bannerbanner
Dominique
Dominique

Полная версия

Dominique

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Siz Trembles’yı benim bildiğim kadar bilmiş olsaydınız bile gene vaktiyle onda bulduğum tadı anlatmak benim için hiç kolay olmayacaktı. Bununla beraber onun, şu bildiğiniz mütevazı bahçesine varıncaya kadar her yeri, her şeyi tatlı idi. Bahçesinde ağaçlar vardı; bu taraflarda az bulunan şeylerden ve pek çok kuşları vardı ki ağaçları severler ve başka yerde barınamazlar. Orada tertip vardı ve tertipsizlik vardı. Taş merdivenlerin arkasında insanın zevkini okşayan kumlu yollar vardı ki demir parmaklıklara giderdi. Bu yolların az çok tantana ile yürünen ve başka bir devir kadınlarının merasim elbiselerini gösterebilecekleri gezinti yerlerinde ben daima bu zevki duymuşumdur. Sonra loş köşeler, sık yapraklardan güneşin pek geçemeyeceği nemli dört yol ağızları ve buraların bütün bir sene yeşil yosunlar biten süngerli toprakları, nihayet köşede bucakta yalnız bana penah19 olan yerler, bütün bu yerlerde bir metrukiyet ve tarihî eskilik havası eser ve o zamanlardan beri üzerimde nahoş bir intiba bırakmayan bir anışla bana eski zamanları hatırlatırdı. Şimdi aklıma geliyor, yol kenarlarını tezyin eden şimşir fidanları vardı ki üstü iskemle gibi düz budandığı için oturur, bunların yaşlarını anlamak isterdim. Müthiş yaşlı şeyler! André’nin dediğine göre şatonun en eski taşlarından da yaşlı imişler. Onların dikildiğini ne babam ne büyükbabam ne de büyük babamın babası görmüş. Bu kadar yaşlı olan şu küçük fidanlara hususi bir merak ile yakından bakardım. Sonra, akşam olunca bir zaman gelirdi ki bütün koşup atlamalar dinerdi. O zaman taş merdivenin yukarısına çekilir, oradan bahçenin bir ucundaki parkın köşesindeki badem ağaçlarına bakardım. Eylül rüzgârıyla hepsinden evvel yaprakları dökülen bu ağaçlar, batan güneşin alevine karşı konmuş, garip bir tablo manzarasını teşkil ederlerdi. Parkta birçok beyaz ağaçlar, dişbudaklar, defneler vardı ki sonbaharda bunların dallarını, küme hâlinde, ardıç kuşları ve karatavuklar mesken edinirlerdi. Fakat daha uzaklardan göze ilişen, grup hâlinde büyük meşelerdi: En geç yeşerdiği gibi yaprakları da en geç dökülen meşeler ki -bütün korunun ölmüş gibi göründüğü, saksağanların yuva kurduğu, yüksek uçuşlu kuşların dallarda tünediği ve her kış muntazaman memlekete gelen ilk karga ve alacakargaların ağaçlara konduğu- birincikanuna20 kadar yapraklarının kolamsı rengini muhafaza ederler.

Her mevsim bize misafirlerini getirir ve onların her biri hemen meskenlerini seçerlerdi: Bahar kuşları, çiçekli ağaçları, sonbaharınkiler biraz daha yükseklerini, kışın gelenler çalılıkları, dayanıklı fundalıkları ve defneleri… Ara sıra kış ortasında ilk puslu havalar başladığı vakit bir sabah, daha nadir görülen kuşlardan biri, hızlı olmakla beraber, biraz acemice ve garip kanat çırpışlarıyla ormanın en ücra bir tarafında uçardı: Gece gelmiş bir çulluk dallara çarparak yükselir ve çıplak büyük bir ağacın sık dalları arasına sokulurken düz, uzun gagasıyla ancak bir saniye kendini gösterirdi. O bir daha meydana çıkmaz ve ertesi sene aynı yerde bir eşine tesadüf edildiği vakit gene o muhacir kuşun tekrar geldiği zehabı hasıl olurdu.

Orman kumruları kuku kuşlarıyla beraber mayısta gelirler ve bilhassa ılık gecelerin havasında bilmem nasıl bir taze hayat diriliği olduğu zamanlar, uzun fasılalarla yavaşça öterlerdi. Bülbüllere gelince: Onlar da bahçenin sınırında, sık yaprakların derinliklerinde, beyaz kiraz ağaçları içinde ve çiçekli kına ağaçlarında, demet ve koku yüklü leylaklarda, pek az uyuduğum o uzun gecelerde her yer ay ışığı ile yıkanırken ve bazı bazı sevinç yaşları gibi sakin, sıcak ve sessiz yağmur damlaları düşerken benim zevkim ve elemim için bütün gece onlar öter, havada kasvet olunca susarlardı. Sonra güneşle, daha tatlı esen rüzgârlarla ve yakın bir yazın beşaretiyle gene ötmeye başlarlar, en sonra, yumurtaları üstünde kuluçka olunca artık sesleri çıkmazdı. Bazı kere haziran sonunun yakıcı bir gününde, bol yapraklı, koca gövdeli bir ağaçta tek başına dolanıp uçan, yerini şaşırmış, kül renkli, sessiz, korkak, küçük bir kuş görürdüm: Bu, bizi artık terk eden ilkbahar misafirimizdi.

Dışarıda kemale ermek üzere olan otlar sararır, asma çubuklarının kurumuş eski dalları çatırdayarak dökülürken yeni tomurcuklar kendini gösterir, yeşil buğdaylar dalgalı ovada uzak sahalara kadar yayılır, aralarında yoncalar kırmızıya boyanır, sırma işlenmiş çevreler gibi kolzalar göz kamaştırırdı. Hesapsız bir böcekler âlemi: Kelebekler, yabani kuşlar kaçışır ve bu haziran güneşi altında işitilmedik bir inkişaf ile artarlardı. Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı.

Dışarıda ot biçme zamanı gelince köy tam manasıyla bir bayram hayatı yaşardı. İlk olarak tekmil koşum hayvanları çıkarılır, birlikte çalışmak üzere birçok çiftçiler bir araya toplanırdı. Otlar biçilip yüklenirken ben orada bulunur, sonra koskoca yükleriyle köye dönen arabaların üstünde ben de dönerdim. Koca bir karyolaya uzanmış çocuk gibi bu ot yığınının tepesinde, kesilmiş otları çiğneyerek yola çıkan arabanın ahenkli salıntısı içinde, ucu bucağı yokmuş gibi görünen ufuklara binnisbe daha yüksek bir mevkiden bakarak gider, tarlaların yeşile çalan kenarları üzerinden göz alabildiğine yayılıp uzanan denizi görürdüm. Kuşlar etrafımda daha yakından geçerdi. Bu bol hava, bu geniş saha bana bilmem nasıl baş döndürücü bir keyif verirdi ki bir an için hayat realitesini kaybederdim.

Otlar içeri alındıktan sonra çok geçmeden buğdaylar sararmaya başlardı. O zaman aynı iş, aynı başarış, fakat daha sıcak bir mevsimde, daha kızgın bir güneş altında tekerrür ederdi: Nöbetleşe esen şiddetli rüzgârlarla sakin havalar, ezici öğle sıcakları, şafaklar kadar güzel geceler, boralı günlerin sinirlere dokunan elektrikli bulutları…

Daha büyük bir bolluk içinde daha az neşe, güneşten kavrulmuş ve mahsul vermekten bıkmış bir toprağa düşen ot yığınları: İşte bizim için yaz. Sonbaharımızı bilirsiniz, mevsimlerin şahıdır. Sonra kış gelir, senenin bir devri onunla kapanırdı. O zaman odamda biraz daha fazla kalırdım. Daima uyanık olan gözlerim, birincikanunun sislerini ve her yere kardan daha kasvetli bir perde çeken kesif yağmurları hâlâ delmeye çalışırdı.

Ağaçlar hep yapraklarını döktüğü için nazarım parkı bütün büyüklüğüyle kucaklayabiliyordu. Kışın hafif sisli bir havası kadar hiçbir şey bu parkı büyütmezdi. Çünkü böyle havalarda pek mavileşen uzaklıklar, hakiki mesafe tahmininde gözü aldatırdı. Ortalıkta çıt yoktur, ses seda çıkmaz. Fakat pek az da olsa çıkanlar daha barizdir. Hele akşamları ve geceleri havada sesleri büyütüp aksettiren bir tannaniyet vardır. Bakarsınız, bir çalı kuşunun sesi, dilsiz ve boş vadilerde… Üstüne sessizlik sinen, rutubeti emen bu hailsiz vadilerde alabildiğine uzayıp gider. O zaman Trembles tarife sığmaz, cezbeli bir hâl alırdı.

Dört ay kışın burada, sizinle konuştuğum şu odada benim işim gücüm, senenin diğer sekiz ayında, rüya misali bana canlı bir hayat yaşatan kanatlı, ince bir dünyayı… manevi keşifler ve kokular dünyasını, ses ve hayal dünyasını, elimden kaçırmayacak bir surette zorla tutup tahşid etmekten21 ve ağdalaştırmaktan ibaretti.

Augustin beni zapt ve işgali altına alırdı. Mevsim de onun yardımcısı idi. O zaman ben ortaksız onun tasarrufuna geçer ve işsiz geçen o kadar günlerin acısını seve seve çekerdim. O günler hakikaten faydasız mı idi?

Talebesi ben, etrafımdaki şeylere karşı bu derece hassas iken bizzat kendisi pek az duygulu olan Augustin, saatlerinde yanıldığı gibi günlerini, aylarını da şaşıracak derecede mevsimlerin tevalisini22 mühimsemez, bütün varlığımı tatlı bir acı ile mütehassis eden bu kadar duygulara karşı o, vurdumduymaz, soğuk, metodik, korekt ve mizacının bende pek az olan itidaliyle, içimden geçenleri umurlamak şöyle dursun, hatta bunları hatırına bile getirmeyerek yanı başımda yaşar, giderdi.

Dışarı seyrek çıkar, odasını nadiren terk eder, sabahtan karanlık basıncaya kadar orada çalışır ve ancak geceleri hiç oturulmayan yaz akşamlarında, bilhassa gün ışığından artık mahrum kaldığı için kendine mola verirdi.

Çok okur, okuduğu şeylerden notlar alırdı: Ben onun aylarca yazı yazdığını görürdüm. Hep nesir yazardı ve çok kere bu muhavere şeklinde olurdu. Bir salnameden bir sürü ism-i haslar23 seçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. O isimlere birer yaş verir, her birinin simasını, karakterini tespit eder; orijinal, acayip gülünç taraflarını bulur ve muhtelif kombinezonlarla dramlarında, komedilerinde tahayyül ettiği şahıs da işte bu olurdu. Süratli yazardı. Mütenazır harflerinin ince ve kalınlıklarını belli eder ve yazısı göze pek net görünürdü. Yazarken kendi kendine dikte ediyormuş gibi yavaşça söylenirdi.

Ara sıra gülümsediği olurdu. Besbelli kaleminin ucundan daha sert bir mütalaa doğardı. Eşhasından24 birinin sıkı ve dürüst bir muhakeme yürüttüğü uzunca bir muhavereden sonra nefes alacak kadar bir müddet dururdu. Kalemi aldığı vakit “Hadi bakalım, şimdi buna ne cevap vereceğiz?” dediğini duyardım. Şayet bir aralık karşısındakine açılacağı tutarsa beni yanına çağırır, “Şunu bir dinleyin bakalım Mösyö Dominique.” derdi. Anlamış gibi durduğum pek az olurdu. Yüzlerini görmediğim, kendilerini hiç tanımadığım birtakım kimseler ne dereceye kadar beni alakadar edebilirdi?

Kendi hayatımla tamamıyla yabancı olan bütün bu karışık hayatlar bana, uydurma bir cemiyetin hiç içine girmek istemediğim değişiklikleri gibi geliyordu. Augustin meyus olmaz, “Merak etmeyin, ileride anlarsınız.” derdi.

Müphem bir surette fark ediyordum ki genç muallimimin en ziyade hoşlandığı şey bizzat hayat oyununun sahnesi, hislerin mekanizması hırsların, menfaatlerin, kötülüklerin çarpışması idi. Fakat tekrar ediyorum, Augustin’in dediği gibi, dünya bir satranç tahtası imiş, hayat bu tahta üzerinde iyi ve fena oynanan bir oyundan ibaretmiş ve bu oyunun kendine mahsus kaideleri varmış. Doğrusu bunlar bana vız geliyordu.

Augustin çok mektup yazardı. Ara sıra kendine de mektup gelirdi. Gelen mektupların birçoğu Paris damgasını taşımakta idi. Bu gibileri o, daha acele açar ve bir hamlede okurdu. O zaman hafif bir heyecan, renk vermemek âdeti olan yüzünü, bir müddet için canlandırırdı. Bu mektuplardan birini aldığı vakit ya birkaç saatten fazla sürmeyen bir yeis ve fütura düşer yahut haftalarca onu doludizgin koşturan bir cerbeze taşkınlığı gösterirdi.

Bir veya iki kere, onun, birtakım kâğıtları derleyip Paris adresine göndermek için, zarfa koyduktan sonra sıkı sıkı tembihlerle Villeneuve köy müvezzisine verdiğini gördüm. O zaman aşikâr bir sabırsızlıkla bunun cevabını beklerdi. O cevap da ya gelir ya gelmezdi. O zaman, yeni bir saban izine geçen çiftçi gibi, eline başka bir boş kâğıt alırdı.

Sabahları erken kalkar, tezgâh başına geçer gibi acele çalışma odasına koşar, dışarıda hava güzel mi yoksa yağmurlu mu anlamak için bir kere başını çevirip pencereden bakmaz ve geceleri çok geç yatardı. Eminim ki Trembles’dan ayrıldığı gün sorulmuş olsaydı, şatonun küçük kulelerinin tepesinde çırpınan ve havanın esişleriyle nöbet nöbet tesirlerini gösteren yelkovanların varlığından bile haberi olmadığı anlaşılırdı. Benim rüzgârdan meraklandığımı gördükçe “Bundan size ne?” derdi.

Sıhhatine dokunmayan ve kendisi için tabii bir eleman hâline gelen fevkalade faaliyetine, benim çalışmama, kendi çalışmalarına, her şeye yetişirdi. Beni kitaplara boğar, onları bana okutturur, tekrar okutturur, tercüme ettirir, analiz yaptırır, örneğini aldırır ve ben bu kelime tufanı içinde boğulup sersemlemedikçe biraz hava almak için olsun yakamı bırakmazdı. Bu suretle az zaman içinde, hem de pek sıkılmaksızın, benim gibi ileride ne olacağı belli olmayan, fakat her hâlde bir kolej tahsili yaptırılmak istenilen bir çocuğun önce bilmesi icap eden şeyleri hep öğrendim. Onun maksadı beni yüksek sınıflara çabuk hazırlayarak kolejdeki tahsil senelerimden tasarruf yapmaktı.

Böylelikle dört sene geçti. Dördüncü sene sonunda kolejin ikinci sınıfı için benim hazır olduğum kanaatine vardı. Şatodan ayrılmak zamanının yaklaşmakta olduğunu, takdiri kabil olmayan bir dehşet içinde görüyordum.

Hareketime takaddüm eden son günlerimi hiç unutamayacağım: Bu, âdeta marazi bir hassasiyet nöbeti gibi bir şey oldu ve zahiren bunu haklı gösterecek hiçbir sebep de yoktu. Hakiki bir felaket bundan beter bir netice veremezdi. Sonbahara ermiştik. Her şey aynı maksat için birleşiyor gibi idi. Bir tek misal size bu hususta bir fikir verebilir.

Kuvvetimin son bir tecrübesini yapmış olmak için Augustin bana Latince bir kompozisyon vermişti ki mevzusu İtalya’yı terk eden Anibal’ın hareketini tasvir idi. Asmaların gölgelediği taraçaya indim ve böyle açık havada, bahçenin kenarındaki küçük iskemlede mevzumu yazmaya başladım. Tarihin daha o zaman bile bana heyecan vermek kabiliyetini haiz tek tük mevzularından biri de bu idi. Sade bu değil Anibal ismine bağlı başka ne varsa bu meyanda Zama Harbi şahsi olarak daima bende heyecan uyandırmıştır. Bu benim için bir hailenin feci olan sonu idi ki hukuki cihetini araştırmaksızın yalnız kahramanlık tarafına bakıyordum. Buna dair okuduklarımı hep hatırladım; Anibal’ı gözümün önüne getirdim: Memleketinin düşmanı bir talii harple mücadele ederek askerî hezimetlerden ziyade ırkının mukadder musibetlerine boyun eğerek sahile inen, ancak istemeye istemeye o sahilden ayrılırken son bir ümitsizlik vedası yollayan o bedbaht kahramanı, tarihi değilse bile, hiç olmazsa bence lirik bir hakikat olarak telakki ettiğim bir tarzda iyi kötü ifadeye çalıştım.

Bana yazı masası işini gören taş, ılıktı. Elime yakın yerlerde küçük kertenkeleler tatlı bir güneşle ısınarak dolaşıyorlardı. Artık yeşil renklerini kaybeden ağaçlar, daha az sıcak günler, daha uzun gölgeler ve daha sakin bulutlar… Bunlarda hep güz mevsimine mahsus temkinli bir cazibe ile hezimetin, inhitatın ve hazin bir vedanın ifadesi vardı. Hafif bir rüzgârla çardaklar sarsılmadan asma dalları birer birer düşüyordu. Park sakindi. Kuşlar ötüyor ve sesleri kalbimin derinliklerine kadar bana heyecan veriyordu. İzahı muhal, zapt ve ızmarı25 daha muhal olan ani bir teessür, hemen taşmaya hazır bir dalga hâlinde, içimde kabararak beni karışık bir haz ve elem içinde bırakmıştı. Augustin taraçaya, indiği vakit gözlerimi yaş içinde buldu ve sordu:

“Ne oluyorsunuz? Anibal için mi ağlıyorsunuz?”

Cevap vermeksizin yazdıklarımı kendisine uzattım.

Bir nevi hayretle tekrar yüzüme baktı. Sonra bu acayip teessüre sebep olabilecek bir kimse olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. Parka, bahçeye, gökyüzüne, acele ve dalgın göz attı. Nihayet gene bana dönerek “Fakat ne oluyorsunuz?” diye tekrar etti. Sonra verdiğim kâğıdı okumaya başladı.

Bitirdiği vakit devam ile “Güzel!” dedi. “Fakat biraz gevşek. Böyle bir kompozisyon kolejin, orta kuvvette bir ikinci sınıfında size iyi bir derece kazandırabilirse de meram etseniz siz bundan daha iyisini yapabilirsiniz. Anibal fazla teessür gösteriyor; denizin öbür tarafında kendisini müsellah olarak bekleyen halka kâfi derecede itimadı yok. Zama Harbi’nin ne olacağını o biliyordu, diyeceksiniz; fakat o harbi kaybetmesinin suçu kendinde değildi. Eğer güneş arkadan gelseydi harbi kazanacaktı. Zaten Zama’dan sonra ona Antiyoküs kalıyordu. Antiyoküs’ün ihanetinden sonra da zehir. Son sözünü söylememiş bir kimse için hiçbir şey kaybolmuş değildir.”

Paris’ten henüz aldığı bir mektubu açık olarak elinde tutuyordu. Mutadından ziyade canlı idi. Neşe dolu azimkâr gözleri şiddetli bir uyanıklıkla parlıyordu. O gözler ki bakışları daima dikine olmakla beraber parıltısı az olurdu.

Benimle beraber taraçada birkaç adım atarken “Azizim Dominique!” dedi. “Kendime ait size vereceğim iyi bir haberim var. Bir haber ki sizin de hoşunuza gidecektir; çünkü bana dost olduğunuzu bilirim. Sizin koleje gideceğiniz gün ben de Paris’e gidiyorum. Ne zamandan beri buna hazırlanmakta idim. Oradaki hayatımı temin için bugün artık her şey hazırlanmıştır. Beni bekliyorlar. İspatı da işte şu mektup.”

Böyle diyerek elindeki mektubu bana gösteriyordu. Devam etti:

“Muvaffak olmak için şu zamanda ufak bir gayret kâfidir. Ben ise biliyorsunuz, o gayretin daha büyüklerini sarf ettim. Siz buna şahitsiniz. Çünkü beni çalışırken görürdünüz. Şimdi beni dinleyin azizim Dominique: Üç güne kadar siz kolejin ikinci sınıfında, yani bir adamdan biraz eksik, fakat bir çocuktan çok fazla olacaksınız. Yaşın ehemmiyeti yok. Siz on altı yaşındasınız. Merak ederseniz altı ay içinde on sekizinde olabilirsiniz. Trembles’dan çıkıp gidin ve bir daha burasını düşünmeyin. Zamanı gelinceye kadar, yani servetinizin hesaplarını görmek zamanı gelinceye kadar burasını hatır ve hayalinize getirmeyin! Siz köy hayatı için yaratılmış değilsiniz. Ne de bu inziva hayatı için ki böyle bir hayat sizi öldürür. Siz daima ya pek yukarı ya pek aşağı bakıyorsunuz. Pek yukarısı, azizim, mümkün olmayandır. Pek aşağısı da ölmüş yapraklardır. Hayat orada değildir. İnsan yüksekliğinde dosdoğru karşınıza bakınız: Hayatı göreceksiniz. Zekavetiniz var: Güzel bir miras. Sizi daima öne sürecek bir aile unvanınız var. Dağarcığında böyle bir ikramiyesi olan kolejliye her yol açıktır. Bir öğüt daha: Tahsil hayatınızda pek mesut olacağınızı ummayınız. Düşününüz ki itaat ve inkıyat, istikbal için hiçbir şey angaje etmez. Keza içten gelen dirayetli bir istekle kendiliğinden kabul edenlere göre disiplin de bir şey değildir. Mektep dostluklarına pek bel bağlamayınız, meğerki dostlarınızı tam bir bitaraflıkla bizzat kendiniz seçmiş olasınız. Muvaffakiyetli zamanlarınızda maruz kalacağınız kıskançlıklara gelince -ki sanırım böyle olacaktır- önceden kararınızı alarak bunu bir tecrübe ve çıraklık devresi sayınız. Şimdi hiçbir gününüz geçmesin ki o gün kendi kendinize şu sözü söylemiş olmayasınız: Kişi çalışmakla meramına erer ve hiçbir gece Paris’i düşünmeden uyumayınız. Paris sizi bekliyor ve orada sizinle tekrar görüşeceğiz.”

Mertçe bir otorite jesti ile elimi sıktı ve odasına çıkmak için bir sıçrayışta merdiven başını buldu.

Ben de bahçeye indim. İhtiyar André çiçek tarlalarını çapalamakla meşguldü. Büyük bir telaş içinde olduğumu hâlimden sezerek “Hayır ola Mösyö Dominique, ne haber?” diye sordu.

“Haber şu ki zavallı André’ciğim, üç güne kadar koleje giriyorum.” dedim ve parkın öbür ucuna giderek akşama kadar orada saklandım.

IV

Üç gün sonra Madam Ceyssac ve Augustin’in refakatinde Trembles’dan ayrıldım. Sabah çok erkendi. Bütün ev ayakta idi. Hizmetçiler etrafımızda dolanıyorlardı. André hayvanların başında duruyordu. Herkesi matem içinde bırakan geçen günkü acı haberden beri onu hiç bu kadar meyus bir hâlde görmemiştim. İspirlik26 âdeti değilken arabacının yerine çıkıp oturdu ve açık bir tırısla hayvanlar yollandılar.

Pek iyi bildiğim Villeneuve’den geçerken eski küçük arkadaşlarımdan iki üçünü gördüm. Büyümüşler, birer delikanlı gibi olmuşlar. Bel, kürek omuzlarında tarla tarafına gidiyorlardı. Araba gürültüsünü duyunca başlarını çevirip baktılar ve bunun adi bir gezme gidişi olmadığını anlayınca hayırlı yolculuklar temenni eden şen selamlarla bizi uğurladılar.

Güneş doğuyordu. Bütün bütün kırlara, artık tanımadığım yerlere çıkmıştık. Baktım, yeni yeni simalar geçiyordu. Halamın gözleri benden ayrılmıyor ve şefkatle beni tetkik ediyordu. Augustin’in yüzünde parlayan bir sevinç vardı. Benim içimde melal olduğu kadar sıkıntı da vardı.

Ormesson’la aramızdaki on iki fersahlık mesafeyi almak için koca bir gün akşama kadar yürümek icap etti. Güneş batmak üzere idi ki araba kapısından ayrılmayan Augustin damdan düşer gibi halama şöyle dedi:

“İşte madam, Saint-Pierre’in kuleleri göründü.”

Buraları düzlük, soluk, tatsız ve ıslaktı. Ötesinde berisinde sivri çan kuleleri yükselen basık bir şehir, sazların arkasında belirmeye başladı. Çayırlardan sonra batak yerler, beyazımsı söğütlerden sonra sararmaya başlayan kavaklar geliyordu. Sağ tarafta bir nehrin bulanık suyu, çamurlu yamaçlar arasında, yuvarlanıp akıyordu. Kenarda ve suyun iki bölüm gösterdiği ağaç gövdeleri arasında kereste yüklü gemiler ve hiç yüzdürülmemiş gibi çamura batmış eski salapuryalar vardı. Çayırdan nehre doğru inen kazlar, vahşi çığlıklarla arabanın önünde koşuyorlardı. Uzaklarda, cedvel kenarlarındaki tarlalar arasında sıcak sislerin sardığı küçük çiftlikler hayal meyal görünüyor ve deniz rutubetine pek benzemeyen bir nemlik, sanki hava pek soğukmuş gibi, beni üşütüyordu.

Araba bir köprüye geldi. Hayvanlar küçük adımlarla bunu geçtiler. Sonra yolumuz uzun bir bulvara çıktı. Artık enikonu karanlık basmıştı. Hayvanlar daha sert bir kaldırım üstünde gitmeye başlayınca şehre girmiş olduğumuzu anladım. Hesabıma göre hareketimizden beri on iki saat geçmişti ve on iki fersahlık bir mesafe ile Trembles’dan uzaklaşmış bulunuyordum.

İçimden “Bitti!” dedim. “Hepsi bitti. Bir daha geri gitmenin imkânı yok.”

Ve bir hapishane kapısından girer gibi Madam Ceyssac’ın evine girdim. Büyük bir konak. Şehrin en tenha bir yerinde değil, fakat en ağırbaşlı bir yerinde, yüksek duvarlarının gölgesinde küflenen pek küçük bir bahçe ile manastıra bitişik, havasız, manzarasız büyük odalar, ses veren dehlizler, karanlık bir yuva içinde dönme bir taş merdiven ve bütün bu yerleri canlandırmaktan uzak pek az insan… Orada eski zaman âdetlerinin soğukluğu, taşra âdetlerinin müsamahasızlığı, ananelere hürmet, etikete riayet, her şeyde bolluk, büyük bir refah ve bir can sıkıntısı hissolunurdu. Üst kattan şehrin bir kısmı, yani isli çatılar, manastırın yatakhaneleri ve çan kuleleri görülürdü. Benim odam da işte bu katta idi.

Fena bir uyku uyudum; hiç uyumadım desem de caiz. Her yarım saatte veya çeyrek saatte bir, evin muhtelif saatleri, ayrı bir ahenk ile çalıyor. Hiçbiri Villeneuve saatinin paslı sesiyle kendini pek kolay tanıtan köy çıngırağına benzemiyordu. Sokaktan ayak sesleri geliyor, şiddetle çevrilen bir çocuk oyuncağı, bir kaynana zırıltısı, gürültünün uyuması demek caiz olan bu hususi şehir sükûneti içinde çınlıyor, bu sırada kulağıma acayip bir ses, terennüm eder gibi ağır, muttarit bir erkek sesi geliyordu. Bu ses her hecede biraz daha yükselerek “Saat bir, saat iki, saat üç, saat üçü çaldı.” diyordu.

Sabahleyin erkenden Augustin geldi. “Ben…” dedi. “Sizi hemen koleje kaydettirmek ve hakkınızdaki tasavvurlarımdan müdüre bahsetmek istiyorum.”

Biraz durdu ve mütevazıca ilave etti:

“Böyle bir tavsiye, öteden beri bana son derece itimadı olan ve gayretimi takdir eden bir kimseye karşı olmasaydı hiçbir değeri olmazdı.”

Mektebe gidişimiz dediği gibi oldu; fakat ben kendimde değildim. Koyun gibi götürüldüm, getirildim, avlulardan geçtim ve bu yeni ihtisaslara karşı tamamıyla bikayt, dershaneleri gördüm.

Daha o gün yolcu kıyafetine giren Augustin, meşin bir valize tıkılmış bütün bagajını kendi taşıyarak saat dörtte şehrin meydanına gitti. Paris’e gidecek olan araba koşulmuş, orada harekete hazır bulunuyordu.

Benimle birlikte kendisini uğurlamaya gelen halama dönerek “Madam…” dedi. “Dört senedir devamlı bir surette gösterdiğiniz şu alakadan dolayı size bir kere daha teşekkür ederim. Mösyö Dominique’e okuma hevesini ve bir insan zevkini verebilmek için elimden geleni yaptım. Paris’e gelecek olursa orada beni bulacağından ve ne zaman olursa olsun bugünkü gibi kendisi için fedakâr olacağımdan emindir.”

Hakiki bir teessürle boynuma sarılarak “Bana mektup yazınız.” dedi. “Bir o kadar da benim yazacağımı vadediyorum. Hadi bakalım, büyük bir gayret, iyi bir şans dilerim. Bunlar hep sizde olan şeyler.”

Arabanın üst kısmına çıkıp oturmasını müteakip ispir gemleri toparladı.

Yarı şen, yarı mahzun bir ifade ile bana bakarak “Allah’a ısmarladık!” dedi. İspirin kamçısı dört beygirin üstünde şakladı ve araba Paris yolunu tuttu.

Ertesi sabah saat sekizde ben kolejde bulunuyordum. Talebenin avluda başıma üşüşmelerine ve yeni gelenlere karşı pek de lütufkâr olmayan tetkik ve tecessüslerine meydan vermemek için içeriye en sonra giren ben oldum. Onun için karşımdaki sarı boyalı kapıya gözümü dikerek dosdoğru yürüdüm. Bu kapının üstünde “İkinci” diye yazılı idi. Eşiğinde, saçlarına kır karışmış, yüzü soluk ve yorgun; ne kaba ne aptal, ağırbaşlı bir adam duruyordu. Beni görünce “Hadi bakalım.” dedi. “Biraz daha çabuk.”

İntizama bu davet ve bir yabancı tarafından bana tevcih edilen bu ilk disiplin ihtarı benim, başımı kaldırıp kendisini tetkik etmeme sebep oldu. Onda bir titizlenme ve bir kayıtsızlık hâli vardı. Bana söylediğini unutmuştu bile. Augustin’in sözlerini hatırladım. Kafamın içinde bir stoyisizm ve bir azmüsebat şimşeği dolaştı. İçimden Hakkı var! dedim. Yarım dakika geciktim.

Ve hemen içeri girdim.

Muallim kürsüye çıktı ve dikte etmeye başladı. Bu, bir başlangıç kompozisyonu idi. İlk defa olarak izzetinefsim, rakip ihtiraslara karşı mücadeleye girmiş bulunuyordu. Yeni arkadaşlarımı gözden geçirdim ve kendimi yapayalnız buldum. Sınıf loştu, yağmur yağıyordu. Ufak camlı pencerelerden, rüzgârın salladığı ağaçları görüyordum. Fazla sıkışık olduğu için bunların dalları avlunun kararmış duvarlarına sürtünüyor, yağmurlu havaların ağaçlarda hasıl ettiği bu malum şamata, avluların sükûtu içinde nöbet nöbet bir mırıltı gibi dağılıyordu. Ben bu mırıltıyı içimde fazla acılık duymadan, raşeli27 ve cazibeli bir nevi melal içinde dinliyordum. Bir melal ki zaman zaman tatlılığı son haddi buluyordu.

На страницу:
4 из 5