
Полная версия
Madam Bovary
Mesele, hiç komplikasyon göstermeyen adi bir kırıktan ibaretti. Charles için bundan iyisi can sağlığıydı. İşin kolaylığından memnun olarak hocalarından gördüğü gibi hastanın umut ve cesaretini artıracak güzel sözler söylemeye ve neşterleri yağlamak kabilinden cerrah komplimanları yapmaya başladı. Kırık tahtası yerine kullanılmak için arabalıktan birkaç lata getirdiler. Charles bunlardan birini seçti; parçalara ayırdı ve bir cam kırığıyla rendelemeye başladı. Bir taraftan hizmetçi kız sargı yapmak için çarşafları yırtıyor, Matmazel Emma küçük yastıklar dikmek için didiniyordu; iğne kutusunu bulmakta geciktiği için babası hırçınlaştı. Kızın hiç sesi çıkmıyordu; fakat dikerken iğneyi eline batırıyor, sonra da parmağını ağzına götürüp emiyordu.
Charles, tırnaklarının beyazlığına hayran oldu. Parlak, uçları ince olan bu tırnaklar Diyep fil dişlerinden daha temiz ve badem biçiminde kesilmişlerdi. Bununla beraber el güzel değildi. Belki de kâfi derecede soluk olmadığı ve mafsal kemikleri biraz kuru olduğu için o el pek uzun görünüyor ve konturları yumuşak bükülmeli hatlar göstermiyordu. En güzel yeri gözleriydi. Hakikatte koyu ela olduğu hâlde kirpikleri onu kara gözlü gibi gösteriyor ve bakışları saf bir cüretle açıktan açığa sizi buluyordu.
Pansuman yapılıp bittikten sonra Mösyö Ruolt, gitmeden ufak bir kahvaltı almasını, hekimden rica etti.
Charles yer katındaki odaya indiği vakit orada büyük bir karyolanın yanı başına konmuş küçük bir masada gümüş bardaklarıyla iki kişilik bir sofra gördü. Karyolanın cibinliği üstüne Türkleri tasvir eden bir alaca2 geçirilmişti. Pencereye karşı gelen yüksek meşe dolaptan yeni yıkanmış çamaşır kokusu geliyordu. İris çiçeği kokusuy la karışık nemli çarşaf kokusu… Yerde, odanın köşelerinde, dikine konmuş buğday çuvalları duruyordu. Bunlar odaya bitişik üç ayak taş merdivenle çıkılan zahire ambarına fazla gelen çuvallardı. Süs namına ortada, kara kalemle yapılmış tek bir baş vardı. Yaldızlı çerçevesiyle yeşil boyalarının altından sıvaları sırıtan duvarın ortasına asılmış, mitolojinin akıl ve hüner ilahesi farz olunan bu baş, Minerva’nın başından başka bir şey değildi. Bu resmin altında gotik harflerle “Sevgili babama” diye bir yazı vardı.
Önce hastadan sonra hayvanlardan bahsedildi. Kışın şiddetli geçtiği, geceleri kurtların tarlalarda gezindikleri söylendi. Matmazel Ruolt’u artık bu köy hayatı eğlendirmez olmuştu. Hele bütün çiftlik işlerinin hemen hemen yalnız kendi omuzlarına yüklendiği şu son zamanlarda! Oda soğuk olduğu için kahvaltı ederken kız titriyordu. Söz söylemediği vakit ısırır gibi içeri çektiği etli dudakları bu sebeple biraz meydana çıkmıştı.
Beyaz devrik bir yakadan gerdanı görünüyor, iki örgüye ayrılan düz ve parlak saçlarının her örgüsü yelpaze şeklini alıyordu. Bu saçlar, başın şekline göre hafif bir bükülme yaparak ince bir çizgi ile ikiye ayrıldıktan sonra şakaklara doğru dalgalanarak ve ancak kulak memelerini meydanda bırakarak bol bir şinyon hâlinde arkada birbirine karışıyordu. Köy hekimi böyle bir manzaraya ömründe ilk defa olarak dikkat etmiş bulunuyordu. Kızın gül gibi pembe yanakları vardı. Bir erkek gibi, korsajının iki düğmesine iliştirilmiş, bir bağda tek gözlük taşıyordu.
Charles, giderayak vedalaşmak için Baba Ruolt’un yanına çıktı. Tekrar indiği zaman genç kızı pencereden bahçeye bakar bir hâlde buldu. Orada alnını cama dayamış, rüzgârın devirdiği fasulye sırıklarına bakıyordu. Ayak sesini duyunca kız başını çevirdi:
“Bir şey mi unuttunuz?”
“Kırbacımı, lütfen…”
Derken arayan gözlerle karyolanın üstüne, kapıların arkasına, sandalyelerin altına bakınıyordu. Kırbaç duvarla çuvalların arasından yere kaymıştı. O sırada Matmazel Emma’nın gözüne iliştiği için buğday çuvallarının üstüne abanarak yere uzanmaya çalışıyordu. Beri tarafta durup beklemenin uygunsuz olacağını farkeden Charles, aynı hareketle kırbacını kendi almak gayretine düştü ve bunun tabii bir neticesi olarak göğsü genç kızın sırtına temas etti. Genç kız kızararak doğruldu. Öküz sinirinden yapılmış kırbacı hekime uzatırken omzunun üstünden ona bir göz attı.
Charles, Berto’ya önceden dediği gibi, üç gün sonra geleceğine, hemen ertesi gün geldi. Sonra hiç sektirmeden haftada iki kere devamlı oraya gitmeye başladı; arada bir yanlışlıkla olmuş gibi program harici geldikleri de başka…
Zaten işler de hep yolunda gitti. Hasta usule uygun olarak iyileşti ve kırk altı gün sonra Baba Ruolt virane evinde tek başına yürümeyi denediği vakit Mösyö Bovary’nin çok usta bir hekim olduğu kanaati de kafasında iyice yerleşmiş bulunuyordu. Baba Ruolt kendisine İveto gibi bir kasabanın, hatta Ruan gibi büyük bir şehrin en ileri gelen doktorları da bakmış olsa bundan daha iyi olamayacağını söylüyordu.
Charles’a gelince… O niçin Berto’ya bu kadar istekle gelmekte olduğunu bir kere bile kendine sorup araştırmadı. Belki de bu gayretin sebebinin, durumun vahim oluşundan ileri gelmekte olduğunu düşünüyor yahut umduğu maddi fayda bunda etken oluyordu. Bununla beraber hayatını dolduran zavallı meşguliyetler arasında çiftlik ziyaretlerinin müstesna bir zevk olması bundan mı ileri geliyordu? Ziyaret günleri erkenden kalkar, atını dörtnala sürer, sonra yaklaşınca iner, otların üstünde ayaklarını temizler, çiftliğe girmeden siyah eldivenlerini takmayı unutmazdı. Kendini avluda bulmaktan, tahta havale kapıyı omuzlayıp açmaktan, duvarın üstünde bir horozun ötmesinden hoşlanır, çocukların gelip kendisini karşılamalarından ayrıca zevk alırdı. Ambarları, ahırları, “kurtarıcım” diye arkasını okşayan Baba Ruolt’u seviyordu. Mutfağın temiz taş döşemesi üstünde Matmazel Emma’nın yüksek ökçeli tahta kunduralarını ve o önde yürürken o tahta ökçelerin temasından çıkan kuru sesleri seviyordu.
Evden her ayrılışında kız, onu avluya inen merdivenin başına kadar geçirir, ağırlar; atı daha getirilmemiş ise gelinceye kadar orada durur, beklerdi. Daha önce vedalaşmış bulundukları için artık hiçbir şey konuşmazlardı. İçeriden çıkınca açık hava genç kızı sarar, ensesinin tüylerini karmakarışık eder, kaldırır yahut kalçasının üstünde önlüğünün kurdelelerini rüzgârda çırpınan bayraklar gibi savururdu. Bir kere karların erime zamanında avludaki ağaçların kabuklarından sular sızıyor, damlardaki karlar eriyip şıpır şıpır damlıyordu. Genç kız, gene eşikte beklerken gitti şemsiyesini aldı, açtı, güvercin tüyü rengindeki ince ipek şemsiyeden kolayca geçen güneşin sırma telleri beyaz yüzünde, gerdanında oynak cilveler yaparken o, ılık bir güneş banyosu alıyormuş gibi gülümsüyor ve gergin canfesin üstüne iri su damlalarının birer birer düşmesini dinliyormuş gibi dalıyordu.
Charles’in Berto’ya gittiği ilk zamanlar karısı Madam Bovary, hastanın haberlerini almaktan geri kalmıyordu. İlk işi bir tüccar kâtibi gibi çift parti usulünde tuttuğu defterine Mösyö Ruolt için temiz bir hesap açmak oldu. Fakat onun bir kızı olduğunu haber alınca hemen bu tarafı incelemeye koyuldu. İncelemelerinin sonunda Matmazel Ruolt’un, Ürsülin manastırına bağlı rahibeler kız mektebinde mükemmel bir tahsil gördüğünü, yani dans bildiğini, piyano çaldığını, resim yaptığını, el işlerinde maharetini, coğrafyada ihtisası olduğunu öğrendi. Artık bu kadarı fazlaydı!
İçinden:
“Tevekkeli değil.” diyordu. “Oraya gideceği günler, nasıl gözünün içi gülüyor, yağmura çamura bakmadan yeni elbiselerini giyiyor! Ah o karı! O karı!”
İçinde doğan bir duygu ile kızdan nefret ediyordu. Önce imalı, kinayeli gözlerle öç almak istedi. Charles bunları anlamayınca da kafa tutarak şaka yollu sözlere başladı. Kocası kavga çıkmasın diye bunları hazmediyordu. Nihayet yüzüne barut gibi parladığı va kit, Charles şaşırır, ne diyeceğini bilmezdi. “Hasta artık iyi oldu, bu adamlar vizite namına daha on para vermediler. Hâlâ oraya ne diye gidiyordu? O! Sebebi meydanda! Çünkü kızdan hoşlanmıştı. Güzel söz söylemeyi bilen, bilgili, marifetli bir kız! Oradan hoşlanması da bundandı: Ona şehir kızları lazımdı!”
Böyle düşünürken biraz sonra açığa vurarak:
“Kim demiş? Ruolt babanın kızı mı, şehir kızı! Kime anlatıyor onu? Büyükbabaları çobanmış… Bunu saklayamazlar. Sonra bir kuzenleri de bilmem kiminle dövüşürken elinden bir kaza çıktığı için az daha ağır ceza mahkemelerine düşüyormuş! Ne bu kadar pohpohlanmak ne de pazarları kontesvari ipekliler giyip kendini kilisede göstermek para eder. Zavallı adamcağız, unutmasın ki eğer geçen sene Kolzalar imdadına yetişmeseydi eskiden kalma borçlarını ödemek için iyice sıkıntı çekecekti.”
Charles artık usanç getirdiği için Berto’ya gitmekten vazgeçti. Heloise büyük bir sevgi coşkunluğunun hıçkırıkları ve öpücükleri arasında onu kitaba el bastırarak bir daha oraya gitmeyeceğine yemin ettirmişti. O da buna karşı boyun eğdi; fakat azgın bir istek şu miskince hareketini protesto ettiği için bön bir felsefe ile hükmetti ki onu görmekten alıkonulması demek, onu sevme hakkının kendisine verilmesi demekti. Hem bu dul kadın pek zayıftı ve dişlekti. Bir ucu kürek kemiklerinin arasından sarkan siyah bir omuz atkısı dört mevsimde sırtından düşmezdi. Kuru vücudu roplarının içinde kılıfa sokulmuş gibi dururdu. Topuk kemiklerini meydanda bırakan kısa roplarının altında geniş ayakkabılarının bağları, gri çoraplarının üstünde çaprazlanırdı.
Charles’ın anası, ara sıra onları görmeye gelirdi. Fakat birkaç gün kalınca kadın gelinin fitine uyar, ikisi birlik olur, Charles’ı enine boyuna çekiştirirler, çekiştirmeye bahane ararlardı; bu kadar çok yemesi doğru değildi! Rast gelene de içki ikram olunur muydu? Fanila giymemekte bu ne kadar inatçılıktı!
Bir ilkbahar başlangıcında Dul Dübük’e ait tahvilatı elinde tutan bir Enguvil noteri, kadının mevcut parasını da yanına alarak denizin güzel bir yükselişinde vapura binip yollandı. Gerçi Heloise’in sorumluluğunda bundan başka aşağı yukarı altı bin frank değerinde bir gemi hissesi ile Saint-Fransuva Sokağı’nda bir de evi vardı. Fakat şişirilerek büyütülen bütün o servetten eve gelen, biraz mobilya ile elbise ve çamaşırdan ibaretti. İşin aslını meydana çıkarmak lazım geldi. Meğerse Diyep’teki ev haciz altında temellerine kadar kurtlanmış. Notere emanet ettiği servete gelince; aslı var mı yok mu, onu da Tanrı’dan başka bilen yoktu. Gemideki hissesi ise hiçbir vakit bin eküyü geçmedi. O hâlde kadıncağız yalan söylemişti. O zaman Mösyö Bovary’nin babası öfkesinden eline geçen bir iskemleyi yere çarpıp kırarken böyle koşumu kadar değeri olmayan cansız bir beygire eş yaparak bir tanecik oğullarının bedbahtlığına sebep olduğu için karısına atıp tuttu. Oradan Tost’a geldiler, meseleler meydana çıktı. Kavgalar, gürültüler oldu. Heloise konuşurken gözyaşları içinde kocasının kolları arasına atılarak akrabalarına karşı onu müdafaa etmesi için yalvardı. Charles, ondan yana çıkınca ötekiler de darılıp gittiler.
Fakat mermi hedefine isabet etmişti. Sekiz gün sonra kadın avluda çamaşır sererken öksürükle kan tükürmeye başladı. Ertesi gün de Charles, penceresinin perdesini kapamak için sırtını döndüğü sırada karısı: “Ah! Aman Tanrı’m!” diye bir kere haykırdı ve kendinden geçti. Kadın son nefesini vermişti! Ne şaşılacak şey!
Mezarlıkta her şey olup bittikten sonra Charles evine geldi. Aşağıda kimse yoktu, yukarıdaki kata çıktı. Odada karyolasının bulunduğu hücrede onun elbisesini gördü. Hâlâ orada asılı duruyordu. O zaman yazı masasına dayanarak acı düşünceler içinde akşamı etti. Kim ne derse desin kadın kendisini sevmişti.
3
Bir sabah Baba Ruolt, kırılan bacağının tedavi ücreti olarak Charles’a yetmiş beş frank ile bir de hindi getirdi. Acı haberi duymuştu. Elinden geldiği kadar onu avuttu. Omzuna vurarak:
“Ben bunu bilirim…” diyordu. “Ben de tıpkı sizin gibi oldum. Zavallı karıcığımı kaybettiğim vakit, tek başıma kalmak için kırlara, sahralara düşerdim. Bir ağacın dibine çöker, orada ağlar, Tanrı’ya karşı haykırır, saçma sapan şeyler söylerdim. Dallarda köstebekleri görür ‘Ah, keşke ben de bir köstebek olsaydım.’ derdim. Böyle derken düşünürdüm ki benden başka niceleri o esnada güzel karıcıklarıyla sarmaş dolaş olmuş çifte kumrular gibi yaşıyorlar. O zaman deli gibi olur, bastonumu yerlere çarpar, ağzıma bir şey koymazdım. İnanmazsınız, yalnız başıma gidip bir gazinoda oturma düşüncesi bile beni tiksindirirdi. Eh… Sonra sonra, yavaş yavaş, günler birbirini kovaladıkça, kışların ardı sıra baharlar, yazların ardı sıra güzler geldikçe hayat kırıntı hâlinde, damla damla akarken onu da beraber götürdü; götürdü diyemem çünkü nasıl anlatayım, tortusu gene ağır bir taş gibi, şurada, tam göğsümün ortasında oturuyor. Bununla beraber, mademki hepimizin tecellisi budur, kendini bütün bütün bırakmak, harap etmek… Başkaları öldü diye ölmek, bu da doğru değil. Biraz kendinize hâkim olunuz Mösyö Bovary; herhâlde bu da geçecektir. Ara sıra bize geliniz. Biliyor musunuz, kızım sizi vakit vakit düşünüyor ve kendisini artık unuttuğunuzu söylüyor. Önümüz bahar… Gelin, size bir tavşan dolması yapalım, biraz vakit geçiririz, eğlenirsiniz.”
Charles söz dinledi, Berto’ya gitti ve her şeyi beş ay evvel nasıl bıraktıysa öyle buldu. Armutlar artık çiçek açmıştı. Saf yürekli Ruolt oturmuyor, gidiyor, geliyor ve onun bu hamaratlığı çiftliği canlandırıyordu.
Şu acılı zamanda doktora mümkün olduğu kadar nezaket göstermeyi bir vazife saydığından ona hastaymış gibi yavaş sesle söz söylüyor, şapkasını çıkarmamasını rica ediyor, hatta onun için hususi bir surette muhallebi veya külde pişmiş armut gibi hafif yiyeceklerin hazırlanmamış olmasına öfkelenmiş gibi görünüyordu. Charles, kendini tutamayıp hemen hemen gülecekti. Fakat birdenbire karısını hatırlayınca üstüne bir mahzunluk çöktü. Sonra kahve geldi ve ona karısını unutturdu.
Yalnız yaşamaya alıştıkça onu daha az hatırlıyordu. Hiçbir karışanı görüşeni olmamasının verdiği zevk çok geçmeden ona yalnızlığı daha kolay hazmettirmeye başladı. Şimdi artık yemeğini istediği zaman yiyor, kimseye hesap vermeden geliyor, gidiyor, yorgun olduğunda enine boyuna yatağına uzanıp dinleniyordu. Artık canının kıymetini biliyordu. Ona bir şımarıklık geldi. Kendisine verilen nasihatleri kabul etmişti. Diğer taraftan karısının ölmesi pek işe yaramadı da değil. Çünkü bir ay ardı arkası kesilmeden “Zavallı genç! Ne yazık!” diye adı çalkalandı durdu. Adını duymayanlar da bu vesileyle adını duymuş oldu. Kendisini arayanlar çoğaldı. Sonra Berto’ya istediği zaman gidebiliyordu. Orada onun hedefsiz umduğu belirsiz bir saadeti vardı. Aynanın karşısında favorilerini tararken kendini daha güzelleşmiş buluyordu.
Bir gün çiftliğe saat üçe doğru geldi; herkes tarladaydı. Mutfağa girdi, önce Emma’yı görmedi. Kepenkler kapalıydı. Bunların aralıklarından giren güneş yerlere ince, uzun çizgiler çiziyor, bu çizgiler eşyanın köşelerinde kırılıyor ve tavanda titriyordu. Sofranın üstünde sinekler boş kalan şarap kadehlerine konuyor yahut içine düşüp di binde kalan elma şarabında vızıldayarak boğuluyordu. Şömineden inen aydınlık, isli plakayı kadifelendirerek soğuk külleri mavimsi bir renge boyuyordu. Pencere ile ocağın arasında Emma dikiş dikiyordu. Boynunda atkısı yoktu. Çıplak omuzları terlemişti.
Köyde âdet olduğu üzere misafirine içeceği bir şey ikram etmek istedi. Charles reddetti. O, üsteledi. Karşılıklı birer likör içmelerini gülerek teklif etti ve cevabını beklemeden dolaptan bir portakal likörü şişesi ile iki küçük kadeh çıkardı. Konyakla portakal kabuğundan yapılan bu likörden Charles’ın kadehini ağzına kadar doldurdu. Biraz da kendi kadehine koydu, kadehleri tokuşturduktan sonra genç kız, kadehini dudaklarına götürdü ve dilini ıslatan şarabı alabilmek için başını arkaya devirdi; böyle baş arkada, dudaklar uzanmış, gerdanı meydana çıkmış bir hâlde fıkır fıkır gülerek içtiğinden bir şey anlamadığını söylerken inci dişlerinin arasından sivri dilinin küçük hamleleriyle kadehin dibini yalıyordu.
Yerine oturdu. İşini tekrar eline aldı. Beyaz bir tire çorap tamir ediyordu. Şimdi başını önüne eğmiş, sesini çıkarmadan işi ile meşguldü. Charles’ın da hiç sesi çıkmıyordu. Kapının altından giren rüzgârın baş döşemeye sürüklediği toz tanelerine bakıyor ve sadece, avluda yumurtlayan bir tavuğun uzaktan gıdaklamasını ve başının, içeriden zonklamasını dinliyordu. Emma, büyük ocak ızgarasının demir topuzlarına koyup soğuttuğu avuçlarını, ateş gibi yanan yanaklarına bastırıp serinletiyordu.
Mevsim başlayalı baş dönmelerinden şikâyeti vardı. Acaba deniz banyosu iyi gelir mi, diye sordu. Sonra o, manastır hayatından, Charles da kendi kolejinden bahsettiler. Artık söyleyecek şey bulamıyorlardı. Sonra yukarıya, kızın odasına çıktılar. Misafirine eski musiki defterlerini, mükâfat olarak kendisine verilen küçük kitapları ve dolabın altına atılmış meşe yaprağından çelenkleri gösterdi. Tekrar annesinden ve mezarlıktan bahsetti, hatta her ayın ilk cumasında, çiçeklerini toplayıp annesinin mezarına götürdüğü, küçük çiçek tarlasını da pencereden gösterdi. Fakat bahçıvanları hiç işinin erbabı değildi. Bir işe yaramıyordu. Hiç olmazsa kışları şehirde geçirmeyi pek isterdi. Hoş, yazın güzel, uzun günleri köyde daha sıkıntılı geçiyordu ya! Ve konuya göre sesi gür, berrak ve ince çıkıyor yahut birden gevşeyip düşerek perde perde süzülüp kendi kendine konuştuğu zamanlardaki gibi oluyordu, ortalığı çınlatan şen bir kız hâlindeyken şimdi yarı açık gözlerinin arasından süzülen bakışları, belirsiz gölgelerde boğulan bir iç sıkıntısı ve bir fikir perişanlığı gösteriyordu.
Akşam şehre dönerken Charles, onun sözlerini tekrar tekrar hatırlamaya ve kendisini henüz tanımadığı zamanlardaki hayatını gözünün önüne getirmek için bu sözleri birbirine ekleyerek manasını tamamlamaya çalışırdı. Fakat onu ilk gördüğünden veya biraz evvel bıraktığı hâlden farklı olarak tasavvur etmek hiç mümkün olmadı. Sonra bu kızcağızın ne olacağını, kocaya varıp varmayacağını, şayet varacaksa, kime varacağını kendine sordu. Evet kime? Ne yazık! Babası o kadar zengin ve kız bu kadar güzel olduktan sonra! Şimdi Emma’nın güzel yüzü gene gözünün önüne geliyor ve bir topacın vınlaması gibi sürekli bir uğultu kulaklarından eksik olmuyordu: “Peki, onu sen alsan nasıl olur? Sen alsan, sen alsan!” O gece uyumadı, boğazı daralıyordu, susamıştı. Testiden su alıp içmek için kalktı, pencereyi açtı. Gökyüzü yıldızlarla donanmıştı. Sıcak bir rüzgâr esiyor, uzakta köpekler havlıyordu. Başını Berto tarafına çevirdi.
Nihayetinde ne olabilirdi ki? Bunun hiçbir tehlikesi yoktu. Charles kararını verdi; fırsat çıkınca kızı isteyecekti. Fakat fırsatı her yakalayışında tam yerinde bir ifade tarzı bulamayacağı korkusu ile ağzı mühürleniyordu.
Baba Ruolt, artık evde pek işe yaramayan kızını başından alacak olana hiç de gücenecek değildi. İşe yaramadığından dolayı içinden ona hak da veriyordu. O, çiftçi olamayacak kadar ince fikirliydi. Erbabı içinde bir tek milyoneri olmayan bu nankör meslek zaten Tanrı’nın hışmına uğramıştı. Zavallı adam para kazanmak şöyle dursun her yıl açık veriyordu. Çünkü sanatın bütün hilelerine vâkıf olduğu için pazar yerleri kendisi için ne kadar cazip olursa olsun çiftliğin asıl temeli olan çiftlik iç idaresi hoşuna gitmiyordu. Bir kere hiçbir vakit isteye isteye eli cebinden çıkmıyor, fakat kendine ait masraflardan asla çekinmiyordu. Çünkü iyi yemek yemeyi, ılık odalarda yaşamayı, her anlamıyla ense yapmayı istiyordu. Bol elma şarabı içmeyi, kanları sızan koyun pirzolaları yemeyi, iyi çalkalanmış konyaklı kahve almayı seviyordu. Yemeğini mutfakta tek başına, tiyatro localarında olduğu gibi, kendisine getirilen hazır ve küçük masanın başına geçerek ocağın karşısında yemek âdetiydi. Kızı Emma ile konuşurken Charles’ın yanaklarının kızardığını fark edince bunun manasının günün birinde kızını istemesi demek olacağını sezinleyerek işini enine boyuna kafasında yoğurup pişirmişti. Gerçi onu biraz kısa boylu ve cılız buluyordu. Tam manasıyla istediği gibi bir damat değildi; fakat işi yolunda, idareli ve çok bilgili olduğu söyleniyordu.
Herhâlde drahoma3 meselesinde uygunsuzluk çıkaracak bir adam değildi. Zaten Baba Ruolt arazisinden otuz dönüm kadar bir yeri nasıl olsa satmaya mecburdu. Çünkü duvarcıya ve yük arabalarının takımlarını yapan sarraca borçlarını ödemek ve cenderesinin ağacını değiştirmek lazımdı.
İçinden:
“Adam şayet isterse ben de verdim gitti.” dedi.
Saint-Mişel yortusu esnasında Charles, Berto’da üç gün kaldı. Bu üç gün de öncekilerde olduğu gibi her çeyrek saati yeni bir hamlenin duraklamasıyla geçti. Artık hekim şehre dönecekti. Baba Ruolt, onu geçiriyordu. Çitin bir köşesini dönüyorlardı. Tam çiti geçtikleri bir sırada Charles mırıldanır gibi:
“Bay Ruolt…” dedi. “Size bir şey söyleyeceğim…”
Durdular, Charles bir şey söylemiyordu.
“Derdiniz ne ise anlatın canım! Sanki ben bilmiyor muyum?”
Baba Ruolt bu sözü manalı bir gülümsemeyle söylemişti.
Charles, kekeledi:
“Baba Ruolt… Şey… Baba Ruolt…”
“Ne diyeceğinizi biliyorum. Benim Tanrı’dan istediğim de o… Başka bir şey değil. Kızda hiç şüphem yok, benim kafamdadır. Bununla beraber bir kere sormak, fikrini almak lazım. Haydi size uğurlar olsun. Ben eve dönüyorum. Ha… Durun şayet kabul cevabı alırsam, dinliyor musunuz, sizin ele güne karşı geri dönmenize lüzum yok. Zaten, kız da sıkılır, yüreği oynar. Fakat sizi meraktan kurtarmak için, iş kararlaştırıldıktan sonra ben pencerenin kepenklerini açar, duvara kadar dayarım: Siz şöyle çitin üstüne abanacak olursanız, arkasından onu görebilirsiniz, kâfi!” dedi ve oradan uzaklaşıp gitti.
Charles atını bir ağaca bağladı. Yola çıktı ve durup bekledi. Yarım saat kadar sonra saatini çıkardı. On dokuz dakika daha saydı. O zaman apansız duvara çarpan bir şeyin gürültüsü duyuldu. Pencere kapağı açılmıştı. Mandalı hâlâ titriyordu.
Ertesi sabah saat dokuzda Charles kendini çiftlikte buldu. İçeri girdiği vakit Emma vaziyetin icabı olarak biraz gülmeye çalışmakla beraber kızardı. Baba Ruolt müstakbel damadını kucakladı. Bazı uzlaşma yolları üzerinde görüşmeye başladılar.
Hoş, bunun için önlerinde çok vakit vardı. Çünkü Charles’ın yas müddeti bitmeden, yani gelecek ilkbahardan evvel evlenmeleri uygun olmayacaktı.
Böylelikle kış geçti. Matmazel Ruolt iç çamaşırlarını hazırlamakla meşgul oldu. Bunların bir kısmı Ruan’a sipariş edildi ve modaya göre kendi seçtiği desenler üzerine gömlekler, gecelikler yaptırıldı. Charles, çiftliğe geldikçe hep düğün hazırlıklarından bahsedebiliyordu. Yemeğin nerede verileceği konuşuluyor, kaç kişilik bir sofra olacağı, hatta antre namıyla ilk olarak neler verileceği bile düşünülüyordu.
Emma’ya kalsa gece yarısı meşalelerle evlenmek isterdi. Fakat Baba Ruolt bundan bir şey anlamadığı için kızından yana çıkmadı. Nihayet düğün oldu. Kırk üç kişilik bir sofranın başında on altı saat kalmanın dışında ertesi gün yiyip içmeye gene başlandı, hatta şöyle böyle bu iş birkaç gün sürdü.
4
Davetliler faytonlarla, kupalarla tek beygirli talikalar, iki tekerlekli hafif arabalar, üstü açık landonlar, üstü kapalı ve meşin perdeli yük arabalarıyla; en yakın köylerin delikanlıları da iki tekerlekli açık yük arabalarında, düşmemek için demir çubuklara tutunarak ve sıra ile ayakta fena hâlde sarsılarak tırıs bir gidişle çiftliğe geldiler. On fersahlık uzaklardan Godervil’den Normanvil’den, Kani’den gelenler vardı. İki taraf da bütün akrabalarını davet etmişlerdi. Araları açık olanlarla barışıldı. Bir zamanlar gözden ırak olmuş ahbaplara davetiyeler gönderildi.
Zaman zaman çitin arkasından kamçı sesleri geliyor. Sonra kapı açılıyordu; o zaman içeri, mesela tek beygirli bir talikanın girdiği görülürdü. Taş merdivenin ilk basamağına kadar dörtnala gelen araba orada birdenbire durup içindekileri boşaltıyor ve çıkanlar gerinip diz kapaklarını ovuşturuyorlardı. Kadınlar, başlarında takke biçimi şapkalarla, şehirli kıyafetindeydiler; altın kordonlu saatler, uçları belde çaprazlanmış pelerinler yahut bir iğne ile arkaya iliştirilmiş, geriden enseyi açık bırakan renkli küçük fişüler. Tıpkı babaları gibi giyinmiş olan oğlan çocukları, yeni elbiseleri içinde rahatsız oluyor gibiydiler. Hatta birçoğuna, doğdu doğalı ilk defa giydikleri yeni ayakkabıları daha o gün alınmıştı. Yanlarında görülen on beş, on altı yaşlarında büyücek bir genç kız… Şüphesiz onların ya bir kuzenleri ya büyük ablaları olacak, ilk şaraplı ekmek ayininde yapılan beyaz elbisesi şimdi lüzumu kadar uzatılmış, kıpkırmızı yüzü, şaşkın hâli ve gülyağlı pomata ile yağlanmış saçlarıyla eldivenlerinin kirlenmesinden pek çekinerek put gibi sessiz, kalıp gibi hareketsiz, duruyordu. Bütün arabaların hayvanlarını çözecek ve koşumlarını çıkaracak kadar seyis bulunmadığı için erkekler, kollarını sıvayarak kendileri işe girişmişlerdi. Onların da kıyafetleri içtimai mevkilerine göre resmî ve yarı resmî elbise, redingot, veston, kısa ceket, değişik fakat hepsi, önünde bütün ailenin, saygı ile eğilip ancak böyle alay günlerinde merasimle dolaptan çıkarılan şeylerdi; kocaman etekleri rüzgârda dalgalanan silindir yakalı, torba cepli redingotlar; kaba çuhadan kısa ceketlerle çok kere siperinin kenarı bakır şeritli, bir kasketle beraber giyilir, arkasındaki iki düğmesi bir çift göz gibi birbirine yakın ve etekleri kesilmiş gibi duran redingotvari ceketler… Hele bazıları -fakat bunlar yemek masasının mutlaka uçlarındaki aşağı mevkide oturacaklardı- seremoni bluzları, yani yakası omuzları üzerine devrilmiş, arkası küçük kıvrımlarla bükülmüş ve beli pek aşağıdan dikili bir kemerle tutturulmuş bluzlar giymişlerdi.