olduğu görülür. Zaten bundan dolayıdır ki o kadın ile ne kadar sohbet edilse, ne kadar konuşulsa insana asla usanç gelmez.
Madam Küpeliyan, Resmi’nin içten içe beslediği gizli şehvani duygularına kendisi hakkında bir gönül rahatlığı vermeye de çalışmazdı. Güya Resmi’nin bazı gizli aşkları varmış, güya kendisi de bu gize vakıf imiş de Resmi’nin ağzını arıyormuş gibi davranırdı.
Sözün başları pek çok şaka tarzıyla geçtiği hâlde söz yavaş yavaş ciddiyetini arttırır. Çünkü Madam Küpeliyan dedi ki:
“Resmi Efendi! Ne kadar inkâr edecek olsanız da fayda vermez. Sizin bir kadını pek fazla sevdiğinizi yakından bilirim.”
Bu sözün Resmi’nin bayağı merakına neden olacak bir şekilde söylendiğini göz önüne alırsanız, Resmi’yi biraz düşündürmüş olmasını da uygun görürsünüz.
Madam Küpeliyan şunu da ilave eyledi:
“Gördünüz mü bir kere, nasıl düşünmeye başladınız?”
“Ben mi madam?”
“Ya kim olacak? Bu düşünceniz benim keşfimi haklı gösterir. Hâlbuki keşif de değil! Pek yakından bilirim ki…”
“Şaşılacak bir şey. Ben âşık olayım da ben haberdar olmayayım!”
“Ben size haberdar değilsiniz diyemem. İnkâr ediyorsunuz demek isterim.”
“Madam! İnkâr ile yalan arasındaki sınır hemen hemen kıldan bile incedir.”
“Tasdik ederim. Sevdiğini inkâr etmek isteyenlerin yalnız böyle düpedüz inkâr etmeleri değil, hatta açıktan açığa yalan söylemeleri bile istibat37 olunamaz.”
“Estağfurullah! Cidden bir ilgim var olsa neden inkâr edeyim? Neden yalan söyleyeyim?”
“Kim bilir? Hele daha fazla şaşırmaya değer bir taraf daha vardır ki o da sevdiğiniz kadın, size olan yakınlığını gizlemediği hâlde sizin gizlemeye çalışmanızdır.”
Resmi, biraz düşündükten sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi davranarak:
“Sevdiğim kadın benimle olan yakınlığını gizlemediği hâlde mi? Ah Madam Küpeliyan! Şimdiye kadar sizden bana cesaret verebilecek bir hâl göre idim, derdim ki bana olan sevgi ve alakasını gizlemeyen bir kadın olsa olsa yine siz olabilirsiniz.”
Bu sözün Madam Küpeliyan’ı memnun eylediği, Resmi bu sözü söylediği zaman madamın gözlerinin içi gülmüş gibi bir hâller görülmesinden anlaşıldı. Ancak kadın bu hoş sözlere yenilgi tavrı göstermemeye çalışarak dedi ki:
“Hakkımdaki güzel düşüncelerinize teşekkür etmeyi kendime borç sayar isem de bilirim ki sevdiğiniz kadını bildiğime dair olan sözlerim sizi sıkmaya başladığı için sırf o sözü kapatmak üzere konuyu bana yüklemeye çalışıyorsunuz. Hiç sevdiğiniz kadın gibi bir kadına sahip olan adam bir biçare Küpeliyan’a tenezzül mü eder?”
“Estağfurullah efendim! Hakikat söylerim ki…”
“Lüzumu yok Resmi Efendi, lüzumu yok! Asıl konunun dışına çıkmayalım. Ben sizin sırrınıza o kadar vakıfım ki işte şimdiye kadar hiçbir kimseye açmamış olduğunuz diğer bir şeyi bile size ben haber vereyim.”
“Neyi?”
“Ermenice öğrendiğinizi!”
Bu söz hakikaten Resmi’de bir durgunluğa neden oldu. Gerçekten de Resmi üç dört aydan beri Ermenice öğrenmeye olağanüstü gayret edip hatta bu dilde konuşmak konusunda o kadar beceri kazanamamış olduğu hâlde, okuduğu kitapları anlamak ve kendisi Ermeni lisanıyla yazmak konusunda oldukça beceri sağlamış ise de öğretmeni Samatyalı bir adamdı. Küpeliyan’ın nasıl olup da bundan haberdar olduğuna şaşırmıştı. Dedi ki:
“Evet madam, bu lisana heves eylediğim için bir zamandan beri dersine çalışmaktayım.”
“Teşekkür ederim ki bunu inkâr etmediniz. Öyle ise itiraf ediniz ki bu dili sevdiğiniz kadın Ermeni olduğu için öğreniyorsunuz.”
“Acayip! Mutlaka sevdiğim bir kadın bulunması sizce kesinlikle olması gereken bir şey olduktan fazla, Ermeniceyi onun için öğrenmem de bu yüzden olmalı! Öyle mi?”
“Olmalı değil! Bizce bunlar tümüyle muhakkak! Fakat siz inkâr ediyorsunuz.”
“Canım, bir sevdiğim olsa neden inkâr edeyim?”
“Kim bilir?”
“Hayır, mutlaka bileceksiniz! Eğer bilmezlik etmek istiyorsanız müsaade ediniz de ben söyleyeyim.”
“Söyleyiniz!”
“Evet, söylemeliyim ya! Mutlaka söylemeliyim! Demeliyim ki eğer benim sevdiğim olduğu hâlde bunu inkâr ediyorsam bunun sebep ve hikmeti olsa olsa, mutlaka sizi o sevdiğimden daha güzel, daha sevimli bulmaklığım olabilir. Yalnız bu da yeterli gelmez. Hatta sizin lütfunuzdan ümit var dahi bulunmaklığım gerekir.”
“Hep asıl konudan dışarı çıkmaya çalışıyorsunuz. Hep inkârınıza kuvvet vermek için beni söze katmak istiyorsunuz. Pekâlâ! Ben size sevdiğiniz kadının ismini dahi haber verirsem?..”
“Madam!..”
Resmi’nin ağzından şu son kelime hakikaten dikkati üstüne çekecek bir ağırlıkla çıkmıştı. O kadar ki tavrına dikkat edilse gerçekten Resmi bir ismin meydana konulmasından çekiniyor zannolunurdu.
Madam Küpeliyan ise Resmi’den bu kelimeyi işittikten sonra bir müddet yüzüne o kadar dikkat ile baktı ki bu kelimenin alt tarafını söylemesini beklediğini de anladı. Resmi birkaç saniye ve belki birkaç dakika söyleyeceği sözü zihninde arıyor gibi davrandı. Nihayet dedi ki:
“Rica ederim madam bu şakaya artık son veriniz. İhtimal ki şaka tarzında olsun ortaya bir isim koyarsınız ki o ismin sahibi kendi isminin şaka olarak dahi söylenmesine razı olamaz. Ben birçok kadın ile görüşüyorum. Her kadının benimle görüşmekten çekinmemesinin birinci sebebi, şaka şeklinde bile olsun, kendi isminin benim ismimle birlikte anılmayacağından emin bulunmasıdır. Yazıktır madam! Merhamet ediniz! Aslında sizinle edilen şu şakalaşmalardan kimsenin haberdar olamayacağından emin isem de bu şakalara da lisanımızın alışmasını istemem. Emin olunuz ki benim hiçbir kadın ile hiçbir şekilde ilişkim yoktur.”
“Çocuk!”
“Neden?”
“Gerçekten siz bir çocuk imişsiniz!”
“Niçin madam?”
“Çocuk olmayanda böyle telaşlar olur mu?”
“Olur madam! Eğer ortaya koyacağınız isim zaten ağızdan ağza gezen isimlerden olur ise asla tereddüt etmeyip söyleyiniz. Ben kendi nefsimi temize çıkarmaya çalışmayacağımdan, bunda hiçbir sakınca yoktur.
Bir ismi yüz adam ağzına alıyorsa bir de yüz birinci bulunsun. Ne olur? Ancak ismi ağızlara alınmamak lazım gelen bir muhterem kadının ismini ortaya koyarsanız…”
“Tekrar ederim ki çocuksunuz, çocuksunuz!”
“Sebebi?”
“Evvela şunun için ki zaten o kadın dillerde destan olduğu hâlde sizin haberiniz yoktur. İkinci olarak şunun için ki haberiniz varsa bile şayet o destanı siz engelleyebilecekmişsiniz gibi işi örtmek gayret-ı tıflanesinde38 bulunursunuz. Sonra şunun için ki kadın sizi sevdiğini gizlemeyip de kendi sırdaşlarına kendisi söylediği hâlde, siz hâlâ bilmezlikten geliyorsunuz, hâlâ inkârda bulunuyorsunuz.”
“Vay vay vay! İş bu kadar bilinir olmuş ha? Hâlbuki benim hâlâ haberim yok! İnsanı çıldırtacak bir garabet!39 O hâlde benim için yakıştırdığınız çocukluk doğru bile olsa, benim suçlu görülmeme ve rezil olmama vesile olamaz. Çünkü bir kadın, benimle o kadar dillerde destan olmuş da ben hâlâ bu destanın daha fazla ün almasına ve yayılmasına engel olmaya çalışıyorsam, o kadına daha doğrusu kadın cinsine bir koruyuculukta bulunmuş oluyorum demektir.”
“Hâlâ inkârda sebat ha?”
“Ya ne yapayım a canım? Kime haksız yere iftira edeyim?”
“Kimseye iftira ediniz demiyorum. İsterseniz sevdiğinizin ismini haber vereyim de bakınız, görünüz işin içinde iftira mı var yoksa doğru bir haber mi?”
Resmi artık gücünü tüketerek dedi ki:
“Söyleyiniz öyle ise, Allah aşkına söyleyiniz bakayım! Ben de bileyim ki şu âşık olduğum kadın kimdir?”
“Öyle ise geliniz yavaşça kulağınıza söyleyeyim!”
Biçare Resmi kulağını Madam Küpeliyan’a teslim eylediği zaman ne kadar heyecan içinde bulunacağını gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz ya! Salonda kendilerinden başka hiçbir kimse bulunmadığı hâlde bu ismi kulağına haber vermek istemesi…
Kadın o mühim ismi haber verdi. Dedi ki:
“Madam Arslangözyan!”
Resmi kendisini bir anda kaybedip yine o anda aklını başına toplayarak dedi ki:
“Öyle ise ben çocuk değilim madam! İnkârcı da değilim! Fakat siz büyük bir hataya kapılmışsınız!”
“Acayip! Şimdi Madam Hamparson hakkındaki beğeni ve ilginizi inkâr mı edeceksiniz? Ermeni lisanını dahi birden bire kendisine o lisan ile konuşarak beğenisini kazanmak için öğrendiğinizi inkâr mı edeceksiniz?”
“Madam Hamparson’un türlü türlü üstün niteliklerini inkâr etmek âdeta hayvanlıktır. ‘O kadar mükemmel bir kadının dostluk ve arkadaşlığından hoşlanmam.’ demek eşekliktir. Ancak şurada, salonunda bir araya gelerek akşam eğlenceleriyle tat ve zevk almaklığımıza izin verdiğinden dolayı haddimin haricine çıkmak da terbiyesizliktir. Ben kim, o kim? Hele Madam Hamparson’a gelince; sizi temin ederim ki o kadın her zaman, herkese gösterdiği ihtişamlı yüzünden başka, bana fevkalade olarak bir yüz göstermemiştir. Kendisi hakkında, haddimin haricinde sayılacak bir hevese cesaret alabileceğim şekilde hiçbir fırsat tanıyıcılıkta bulunmamıştır. Eğer bu sözü sizden başka bir kadından işitmiş olsaydım, âdeta iftira ediyor diye o kadından nefret eylerdim. Ancak sizin Madam Arslangözyan’ın sadık dostu olduğunuzu bildiğim için onun hakkında zerre kadar bir iftira eylendiğini işitseniz, benden evvel siz reddedersiniz diye inanmaktayım. Ama şayet Madam Hamparson size benim için buna yakın bir söz söylemiş ise emin olunuz ki şaka yapmıştır.”
“Evet söyledi. Hem de şaka olarak değil, pek ciddi olarak söyledi.”
“Madam Hamparson mu?”
“Ta kendisi!”
“Ne dedi?”
“ ‘Resmi’nin bana ilgisi var; benim için hevesi pek büyüktür.’ dedi.”
“Ya siz hata ediyorsunuz ya o; hatanız da galiba isimlerde olmalıdır. Zannederim ki ‘Resmi’ dediğiniz isim ‘Zekâyi’ olacaktır. Böyle bir cesaret, olsa olsa Zekâyi’de bulunabilir.”
“Zekâyi Bey’de mi? Hiç ümit edemem ki Madam Hamparson bu cesareti Zekâyi Bey’e versin!”
“Öyle ise böyle bir cesareti bana da vermemiş olduğundan emin olunuz! Öyle ise size o sözü mutlaka bir şaka olmak üzere söylemiştir. Hele kendisinin bende böyle varsayılan bir cesaretin varlığını beğenmiş olduğunu söylememiş olduğuna hiç şüphe etmem. Öyle değil mi?”
“Beğenmiş olduğunu söylemedi ama ayıplamadı da.”
“Ayıplamadı mı? Öyle ise ayıplamayı terbiyesine yediremediği için ayıplamadı.”
“Dedi ki ‘Resmi fena çocuk değildir.’ “
“Yalnız bu kadar mı dedi?”
“Yalnız bu kadar dedi.”
“Tamam! Şimdi anlaşıldı. Madamın bazı kere… Hayır bazı kere değil genellikle o kadar parlak hâlleri olur ki karşısında bulunanları hayran eder. Şayet böyle bir hâlde hayretimi biraz fazlaca görmüş ise…”
“Demek oluyor ki işte madama hayran olduğunuzu itiraf eyliyorsunuz.”
“Vay! Madam Arslangözyan’a hayran olmamalı da nefret mi etmeli? Fakat Cenab-ı Hakk’ın Madam Hamparson namı altında gösterdiği yaratış ustalığına hayran olmak, kendisine alaka etmiş bulunmak demek mi olur? Mutlaka dediğim gibidir. Bende biraz fazlaca hayret gördüğü için hakkımda böyle bir fikirde bulunmuştur. Ama ‘Resmi fena çocuk değildir.’ demesi, ‘Resmi’den bu cesareti ele almasını bekleyecek kadar kendisini terbiyesiz addetmem ise de nasılsa hata etmiştir.’ anlamına gelir.”