bannerbanner
Kuzin Bette
Kuzin Bette

Полная версия

Kuzin Bette

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
7 из 9

“Size Hulot diyorlar! Sizi tanımıyorum artık!” dedi ve içeri girdi.

Yarı açık kapıdan, işretin yüksek kahkahalarına karışan birinci sınıf bir ziyafetin kokularıyla yüklü şimşek gibi bir ışık hüzmesi göründü.

Şarkıcı aralık kapıdan baktı, Hulot’yu tunçtanmış gibi olduğu yerde mıhlanmış bulunca bir adım ileri attı, tekrar göründü.

“Mösyö…” dedi. “Chauchat Sokağı’nın eski püskülerini Bixiou’nun küçük Héloise Brisetout’suna devrettim; pamuklu takkenizi, ayakkabı çekeceğinizi, kemerinizi, sarı boyanızı arayacak olursanız size vermelerini tembih etmiştim.”

Bu çirkin şaka Baron’u oradan, Lut’un Gomora’dan kaçışı gibi kaçırdı ama Baron, Lut’un karısı gibi arkasına bakmadı.

Hulot gazap içinde yürüyerek, kendi kendine söylenerek evine geldi; ailesini, evvelce başlamış bıraktığı iki meteliğe oynadıkları whist partisine sükûnetle devam eder buldu. Kocasını görünce zavallı Adeline başlarına müthiş bir felaket, bir namus felaketi gelmiş sandı. Kâğıtları Hortense’a verdi, Hector’u küçük salona götürdü. Aynı salonda beş saat önce Crevel sefaletin en yüz kızartıcı can çekişmeleri hakkında kehanette bulunmuştu.

“Nen ver?” dedi korkmuş bir hâlde.

“Oh! Beni affet, müsaade et de bu alçaklıkları sana anlatayım.”

Hulot, on dakika içinde içinin öfkesini döktü.

Bu zavallı kadın kahramanca bir eda ile “İyi ama dostum…” diye karşılık verdi “O türlü mahluklar aşkı, senin layık olduğun o saf, sadık aşkı bilmezler. O derece anlayışlı olan sen, nasıl olur da milyonlarla mücadele etmeye kalkışabilirsin?”

Baron karısını yakalayıp bağrına basarak “Sevgili Adeline!” diye bağırdı.

Karısı, izzetinefsinin kanayan yaraları üzerine merhem sürmüştü.

“Dük d’Hérouville’in servetini ortadan kaldırsanız, elbette ki o zaman bu kadın ikimiz arasında tereddüt etmeyecektir!” dedi Baron.

Adeline son bir gayret sarf ederek “Dostum!” diye devam etti. “Eğer sana mutlaka metres lazımsa niçin Crevel’in yaptığı gibi pek pahalı olmayan, az bir şeyle uzun zaman kendini mesut sayacak soydan kadınlar seçmiyorsun? Bundan hepimiz zararsız çıkarız. Bu ihtiyacı anlıyorum ama hiç anlamadığım bir şey varsa o da kibirdir.”

“Oh! Ne iyi, ne harikulade bir kadınsın sen!” diye bağırdı Baron. “Ben bir ihtiyar deliyim, senin gibi melek bir eşe layık değilim.”

Karısı biraz hüzünle karışık bir eda ile “Ben sadece Napolyon’umun Joséphine’iyim.” diye karşılık verdi.

“Joséphine senin değerinde değildi.” dedi Baron. “Gel, kardeşimle, çocuklarımla whist oynayacağım. Kendimi aile babası sanatıma vereyim, Hortense’ımı evlendireyim, gömeyim bu hovardalığı.”

Bu samimiyet zavallı Adeline’e o kadar çok dokundu ki şunları söyledi:

“Ötekini berikini Hector’uma tercih ettiğine göre, anlaşılan bu mahlukun kötü bir zevki var. Ah! Seni dünyanın bütün altınına değişmem. İnsan senin tarafından sevilmek saadetini tadınca seni nasıl bırakabilir?”

Baron’un karısının bu müfrit bağlılığını mükâfatlandıran bakışı, Adeline’in, en kudretli kadın silahlarının tatlılık ve itaat olduğu hakkındaki kanaatini sağlamlaştırdı. Adeline bunda aldanıyordu. Son haddine vardırılan asil hisler, en büyük kötülüklerin vardıklarına benzer neticelere varırlar. Bonaparte, XVI. Louis’nin, Mösyö Sauce’un kanının dökülmesine müsaade etmediği için mutlakiyeti, kafasını kaybettiği yerden iki adım ötede halk bir yaylım ateşine tuttuğu için imparator oldu.

Wenceslas’ın mührünü, uykudayken bile ayrılmamak için yastığının altına koyan Hortense ertesi gün erkenden uyandı, babasından kalkar kalkmaz bahçeye gelmesini rica etti.

Dokuz buçuğa doğru baba, kızının arzusuna uyarak onu koluna takmış, birlikte rıhtımlar boyunca Royal Köprüsü’nden Carroussel Meydanı’na doğru gidiyorlardı.

Hortense, bu geniş meydanı geçmek için dar bir geçitten çıkarken “Baba, başıboş geziyormuş gibi yapalım!” dedi.

Babası şaka ederek “Burada başıboş gezilir mi?” diye sordu.

“Müzeye gitmek niyetiyle evden çıktık.” dedi Hortense. Doyenne Sokağı üzerine zaviye-i kaime hâlinde uzanan evlerin duvarlarına yaslanmış barakaları göstererek “Bak, orada çerçiler, tablo tacirleri var.” dedi.

“Kuzinin orada oturuyor.”

“Biliyorum ama bizi görmemeli…”

Baron kendini Madam Marneffe’in -ki derhâl onu düşündü- pencerelerine otuz adım yakın hissedince kızına, “Ee, ne yapmak istiyorsun?” dedi.

Hortense babasını, eski Louvre galerileri boyunca uzayan ev yığınının köşesinde, Nantes Konağı karşısındaki dükkânlardan birinin vitrinine doğru sürükledi. Babasını, sanki alacağı yarayı ona teskin ettirecekmiş gibi dün güzel ihtiyarın kalbine hayalini salan ufak tefek, güzel hanımın pencerelerine bakmakla meşgul bırakarak dükkâna girdi. Baron, karısının nasihatini tatbike başlamaktan kendini alamadı.

Madam Marneffe’in cana yakın meziyetlerini hatırlayarak kendi kendine “Bizi, küçük burjuva kadınları paklar.” diye söylendi. “Bu ufak tefek kadın bana açgözlü Josépha’yı çarçabuk unutturacak.”

İşte, aynı anda hem dükkânın içinde hem de dışında olup bitenler:

Yeni dilberinin pencerelerini tetkik ederken Baron, redingotunu fırçalayarak dışarıyı gözetleyen, meydanda birini bekliyormuş gibi yapan kocayı gördü. Âşık Baron önce görünmekten, sonra da tanınmaktan korkup eve ara sıra göz ucuyla bakabilecek şekilde arkasını Doyenne Sokağı’na döndü. Bu hareket onu, rıhtımlar gelerek evine girmek için köşeyi dönen Madam Marneffe’le hemen hemen yüz yüze getirdi. Valérie, Baron’un şaşkın bakışını görünce sarsılmış gibi oldu, fenlenmiş bir kadının göz işaretiyle mukabele etti.

“Dilber kadın!” diye Baron bağırdı. “İnsana pek çok çılgınlıklar yaptıracak kadın!”

Madam Marneffe, kati ve şiddetli bir karar vermiş bir kadın gibi dönüp, “Siz Mösyö Baron Hulot’sunuz, değil mi? diye karşılık verdi.

Gittikçe şaşkınlığı artan Baron bir tasdik işareti yaptı.

“O hâlde, mademki tesadüf bizi iki defa göz göze getirdi, sizi meraka düşürmek veya alakadar etmekle bahtiyarım. Çılgınlıklar yapacak yerde, bize karşı adalet göstermenizi söyleyeceğim. Kocamın talihi size bağlıdır.”

Baron kibar bir eda ile sordu:

“Ne demek istiyorsunuz?”

Kadın gülümseyerek karşılık verdi:

“Kocam; Harbiye Nezaretinde, sizin dairenizde, Mösyö Lebrun’ün kısmında, Mösyö Coquet’nin bürosunda memurdur.”

“Hazırım, madam… Madam?”

“Madam Marneffe.”

“Madam Marneffeciğim, güzel gözleriniz için haksızlık etmeye de hazırım. Evinizde bir kuzinim var, onu bugünlerde mümkün olduğu kadar kısa bir zamanda görmeye geleceğim, orada bana dertlerinizi söylersiniz.”

“Cüretimi affediniz, Mösyö Baron ama neden böyle konuşmaya mecbur olduğumu anlayacaksınız, hiç kimsem yok.”

“Ah! Ah!”

Kadın gözlerini indirerek “Oh! Mösyö, hislerimi yanlış anlıyorsunuz.” dedi.

Baron, güneş batmış sandı.

“Umutsuzum ama iffetli bir kadınım.” diye kadın devam etti. “Altı ay önce biricik hamimi, Mareşal Montcornet’yi kaybettim.”

“Yaaa! Siz onun kızısınız demek!”

“Evet, mösyö ama hiçbir zaman beni tanımadı.”

“Servetinin bir kısmını size bırakabilirdi o zaman!”

“Bana hiçbir şey bırakmadı, mösyö. Çünkü vasiyetname bulunmadı.”

“Oh! Zavallı yavru, Mareşal’i inme ansızın alıp götürdü. Yok canım, umutsuzlanmayınız madam, imparatorluğun Şövalye Bayardlarından birinin kızına verilecek şey bulunur.”

Madam Marneffe, Baron’u zarif bir eda ile selamladı, o da Baron gibi muvaffakiyetinden gurur duydu.

Baron, kadının belki de mübalağalı bir zarafet verdiği elbisesinin dalgalı hareketini tahlil ederken kendi kendine söylendi:

“Sabahın bu vaktinde hangi yere batası yerden geliyor? Yüzünde hamamdan geldiğini düşündürmeyecek kadar fazla bir yorgunluk var, kocası da onu bekliyor. Olur şey değil; bu, insana türlü türlü şeyler düşündürüyor!”

Madam Marneffe eve girince Baron, kızının dükkânda ne yaptığını öğrenmek istedi. Dükkâna girerken bile, durmadan Madam Marneffe’in pencerelerine baktığından, içeriden şaşkın gibi çıkan solgun yüzlü, keskin kurşuni gözlü, siyah merinostan yazlık bir palto, kaba bez bir pantolon ve sarı deriden tozluklu pabuç giymiş bir gence az kalsın çarpıyordu. Gencin Madam Marneffe’in evine doğru koştuğunu, oraya girdiğini gördü. Dükkânın içine süzülünce Hortense kapının önünde, ortada bir masanın üzerinde göz önüne konmuş meşhur heykeli derhâl fark etti.

Onu tanımasına sebep hadiseler olmasaydı bile, bu şaheser büyük şeylerin Brio’su denen tarafıyla genç kızın gözüne çarpardı; o kız ki İtalya’daki Brio heykeli için elbet modellik edebilirdi.

Deha sahibi kimselerin bütün eserlerinin bütün gözlerde, hatta cahillerin gözlerinde bile o parlak, o muhteşem görünüşü aynı derecede değildir. Onun için Raphael’in meşhur Transfiguration’u, Madone de Foligno’su, Vatikan’daki Stanze’lerin freskleri insanda, Sciarra galerisinin Joueur de Violon’u, Pitti galerisindeki Donilerin portreleri ve Vision d’Ezechiel, Borghèse galerisindeki Le Portement de la Croix, Milano’daki Bréra Müzesi’nin Le Mariage de la Vierge’i gibi ani hayranlık uyandırmaz. Tribune’deki Saint-JeanBaptiste’le Roma Akademisindeki Saint Luc Peignant la Vierge, X. Léon’un portresiyle Dresden’deki La Vierge portresi kadar cazip değildir. Bununla beraber, hepsi de aynı kıymettedir. Dahası var! Stanze’de Transfiguration, Camaieuxler ve Vatikan’daki Üç Şövalye tablosu mükemmeliyetin, kemalin son haddidir. Lakin bu şaheserler bütünlükleriyle anlaşılabilmek için, bilgili bir insan tarafından beğenilmek için bir nevi kendini zorlamayı, bir tetkiki icap ettirir. Oysaki Violoniste, Mariage de la Vierge, Vision d’Ezéchiel gözlerin çifte kapısından kendiliklerinden kalbinize girer, oraya yerleşirler. Onu böyle eziyetsiz kabul etmek hoşunuza gider. Bu, sanatın erişilecek son noktası değil, saadetidir. Bu vakıa gösterir ki sanat eserlerinin doğuşunda, ailelerdeki aynı doğuş tesadüflerine rastlanır; ailede, güzel olarak dünyaya gelen, her şeye güler yüz gösteren, her şeyi kolay gelen, annelerine acı vermeyen, bütün hasletlere mesut bir şekilde sahip çocuklar vardır; nihayet, aşk çiçekleri gibi deha çiçekleri de vardır.

Tercümesi imkânsız olan, kullanmaya başladığınız bu İtalyanca “Brio” kelimesi ilk eserlerin vasfıdır. Bu, genç istidadın canlılığının, sonraları bazı mesut saatlerde bulunan canlılığın ve ateşin cesaretinin meyvesidir lakin bu Brio o saatlerde sanatkârın kalbinden çıkmaz; bununla beraber bu Brio, bir volkanın ateşlerini fışkırttığı gibi sanatkârı eserine saldırtacak yerde, sanatkâr ona tabi olur. Onu bazı vesilelere, sevdaya, rekabete, çoğu zaman kine ve bundan da ziyade edinilmiş şöhretin muhafazası için mecbur kalınan bazı gerekçelere borçludur.

Wenceslas’ın heykeli müstakil eserlerine nispetle, Mariage de la Vierge, Raphael’in bütün eserleri içinde neyse oydu; bu, çocukluk neşesiyle, hoşa giden bütünlüğüyle, annenin gülüşlerinin aksisedası gibi olan gamzelerle yer yer çukurlaşmış pembe, beyaz tenler altında gizli kuvvetiyle istidadın taklit edilmez bir zarafet içinde attığı ilk adımdır. Söylendiğine göre, Prens Eugene, Raphael’in tablolarından mahrum bir memleket için bir milyon değeri olan bu tabloya dört yüz bin frank vermiş. Onunla beraber, sanat bakımından kıymeti daha yüksek fresklerin en güzeline bu kadar para verilmezdi.

Hortense, harçlıklarından biriktirdiği parayı düşünerek hayranlığını gizledi, lakayt bir tavır takındı, tacire “Fiyatı ne bunun?” diye sordu.

Tacir, bir köşede bir taburede oturan delikanlıya bir göz işareti yaparak “Bin beş yüz frank.” diye karşılık verdi.

Bu delikanlı, Baron Hulot’nun bu canlı şaheserini görünce şaşkına döndü. Önceden haberi olan Hortense, o zaman sanatkârı ızdırapla sararmış yüzünün ifadesini başkalaştıran kırmızılıkla tanıdı. İki kurşuni gözde, sualiyle ateş çakan iki kıvılcımın parıldadığını gördü. Çile çeken bir rahibin yüzü gibi zayıf ve çekik olan bu yüze baktı; pembe ve hatları düzgün ağzına, zarif, mini mini çenesine, Slav’ın ipek lifleri gibi yumuşak kumral saçlarına hayran oldu.

“Eğer bin iki yüz franga olsaydı…” dedi. “Onu evime göndermenizi söyleyecektim.”

“Antika bu matmazel.” demekle tacir, bütün meslektaşları gibi, bu antikacı raconuyla her şeyi hallettiğini sanmıştı.

Genç kız mülayim bir eda ile “Affedersiniz mösyö.” diye karşılık verdi. “Heykel bu yıl yapılmıştır, zaten ben de bu fiyata razı olduğunuz takdirde, sanatkârı bize yollamanızı rica etmek için geliyorum çünkü kendisine oldukça mühim bazı siparişler buluruz belki.”

Dükkân sahibi babayanilikle “Bu bin iki yüz frangı ona verirsem…” dedi. “Bana ne kalacak? Ben tacirim.”

Genç kız istihzalı bir ifade ile “Evet, öyle ya!” dedi.

Livonyalı kendinden geçerek “Ah matmazel, siz alınız, ben tacirle anlaşırım!” diye bağırdı.

Hortense’ın harikulade güzelliğine, onda gördüğü sanat aşkına vurularak ilave etti: “Bunu ben yaptım; on gündür, günde üç defa kıymetini anlayacak birinin çıkıp çıkmadığını anlamak için geliyorum. Siz benim ilk hayranımsınız, alınız!”

“Mösyö, tacirle birlikte bir saat sonra geliniz. İşte, babamın kartı.” diye Hortense karşılık verdi.

Sonra, tacirin eseri bir beze sarmak için küçük bir odaya girdiğini görünce kendini rüyada sanan sanatkârı hayrete düşürerek alçak sesle şunları söyledi:

“Mösyö Wenceslas, istikbalinizi düşünerek Matmazel Fischer’e bu kartı göstermeyiniz, heykeli satın alanın da adını söylemeyiniz çünkü o bizim kuzinimizdir.”

Bu, “bizim kuzinimiz” sözü sanatkârın başını döndürdü. Yeryüzündeki Havvalarından birini görerek gözünde cennet canlandı. Hortense nasıl kuzininin âşığını hayal etmişse o da Lisbeth’in kendisine sözünü ettiği kuzinini öyle hayal etmişti. Hortense dükkâna girdiği zaman “Ah!” diye düşünmüştü. “Eğer o da böyle ise?..” İki âşığın bakışlarında sanki alev parladı çünkü faziletli âşıklarda en küçük bir riyakârlık bile yoktur.

“Eee, içeride ne yapıyorsun?” diye baba kızına sordu.

“Biriktirdiğim bin iki yüz frangımı harcadım, gel.”

“Bin iki yüz frank mı?” diye tekrarlayan babasının koluna girdi. “Hatta bin üç yüz. Ama üstünü sen tamamlayacaksın!”

“Peki, bu dükkânda neye bu kadar parayı harcayabildin?”

“Ah, bak!” diye mesut genç kız karşılık verdi. “Ya, bir koca buldumsa pahalı der misin?”

“Kızım, bu dükkânda bir koca buldun ha?”

“Dinle babacığım, beni büyük bir sanatkârla evlenmekten meneder miydin?”

“Hayır, yavrum. Büyük bir sanatkâr bugün unvansız bir prens demektir. Şöhret ve servet…” İkiyüzlü bir eda ile “Faziletten sonra en büyük iki içtimai muvaffakiyettir.” diye ilave etti.

“Tabii…” dedi Hortense. “Heykeltıraşlık hakkında ne düşünüyorsun?”

Hulot başını salladı:

“Pek kötü bir iş.” dedi. “Büyük bir istidattan başka, büyük himayeler de lazım çünkü onun en büyük müstehliki devlettir. Bugün artık büyük şahsiyetler, büyük servetler, saraylar, ‘majorat’lar10 bulunmadığı için mahreci olmayan bir sanattır. Evlerimizde ancak küçük tablolara, küçük figürlere yer verebiliyoruz. Sanatlar küçüğün tehditlerine uğradı.”

“Ya mahreçler bulabilecek büyük sanatkâr…” diye Hortense devam etti.

“Mesele halledilmiş olur.”

“Himaye de görecek.”

“Daha âlâ ya!”

“Asil de!”

“Yok canım!”

“Kontmuş!”

“Heykeltıraşlık da ediyor!”

“Ama parası yok!”

Baron, kızının gözlerine keskin bir müstantik bakışıyla bakarak alaycı bir ifade ile “Yoksa bu adam, Matmazel Hortense Hulot’nun servetine mi güveniyor?” dedi.

Hortense sakin bir tavırla babasına “Kont olan, heykel yapan bu büyük sanatkâr…” diye karşılık verdi. “Biraz önce hayatında ilk defa, beş dakikacık kızınızı gördü, Baron hazretleri. Sevgili babacığım, biliyor musun, dün sen Mecliste iken annem bayıldı. Bu bayılmanın sebebi, evlenme işimin bozulmasından doğan kederdi çünkü bana dedi ki benden kurtulmak için…”

“Annen seni o kadar sever ki…”

Hortense gülerek “Kaba bir tabir kullanmaz.” diye devam etti. “Hayır, bu kelimeyi kullanmadı ama ben biliyorum ki evlenme çağına gelip de evlenemeyen bir kız, namuslu bir ana baba için taşınamayacak kadar ağır bir yüktür. Onun için annem düşünüyor ki otuz bin franklık bir çeyizle yetinecek, enerjik, istidatlı bir adam çıkarsa hepimiz bahtiyar olacağız! Nihayet, gelecekteki talihimin mütevazılığına beni hazırlamanın, çok güzel hülyalara kapılmaktan beni menetmenin uygun olacağına hükmediyordu. Bu benim izdivacımın suya düştüğüne ve çeyizsiz kaldığıma delalet ediyordu.”

Her ne kadar bu sırrı duymakla mesut idiyse de derin surette zillete uğrayan baba “Annen çok iyi, çok asil, harikulade bir kadındır.” diye karşılık verdi.

“Dün bana, evlenmem için elmaslarını satmasına müsaade ettiğinizi söyledi ama hem elmaslarını saklasın hem de ben bir koca bulayım istiyordum. Annemin programına uygun adamı, talibi bulduğumu sanıyorum.”

“Orada!.. Caroussel Meydanı’nda mı? Bir günde?..”

Genç kız şeytanca bir ifade ile “Oh, baba! Kötülük uzaktan gelir.” diye karşılık verdi.

Baron kuşkularını gizleyerek okşayıcı bir eda ile “O hâlde kızım, hepsini babana anlat bakalım!” dedi.

Sır saklayacağı sözünü aldıktan sonra, Hortense, Kuzin Bette’le olan konuşmalarının özünü anlattı. Sonra eve dönünce tahminlerindeki görüş derinliğini ispat için babasına meşhur mührü gösterdi. Bir gecede, ideal aşkın bu masum genç kıza ilham ettiği planın basitliğini gören baba, insiyaklarıyla hareket eden genç kızların maharetine, kendi içinden hayran oldu.

“Biraz önce satın aldığım şaheseri göreceksin, şimdi getirecekler ve sevimli Wenceslas da tacirle birlikte gelecek. Böyle bir eserin müellifi servet sahibi olmalıdır ama itibarın sayesinden ona bir iş temin et, sonra da enstitüde bir yer.”

“Bak sen!” diye bağırdı baba. “İş sizin elinize kalsa kanuni mühlet zarfında, on bir gün içinde evlenivereceksiniz.”

“On bir gün mü beklenir?” diye gülerek karşılık verdi Hortense. “Beş dakikada onu, sen annemi görür görmez sevdiğin gibi, sevdim! İki yıldır tanışıyormuşuz gibi o da beni seviyor.”

Babasının yaptığı bir harekete karşılık: “Evet!..” dedi. “Gözlerinde on ciltlik aşk okudum. Bir dâhi olduğu size ispat edilince sizle annem onu benim kocam olarak kabul etmez misiniz?” Ellerini çırparak, sıçrayarak “Heykeltıraşlık, sanatların en büyüğüdür!” diye bağırdı. “Dinle! Sana her şeyi söyleyeceğim…”

Baba gülümseyerek “Daha söylenecek şey var mı?” diye sordu.

Bu tam ve geveze masumiyet Baron’u tamamen teskin etmişti.

“Büyük ehemmiyeti olan bir itiraf.” diye karşılık verdi. “Onu tanımadan sevmiştim ama onu gördüğüm bir saat önceden beridir de deli gibi âşığım!”

Bu safdil ihtiras manzarasıyla keyiflenen Baron, “Biraz fazla delilik.” diye karşılık verdi.

“Sana güvendiğim için beni cezalandırmaya kalkışma.” diye genç kız cevap verdi. “İnsanın, babasının kalbine, yüreğine ‘Seviyorum, sevmekle bahtiyarım!’ diye haykırması ne kadar iyi! Wenceslas’ımı şimdi göreceksin! Melankoli saçan bir alın! İçlerinde deha güneşi parlayan kurşuni gözler! Ne kadar da kibar! Ne dersin, Livonya güzel bir memleket mi? Kuzin Bette’im onunla evlenecekmiş, oysaki anası yerinde… Bu bir cinayet olacaktır! Ona yapmış olduklarını öylesine kıskanıyorum ki! Evlenmeme iyi gözle bakmayacağını tasavvur ediyorum.”

“Dinle meleğim.” dedi Baron. “Hiçbir şeyi annenden gizlemeyelim.”

“Ona bu mührü göstermek icap edecek, annemin şakalarından korkan kuzine sırrını kimseye açmayacağıma söz verdim.”

“Mühür için nazik davranıyorsun, öbür taraftan Kuzin Bette’in elinden âşığını çekip alıyorsun.”

“Mühür için söz verdim, müellif için hiçbir söz vermedim.”

Bir babalık sadeliği içinde geçen bu sergüzeşt, bu ailenin gizli vaziyetine garip bir surette uygun düşüyordu; ayrıca Baron kendisine emniyet ettiği için kızını överek bundan böyle ebeveyninin ihtiyatına güvenebileceğini söyledi.

“Sevgili kızım, anlarsın ki kuzininin âşığı kont mudur, değil midir, hareketleri itimat uyandırıyor mu gibi şeyleri öğrenmek senin işin değildir. Kuzinine gelince daha yirmi yaşında yokken beş evlenme teklifini reddetti, bu bir engel değildir, işi ben üzerime alıyorum.”

“Dinleyiniz babacığım, evlendiğimi görmek istiyorsanız, bizim âşığımızdan ancak evlenme mukavelesinin imzası sırasında kuzinime bahsediniz. Altı aydır, bu mevzuda onu sigaya çektim! Onda izah edilemeyen bir şeyler var.”

Meraklanan baba “Nelermiş onlar?” dedi.

“Nihayet, gülerek de olsa dönüp dolaşıp lafı âşığına getirdiğim zaman bakışları iyi değil. Siz tahkikatınızı yapın ama bırakın kendi işimi ben kendim göreyim. Emniyetim sizi temin edebilir.”

Baron hafif alaylı bir eda ile “İsa ‘Bırakınız çocuklar, bana gelsinler!’ demiş, sen de gelenlerden birisin.”

Öğle yemeğinden sonra tacirin, sanatkârın, eserin geldiğini haber verdiler. Kızının yüzünde birden beliren kırmızılık Barones’i önce meraka düşürdü, sonra da dikkat kesildi. Hortense’ın şaşkınlığı, bakışındaki ateş, bu kalpte pek zapt edilemeyen sırrı birden açığa vurdu.

Siyahlar giymiş olan Kont Steinbock, Baron’a çok kibar bir delikanlı gibi göründü.

Eseri elinde tutarak ona “Tunç bir heykel yapar mıydınız?” diye sordu.

Gerçek bir hayranlıkla seyrettikten sonra, tuncu, heykeltıraşlıktan anlamayan karısına verdi.

Hortense annesinin kulağına “Çok güzel değil mi anne?” dedi.

Sanatkâr, Baron’un sorusuna “Bir heykel mi Baron hazretleri?” diye karşılık verdi. “Mösyönün buraya getirtmek lütfunda bulundukları şu duvar saatini tertiplemekten daha zor değildir.”

Tacir, aşk meleklerinin durdurmaya çalıştıkları on iki saatin bal mumundan modelini yemek salonundaki büfenin üzerine koymakla meşguldü.

Bu eserin güzelliği karşısında şaşırıp kalan Baron, “Bu duvar saatini bana bırakınız.” dedi. “Dâhiliye Nazırı’yla Ticaret Nazırı’na göstermek istiyorum.”

Barones kızına “Seni bu kadar ilgilendiren bu delikanlı neyin nesidir?” diye sordu.

Genç kızla sanatkâr arasındaki göz anlaşmasını görerek becerikli, esrarlı bir tavır takınan antika taciri “Bu modeli istismar edecek kadar zengin bir sanatkâr…” dedi. “Bundan yüz bin frank kazanabilir. Yirmi nüshasını sekiz biner franktan satmak elverir çünkü her nüshanın aşağı yukarı bin ekü masrafı var. Lakin her nüshayı numaralayınca, modeli de ortadan kaldırınca bu esere yalnız kendileri sahip olmaktan memnun yirmi meraklı bulunur.”

Steinbock zaman zaman tacire, Hortense’a, Baron’a, Barones’e bakarak “Yüz bin frank!” diye haykırdı.

“Evet, yüz bin frank!” diye tacir tekrarladı. “Eğer zengin olsaydım bu eseri ben sizden satın alırdım çünkü modelini yok ettiğimde bu değerli bir mülk hâline gelir. Ama prenslerden biri, bu şahesere otuz veya kırk bin frank verir, salonunu süslerdi. Sanatlarda bugüne kadar hem burjuvaları hem de erbabını memnun edecek asma saat yapılmamıştır. Mösyö, şu gördüğünüz saat bu müşkülün hallidir.”

Hortense altı tane altın sikkeyi tacire vererek “Bu, sizin hakkınız, mösyö!” dedi. Tacir de çekilip gitti.

Sanatkâr kapının eşiğinde tacire “Bu ziyaretten hiç kimseye katiyen bahsetmeyiniz.” dedi. “Şayet eseri nereye götürdüğümüzü soran olursa Varennes Sokağı’nda oturan meşhur koleksiyoncu Dük d’Herouville’in adını verirsiniz.”

Tacir, tasdik makamında başını salladı.

Tekrar gelen sanatkâra Baron, “İsminiz nedir?” diye sordu.

“Kont Steinbock.”

“Hüviyetinizi ispat edecek vesikalarınız var mı?”

“Evet, Baron cenapları, Rusça ve Almanca olarak yazılmıştır ama resmen onaylanmış değil…”

“Dokuz ayak boyunda bir heykel yapmak kuvvetini kendinizde buluyor musunuz?”

“Evet, mösyö.”

“O hâlde, görüşeceğim kimseler eserlerinizden memnun olurlarsa Mareşal Montcornet’nin Pere-Lachaise’deki mezarı üzerine dikilmek istenen heykelin siparişini size temine çalışacağım. Harbiye Nezareti ile İmparatorluk Muhafız Kıtalarının eski subayları, sanatkârı seçmek hakkını bize verecek kadar mühimce bir para veriyorlar.”

Bu saadet bolluğu karşısında şaşırıp kalmış olan Steinbock “Oh, mösyö! Benim için bir servet olacak!” dedi.

Baron iltifat eder bir eda ile “Müsterih olunuz.” dedi. “Heykelinizle bu modeli göstereceğim her iki nazır da bu eserlerden çok hoşlanacak olurlarsa servetiniz yoluna girmiş demektir.”

Hortense babasının kolunu acıtacak kadar sıkıyordu.

“Vesikalarınızı bana getiriniz; umutlarınızdan hiç kimseye, hatta bizim ihtiyar Kuzin Bette’e bile bir şey söylemeyiniz.”

Arada geçenleri keşfetmeksizin yalnız işin sonunu anlayan Madam Hulot “Lisbeth mi?” diye haykırdı.

“Bilgimin delilini, madamın büstünü yaparak size gösterebilirim.” diye Wenceslas ilave etti.

Madam Hulot’nun güzelliğine vurulan sanatkâr, bir müddetten beri ana ile kızı birbiriyle mukayese ediyordu.

На страницу:
7 из 9