bannerbanner
Billur Kalp
Billur Kalp

Полная версия

Billur Kalp

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 6

Arabanın her sarsıntısında çocuklar, ağızları açık kalmış birer tulum gibi yukarıdan aşağıdan boşanıyorlardı.

Kâmile, oğlanı hemen belinden kavradı. Başını otomobilin penceresinden dışarı verdi. Boşanan bu iki delikten birinin akıntısını olsun dışarıya atmak, uğradıkları bu kirli kazaya karşı her hâlde yine az çok koruyucu bir yol sayılırdı.

Sonra Hüsniye’ye haykırdı:

“Sen de hanımefendinin kucağından kızı kap, arabanın öbür penceresinden başını dışarı çıkar da deliğin biri içeri boşanıyorsa hiç olmazsa öteki sokağa aksın…”

Hızır kadın, hemen bu söze uydu. Şimdi arabanın iki yan penceresinden sokağa uzatılmış iki çocuk başı, hızın verdiği itici güçle iki üç metre öteden geçenlerin suratlarına kadar kusuyorlardı.

O aralık Beyoğlu’nun dar sokaklarından geçmek talihsizliğinde bulunan süslü, temiz madamlar, şık mösyöler suratlarından aşağı bu pis kokulu şarapneli yedikçe haykırışıyorlar, otomobil kazasının hiç de bu türlüsüne uğramamış olduklarını birbirlerine yana yakıla anlatıyorlardı.

Otomobilin iki yanından, kaza kurbanlarının iğrenme sesleri çoğaldı. Kimi bu kusmuk saldırısını o yana bir tükürük savurmakla geri çevirmiş oluyor, kimi yumruklarını sıkarak otomobilin arkasından yirmi otuz adım koşmakla kendini öç almış sayıyor…

Gitgide halkın tiksintisi o dereceye geldi ki, iki yanına kusarak koşan bu iğrenç arabayı durdurmak için sokaklarda bağırmayan, sövüp saymayan kalmıyor gibiydi… Fakat kimi durdurur, kimi tutarsın? Şoförler, sinek ezer gibi, bir insanı devirip üzerinden geçiyorlar; bir saniye önce ayakta gezen bir canlı, kıyma makinesinden geçmiş et yığınına dönüyor, kaldırımlar al kana boyanıyor da şoförler yine durmuyorlar…

Bir şoförün iyi kullanamayışı, daha doğrusu fazla koşmak keyfine, hevesine kapılması yüzünden bir suçsuz, ölüm cezasına uğruyor. Öyle ki şu uygar çağın hiçbir kanunu, böyle şiddetli bir cezayı, en kötü suçlu hakkında bile uygulayamaz. Ve tüyleri diken diken eden bu ölüm tehlikesi, zihnini biraz düşünceye kaptırıp sokakta dalgınca giden her zavallı yolcu için düşünülebilir. Sokaklarımızda, tekerleklerinin lastiklerine böyle dikkatsizlik cinayetinin kanı bulaşmamış pek az otomobil vardır. Bu öldürücü arabaların tekerlekleri altında can verenlerin cesetleri ayrıca bir mezarlığa gömüleydi, şunun bunun otomobillerde hızlı koşmak sefasına kurban gidenlerin çokluğu önünde gözlerimize dehşetler dolardı. O zaman bizden yılda otuz kırk nüfus üzerinden vergi alan vebaya, koleraya teşekkürler ederdik.

Öldüren otomobillerin çok kez durdurulamadıkları bir sokakta, kusanın küstahlığına ceza düşünen olur mu? Şoför, kalpağını sağ kulağını suratından büsbütün silecek bir caka ile yana eğmiş, o gün arabasının yol ücretinden başka havadan vurduğu elli liranın neşesiyle arkasından sapan taşı yetişmez bir hızla ve içleri gevşemiş çocukların etrafa saçtıkları pisliklerden habersiz, uçuyordu.

11

Otomobil, Beyoğlu’nun dar, kuyu gibi havasız yan sokaklarının köşelerinden kıvrıla kıvrıla aktıktan sonra, sık bir ormanda birbiriyle yarışan ağaçlar gibi hep boyuna uzanmış yüksek kâgir evlerden birinin önünde durdu. Yolcularını çıkarmak için şoför arabanın kapısını açtığı vakit, suratına çarpan dökülmüş oturak kokusu midesini bulandırdı. Hemen parlayan gözleriyle, ateşlenen ağzıyla müşterilerine çıkışarak: “Bu ne? Arabamın içini Yeni Cami keneflerine çevirmişsiniz! Ne pis müşteri imişsiniz, Allah belanızı versin!”

Kocasının derdinden zaten sinirleri son tetikte gerilmiş olan hanımefendi birden parladı:

“Bela kendi başına gelsin!”

“Geldi işte, sizden iyi bela olur mu? Ömrünüzde hiç arabaya binmediniz mi? Araba ile helanın birbirinden çok ayrı şeyler olduğunu bilmiyor musunuz?”

“Söylenme herif, parana geçer hükmün…”

“Paran bu kadar bolsa arabaya pisleyip cereme vereceğine temiz, hayırlı işlerde kullan…”

“Biz bu işi kendi isteğimizle yapmadık. Bir kazadır oldu. Çocukların mideleri bozulmuş…”

“Bileydim bu yumurcakları arabama almazdan önce kıçlarına birer iri mantar tıkardım…”

“Benim çocuklarımın kıçı senin babanın şarap şişesi değil…”

“Oldukça büyük bir konakta oturuyorsunuz. Adınız da hanımefendi…”

“Evet öyle… Beğenmedin mi?”

“Sulukule’den Falcı Pembe’yi arabama yolcu almış olaydım içeride sizden daha temiz oturmasını bilirdi. Arabama yestehledikten sonra utanıp önüne bakardı. Siz çingeneden de beter imişsiniz ya!”

“Çingene senin soyun sopundur edepsiz… Sana terbiye dâhilinde muamele ettikçe kabarıyorsun.”

“Terbiye dâhilinde muamele mi? Ulan yedi ceddinin terbiyesine mum yaktığımın karısı! Soyunu sopunu bir sıraya varakladığımın postalı be! Terbiye dâhilindeki muamelen bu… Terbiyesizce davransan acaba nasıl olacak?”

Öfkeden sinirli kadının bütün vücudunu çiftetelli ile oynayan bir çengi gibi, bir titreme aldı.

Hızır kadına dönerek bağırmaya başladı:

“Kadın, ver şu tabancayı… Önce bu herifi geberteyim… Sonra ötekini.”

Şoför, tabanca sözü önünde bir adım geri çekilerek: “Ooo! Hanımefendinin tabancası da var… Demek siz içeriye adam öldürmeye gidiyorsunuz… Önce burada bana kıyacaksınız… Sonra ötekine öyle mi? Ben sizi buraya yanlış getirdim. Siz Toptaşı’na18 götürülecek mahluklarmışsınız…”

Şehreminili Hüsniye, arabadan fırlamış, şoförün kulağına şöyle yalvarıyordu:

“Aman kardeş, sen ona bakma… Zavallı kadın meraklıdır. Ne dediğini bilmez.”

“Meraklı mıdır? Ben onun ne istediğini gözlerinden anladım. Ben bu illetin ilacını bilirim. Kocasında kabahat… Bunu böyle çıldırtıncaya kadar boşlamış… El erkeklerine muhtaç bırakmış… Bir tane de böyle bizim komşuda var… Kocası yetmişlik, karı otuzunda… Ocak süpürücüyü, sakayı, bekçiyi içeri alır…”

Hanımefendi çırpına çırpına haykırarak: “Alçak hayâsız, namusuma, iffetime söz atıyor. İşte hem arabana sıçtık hem de on para vermeyeceğim… Git dava et de al.”

Arabanın sokağa dağılan pis kokusundan hiç farklı olmayan bu kavga böyle kızışmakta iken Hüsniye, önünde durdukları evin çıngırağını öttürdü. Çok geçmeden kapı açıldı. Önü mavi prostelalı yaşlıca bir erkek hizmetçi göründü. Bu gibi işlerde gerçekten görmüş geçirmiş becerikli olan Hüsniye sordu:

“Burası neresi?”

“Madam Savaro…”

“Lokanta… Otel… Biraz da özel eğlence yeri…”

“Evet…”

“Hah biz de işte burasını arıyorduk. Bugün Boğaziçi’nden Beyoğlu’na taşındık… Hiç yerleşmedik… Çocuklarımız da biraz rahatsız; böyle bir yerde yemek yemek, biraz dinlenmek istiyoruz. Bizim için elbette bir odanız bulunur…”

Züğürtlük darlığının ortalığa salgınından Madam Savaro’nun Otel Garni’si de etkilenmişti. Anahtar-kilit gibi hep erkekli dişili gelen müşterilerin arasında böyle iyi niyetle oda isteyenlerin kabullerinde bir sakınca görmeyen yaşlı herif:

“Buyurunuz… Buyurunuz… Oda, yemek, burada her istediğinizi bulabilirsiniz… Fiyatlarımız dışarıdan biraz farklıdır… İşte o kadar…”

Uzun giriş yerinin ta bir ucundan konuşan yaşlı, sokaktaki patırtıyı, hele pis kokuyu hiç sezemedi. Kurnaz Hüsniye, kalın demir kapı kanadını hemen kapatırcasına aralık etmişti.

Hemen hanımefendinin yanına koşarak yalvarmaya başladı:

“Aman Kadınım… Kocanız burada… İçeride… Şimdi bir şeyden kuşkulanırsa bizi otele kabul ettirtmez. Bu terbiyesize uymayınız… Sesinizi kesiniz. Ben otelci ile konuştum… İçeride yiyip içerek dinlenmek istediğimizi söyledim. Kabul etti. Bize bir oda verecekler… Müşteri olarak bir kere otele girelim. Bir odaya kapanalım. Ötekilerin hangi delikte olduklarını ben çabuk bulurum. Bütün başarımız sizin susmanıza bağlı…”

Hüsniye, yarı baygın bir durumda bulunan kızı kucağına aldı. Oğlanı da Kâmile kavradı. Ağzına kadar bir sıvı ile dolu birer kap gibi, taşırmamak için çocukları sarsmadan götürüyorlardı.

Hanımefendi, hızır kadının öğütlerindeki önemi kabul etti. Hain kocasını suçüstü durumunda yakalamak için, fırtınaya karşı yelken açmış sinirlerini indirmeye çabaladı. Titreye titreye, dişlerini gıcırdatarak susmaya uğraştı. Hep otele girdiler. Demir kapıyı itiverdiler.

Sokakta kalan şoför durmadan bağırıyordu. Arabasının içine eğildi. Bütün döşemelerini, insan gövdesinin dışarı attığı ham ve olmuş pisliklerle kirlenmiş buldu. Çıldırmış gibi haykırıyordu:

“Bu mundarlar, otomobile binecek müşteri değil, kenefte oturacak insanlarmış… Puyyy anasını avradını… Geçmişini… Geleceğini… Bu ne be? Bu ne be? İki çocuğun arabayı bu kadar pisleteceğine inanamam. Ant içerim ki o üç karı da boş durmamışlar… Bana elli lira verip de anası, kızı, oğlu, dadısı, teyzesi hep birden böyle arabama sıçmaktan maksatları ne idi acaba? Ne memlekette yaşıyoruz yahu, ne memlekette? Tramvaylarda, vapurlarda ‘Yere tükürmek yasaktır.’ levhaları var. Bunu anlarım. Lakin arabaların içine, üzerlerine ‘Buraya küçük büyük abdest bozması yasaktır.’ yazılı birer levha asılması gerekli midir?”

Arabacı böyle taşıp taşıp da hıncını boşaltamaz bir hâlde kendinden geçmiş gibi iken kulağına sert bir ses geldi:

“Bana bak şoför…”

Şoför döndü. Karşısında iki belediye memuru ile bir polis gördü.

Memur: “Şimdi sen arabanın iki penceresinden dışarı kusan müşterileri taşıyarak buraya gelmişsin…”

Şoför, karşısına derdini dinleyecek resmî bir adam çıkmış olmasına biraz sevinerek: “Evet efendi… Evet… Allah belalarını versin… Yalnız kusmak değil… Hem yukarıdan hem aşağıdan… Hem çocuklar… Hem karılar… Beşi birden… Arabamın hâline bakınız… Böyle şey akla gelir mi ki müşteriyi almazdan önce ‘Mideniz bozuk mudur? Ameliniz var mı?’ diye sorayım!”

Memur: “Bu müşterileri nereden aldın?”

Şoför: “Dizdariye’den…”

Memur: “Nereye getirdin?”

Şoför kapıyı göstererek: “İşte bu otele…”

“Şimdi içerideler mi?”

“Evet…”

“Buraya gelinceye kadar hiçbir yere uğrayıp kimse ile görüştünüz mü?”

Şoför, arabasının pisletilmesinden daha çok büyük bir felaketin eşiğinde bulunduğunu sezer gibi olarak sarardı. Titrek bir sesle “Hayır!” dedi…

Belediye memuru, onun gittikçe uçan rengine dikkat ederek: “Şoför, tutuklusun. Bugün Dizdariye’nin altında Kadırga’da iki kolera olayı var. Sen buraya koleralı hastalar getirmişsin… Şimdi araban dezenfekte edilecek, sen karantinaya alınacaksın. Bu otel kordon altına alınacak… Eğer otomobiline atlayıp kaçmak çocukluğuna kalkışır isen polis tabancasıyla seni vurmak zorunda kalır; kanun bunu ister…”

Cebinden çıkardığı bir kâğıda otomobilin dairesini ve kendi numarasını yazdıktan sonra: “Kaçıp da nereye saklanabileceksin? Sonra tutulduğun zaman göreceğin ceza pek büyük olacaktır…”

“Ben ne kadar zaman tutuklu kalacağım? Kaç gün işleyemeyeceğim?”

“Bilemem. Şimdi muayene için doktorlar gelecek, dışkılar tahlil edilecek, fennî süre içinde salgın ve ölüm olup olmayacağı beklenilecek, görülecek sonuca göre işlem yapılacak…”

Sonra yanındaki astı polise dönerek: “Bu otelin başka kapıları, arkadan girilip çıkılacak yerleri var mı? Öğrenelim… Mesele önemli, sorum büyüktür. Bakınız hastalık İstanbul Kadırga’sından ta Beyoğlu’nun göbeğine atılıyor… Buraya otomobil ile uçarak geliyor. (Polise) Kardeşim, sen burada kapıyı ve bu şoförü bekle… (Memura) Sen de evin başka çıkılacak yerleri olup olmadığını anla… İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye kuş uçurtmayacaksınız… Ben ilk karakola koşup telefonla gereken yerlere haber vereyim…”

Sonra yine şoföre dönerek: “Sen de arkadaş… Olay nasıl oldu? Zihninden bir özet hazırla… Şimdi sana her şeyi soracaklar… Bu hastalar, koleraya tutulduktan sonra asıl hastalık yuvasından kaçmaya kalkışmışa benziyorlar. Oradan buraya kaçmak için herhâlde sana yüklüce bir para vermişlerdir…”

Şoför, gırtlağından dilinin ucuna doğru kaynayan birkaç koyu sövgüyü dişlerinin arasında ezmeye uğraşarak: “Behey imanını! Efendi, şu uğradığım zarar yetmiyor mu ki bir de durup da başıma başka türlü laflar çıkarıyorsunuz? Beni bir evden çağırttılar. Gittim. Ne bilirim onların koleralı olduğunu? Alacağım yolculardan, posta vapurları gibi temiz kâğıdı soramam ya… Belediyeden bize böyle bir emir verilmedi.”

“Her şeyi doğru söyle. Bizi, hükûmeti yorma. Yanıltma… Böyle bir olay sırasında yalan bir sözün çok kötü sonuçlar verir…”

“Yalan kabul etmem… Zaten ben en kötü sonuçlara uğradım. Kim bilir kaç gün arabam işlemeyecek? Kazancımdan olacağım…”

“Hep kazancını düşünüyorsun…”

“Ne yapayım efendim? Benim gelirim yok. Geçinmem bu yüzden… Ben de ev bark geçindiriyorum…”

“Her şeyden önce sağlık, hayat lazım. Daha gençsin, bu mundar hastalığa yakalanıp yakalanmadığını düşünmüyorsun…”

Şoför, gözlerinde beliren birkaç damlayı elinin tersiyle silerek üzgün bir sesle: “Hastalığa bulaştımsa çoluğuma çocuğuma hasret öleceğim…”

“Söyleyeceğin doğru sözlerle hem kendini kurtarırsın hem de birçok insan kardeşini… Şimdi ben olayı idareye bildirir yeter sayıda polis ve sağlık memurları göndertirim. Aman polis efendi oğlum dikkat! Arkadaşların gelince hemen sokağın iki başını da tutunuz.”

Memur, bu tehlikeli görevi hemen yapmaya koştu. Şoför, kendisinden biraz uzakta duran polis neferiyle yalnız kalınca sordu:

“Kardeş, şimdi koleralı olduğumuz anlaşılırsa bu otomobili ne yaparlar?”

“Yakarlar…”

“Sonra parasını verirler mi?”

“Bilmiyorum…”

Şoför, çok karamsar bir gözle arabasının içine baktı. Yine pek koyu birkaç sövgü savurmaktan dilini kurtaramadı. Arabasının başına gelecek felaketi anladı. Şimdi kendini düşünerek sordu:

“Şimdi ben koşmaya başlarsam bana ne yaparlar?”

“Siyah muşambalı sedyeye korlar, karantinaya götürürler…”

O anda, içine doğru eğildiği otomobilden gelen ağır kokudan şoför derin bir bulantı duydu. Fakat öğürmemek için hemen geri çekildi. Yüreğinden büyük bir korku kabardı. Şakaklarını soğuk bir ter üşüttü. Acaba koleraya mı tutuluyordu?

O sırada önünde bekledikleri otelin kapısı açıldı. Hiçbir şeyden habersiz, masum bir çehre ile sokağa çıkmak isteyen genç bir kadının yüzüne karşı polis tabancasını uzatarak “İçeri!” emrini verdi. Kadın birbiri ardınca birkaç çığlık kopararak kapıyı gümbedek örttü, kaçtı…

Bir kutu müshil şekerlemesi, İstanbul’da birçok kişiyi yoracak, ölüm korkularına, çarpıntılarına uğratacak korkunç bir olay yarattı.

Şekerlemelerin, onları yapan eczacının ustalığına bir reklam olacak kadar etkili ve kuvvetli olması da bir kötü rastlantıydı. Bu ilaçlar, yarışma için bir sergiye gönderilmiş olaydı belki altın madalya kazanırdı. Fakat bu olay da bir otomobili helaya çevirmekle işi pisletti… Yerinde kullanılmayan her ilaç, her kuvvet böyledir.

12

Madam Savaro, Doğu’da Rumlaşmış bir İtalyan karısıdır.

Kimi işler vardır ki, bilmem neden, bunlara ince sanat denir. İnceliklerini kavrayabilmek için yaradılıştan yetenek ister. Kaba Türkler, bu ince sanatlarda, iktisatça her türlü geriliklerine karşın, her zaman müşteri durumundadırlar… Diğer alışverişlerde olduğu gibi, bunda da iyice kavrayamadıkları için soyulurlar.

Başka ülkelerde her şey hoş görülür; yalnız aç kalmak ayıptır. Çalışmalı! Avrupa ahlakçıları, boş durmaktansa kötülük yapmayı üstün sayarlar. Kötülük yapmak iki türlüdür: Biri kendi kendine yapmak; öbürü başkalarına. Biz Türkler, kötülüğü kendimize yaparız. Çünkü kazanç biçiminde onu başkalarına yapmak bir hünerdir. Bunda da çok beceriksiziz. Avrupa moralistleri, kendi ulusları çıkarına, başkalarına yapılacak kötülükleri büyük ahlaklılık sayarlar. Böylelerini teşvik, ödüllerle, nişanlarla taltif ederler.

Kötülükle iyiliğin sınırları o denli birbirine karışmıştır ki çok kez insan nereden gideceğini şaşırır. Bir kedinin bacağını kırmak büyük barbarlıktır. Fakat nüfusu milyonları aşan masum bir kavmi bütün varına yoğuna konmak için barutla, ateşle öldürerek, açlıkla kırarak yeryüzünden yok etmeyi düşünmek yüksek siyasettir! Evet savaş sırasında bu, zorunlu gibi görünür. Fakat efendim, Avrupa diplomatlarının barış zamanlarında da bundan başka düşünceleri yoktur… Aralarında en zayıf hangi ülkedir? İleride bir tasımına getirip onu paylaşıvermek için aralarında gizli bağlaşmalar, anlaşmalar yaparlar.

Hayat kanunu ne korkunç bir şey! Birbirini yemek için didişen en küçük iki böcek arasındaki bu boğazlaşma, en büyük ülkelerin ufuklarını toplarla sarsan, topraklarını kızıl kanlara bulayan bir savaş felaketine kadar yükseliyor! Ya paralayıp yiyeceksin ya paralanıp yeneceksin. İşte hayatın birtakım ahlak çiçekleriyle örtülen gizli anlamı!

Hristiyanlığı dünyanın en ücra, en ilkel, en vahşi alanlarına dek yaymak için misyonerler gönderen Avrupa hükûmetlerinin kendileri, dinlerinin hükümlerini yerine getirmiyorlar.

“Büyük Kurtarıcı”nın, “Kendine yapılmasını istemediğin bir kötülüğü başkasına yakıştırma!” yolundaki ahlaki, insani emirleri İncillerde kapalı duruyor. Bu “varak-ı mihr ü vefa”nın19 hükmüne boyun eğen bir vicdan, papazlar arasında bile görülemiyor. Bugünkü misyonerlerin kılığından başka edimli olarak papazlığa, din adamına yakışır bir nitelikleri yoktur. Bunlar sanki din kılığı altında, her biri bağlı bulundukları hükûmetlerin adına ve hesabına insan kandırmaya çıkmış simsarlardır.

Kimi törenler bir yana bırakılırsa bütün kiliselere, burnu dua kitabının üzerine düşüp uyuklayan kocakarılardan başka gidenler yoktur. Kimi erkek kadın çift gençler de bu tapınaklara gidiyorlar fakat oralara ne yapmak için girdiklerini Maupassant, hikâyelerinde hiç sıkılmadan söylüyor…

Sözde “laik”, din işlerini dünya işlerinden ayrı tutan, niçin daha açık söylemeyeyim, dinsiz hükûmetlerin bütçelerinde kilise masrafları ağır bir toplam tutar.

Bu, eskiden beri dönen ve durmadan dönmesi dinlinin, dinsizin çıkarları gereği olan bir dolaptır.

Kimi Avrupa hükûmetleri, Hazreti Mesih’in yüksek moraline aykırı yaşayan Hristiyan devletlerdir. Kendi ülkelerinde kanunlarının uygun bulmadığı şeyleri bizim yurdumuzda yaptırmak için uyruklarından en açıkgözlülerini gönderirler. Hep bunların adı gizli “misyon”dur. Bunların, hükûmetler tarafından gizlice görevlendirilip gönderilenleri veya buradaki casusluk incelemelerini sonra ilgili hükûmetlere satmak için kendi hesaplarına işe başlayanları vardır.

Birbirinin bu çeşit gizli misyonlarına karşı Avrupa devletleri gayetle uyanık bulunurlar. Her şeyde olduğu gibi, bu konuda da en saf olanı biziz.

Madam Savaro, Abdülhamit zamanında koca başlı, lenger karınlı, aklı ve hamiyeti göğsündeki nişanlarının sayısıyla ölçülen şişko bir paşanın metresiydi. Hazineleri midelerine dolduran bu obur “devletlûlar”, “atufetlular”, kanlarında biriken kuvvetin sıcaklığıyla bir karı, iki karı, üç karı ile yetinmezlerdi. Çifte çifte nikâhlılarından, odalıklarından, sofalıklarından başka ayrı dinden metresleri de olurdu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Direktris: Kadın yönetici, müdire. (e.n.)

2

Prostela: Önlük. (e.n.)

3

Lamehlemlik: Namahremlik. (e.n.)

4

Partiküliye: Particulier; hususi, özel. (e.n.)

5

Kokozluk: Parasız, züğürt olma durumu. (e.n.)

6

Yalabıkça: Yakışıklıca. (e.n.)

7

Kaime: Kâğıt para. (e.n.)

8

Karmanyola: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak yapılan soygunculuk. (e.n.)

9

Şer: Dinî yasalara. (e.n.)

10

Düzgün: Fondöten. (e.n.)

11

Serviyet: Evrak çantası; serviette. (e.n.)

12

Hezarfen: Çok bilgili kimse. (e.n.)

13

Sülale-i tahire: Temiz sülale olan Hazreti Muhammed’in soyu. (e.n.)

14

Accoucheur: Doğum doktoru. (e.n.)

15

Hun: Kan. (e.n.)

16

Alan taran: Darmadağın. (e.n.)

17

Sürgün şekeri: Müshil. (e.n.)

18

Toptaşı: Toptaşı Bimarhanesi kastediliyor. Toptaşı Bimarhanesi, tüm hastaları ve personeliyle birlikte 1927 yılında Bakırköy‘e devredilene kadar Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in en büyük akıl hastanesi olarak hizmet vermiştir. (e.n.)

19

Varak-ı mihr ü vefa: Sevgi ve sadakatin belgesi. (e.n.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
6 из 6