![Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi](/covers_330/69429226.jpg)
Полная версия
Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi
Maradangal’ın bu sözü bir anda tartışmaya son verdi. Bütün kabile halkı saksağan vasıtasıyla mabudun gönderdiği emre itaat edilmesi gerektiğine hükmettiler. Hele Rikalda bu hâlden fazlasıyla memnun olarak ve bu işin de asıl Moşamol yardımıyla meydana geldiğini anlayarak onun yanına sokulup özel bir şekilde teşekkür etti.
Bu kızın kurban edilmeye salahiyeti olmadığı anlaşıldıktan sonra kendisini ne yapmak gerekeceğine dair Kadagoz, Fardiç, Aralda, Rikalda, Moşamol ve Maradangal arasında bir söz daha açıldı. Kabilenin muteberlerinden birkaçının daha katılmasıyla söz epeyce uzadı gittiyse de bir neticeye varılamadı. Zira Rikalda bu kızı bir kere “Himaye edeceğim.” demiş olduğundan, onun himaye hakkını inkâra bir sebep ve imkân olamadığı gibi bu vahşiler arasında ihtiyarlık, sakatlık veyahut bayağı lüzumsuzluk sebebiyle bakımı beyhude olanların kafasına topuz darbesiyle öldürmek âdet idiyse de şu bulundukları mahalde şimdiki hâlde yeni yiyeceğe de pek ihtiyaç olmadığından bu idam âdetine uymaya da yol bulunamadı. Maradangal kızı sahiplerine iade ile bir hayli hediye alınmak tarafını tercih ettiğinde Rikalda kızgın bir bakışla hürmetli fazılı, bu görüşünde de pişman etti. Nihayet yine Moşamol’un bir sözü makul görüldü. Demişti ki:
“Canım beş altı yüz nüfusun geçinebildiği bir yerde böyle bir kızdan günde iki üç meyveyi esirgeyecek değiliz ya! Bu beyaz derili kızların sesleri güzeldir. Güzel dans ederler. Kendisine şarkı çağırttırırız, dans ettiririz, bir eğlencemiz olur vesselam…”
İşte, kaldı ki geçici olsun Moşamol’un bu sözü cemaat tarafından kabul olunarak mağaralara dönüş için yola düzülmeye başladılar. Biçare kız ise zaten oraya açlık niyetiyle uğramıştı. Bir iki saattir tutulduğu korku ve endişelerin de vermiş olduğu yorgunlukla âdeta takatten kesilmişti. Moşamol’dan bir miktar yiyecek istedi. Moşamol beraberlerinde bulunan kumanyadan kıza istediği kadar yedirip içirerek biraz kuvvetini toplamasına yardım ettikten sonra gayet aheste bir yürüyüş ile tüm cemaat yola düzüldü.
Yol esnasında Moşamol kız ile konuşma ve sohbete devam ediyordu. Pederinin ismi Johnsonser olduğu için kendisine de pederin adına nispetle Miss Johnsonser denildiğini ve asıl vaftiz ismi ise Mariya olduğunu anlatıyordu ki vahşiler kızın neler söylediğini Moşamol’dan sordukları zaman Moşamol kızdan aldığı haberleri bunlara aynıyla bildirecek olsa heriflerin hiçbir şey istifade edemeyeceklerini bildiğinden Miss Johnsonser’in sözlerini kendine göre değiştirerek:
“Zavallı kızcağız! Ne diyecek? Kendi hakkındaki ilk suikastınızı anlayamamış ve bilmiyor ki, sizin için kötü bir şey söylesin. Diyor ki, ‘Bu kabile halkı ne kadar merhametli adamlarmış! Ne cömert insanlarmış! Cümlesi beni büyük bir nezaketle karşılıyor. Yedirip içirip karnımı doyurdular. Şimdi de alıp ikametgâhlarına götürüyorlar ki beni orada misafir edecekler.’ İşte, kızcağızın söylediği sözler bunlardır.” diye vahşilerin kız hakkındaki iyi düşüncelerini artıracak yolda sözler söylüyordu. Ama bu söylediklerinden derhâl kızı da haberdar ediyordu. “Ben sizin için şöyle söylüyor idim. Siz de onların yüzlerine tebessümle bakarak kendilerinden vahşi görünmemelisiniz.” talimatını vermekten de geri durmuyordu.
Kervanın bu akşam mağaralara dönüşü hem hususi hem de dikkat çekiciydi. Bütün kervan halkı Miss Johnsonser’i daha yakından görmek için, ileride iseler gerilemek ve geride iseler ilerlemek kaydında bulunuyor, hele Fardiç ile Rikalda kızın yanından bir türlü ayrılamıyorlardı.
Bazıları beyaz derililerin vücudu yumuşak mıdır, katı mıdır anlamak için parmağını kızın eline, ensesine, yanağına filanına bastırıp, hele bazıları beyaz derililerin kendilerine mahsus bir kokusu varsa anlamak için kızın vücuduna bastırdığı parmağı koklamaya kadar cehalet ve vahşet gösteriyorlardı.
Moşamol’un bir sorusuna cevap vermek için kızcağız ne zaman ses çıkaracak olsa, yanında bulunan vahşiler büyük bir ciddiyetle ona kulak verip sesinin nasıl olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Bazıları da kızın ağzından kapabildikleri bir kelime Fransızcayı bin defa tekrarla kendi lisanlarına asla benzemeyen bu lisanı mutlaka vahşiler lisanıdır diye küçümsemeye kadar varıyorlardı.
İşte bu suretle üç saat kadar yürüdükten sonra Fardiçar Azteklerinin asıl ikametgâhlarına gelmiş oldular ki vardıklarında artık gece çökmüş olduğundan ve geceleri erken yatmaksa vahşilerin bir alışkanlığı dolayısıyla her ne kadar Rikalda şu beyaz derili kıza biraz şarkılar okutarak danslar ettirmek istediyse de kızın yorgun ve misafir olmasından, asıl vaktin fazlasıyla geçmiş olmasından, uyku zamanının girmiş bulunmasından, kızcağız bu zahmetten kurtulmuş oldu.
Vahşilerde bir aile halkının öyle ayrı ayrı hücrelerde yatma alışkanlığı yoktur. Aile üyelerinin tamamı bir yuvada yatarlar. Bazen birkaç aile bir mağarada yaşar. Ancak böyle birçok adamın bir yerde yatması Avrupa medeniyetince ayıplandığı hâlde işbu vahşilerce böyle bir şeye de lüzum yoktur. Ayıp denilen şey onun içinde ve düşüncesinde olan bir şeydir. Bir şeyde nefrete sebep bir hüküm bulunmadıktan sonra ayıp aramaya gerek kalır mı?
Bizce gayet ayıp olan şeylerden sayılan birçok hâl, Amerikalılar gibi vahşiler nezdinde değil; Arap ve Kürt gibi bazı bedeviler nezdinde bile pek de ayıplardan sayılmaz. Onlarca da birçok adamın yalnız bir çadır altında yatmalarından pek utanılmaz. Zira gerek vahşilerde ve gerek bedevilerde uyku denilen şey insanın kendisinden ayrıldığı öyle fevkalade bir hâldir ki, uyku hâlinde bir düşman o adama kastedemediği gibi, bir hırsız da malına el uzatamaz. Hatta vücudunda bazı hâller meydana gelse bile hiç kimse gözünü kaldırıp bakamaz. Her zamana, her mahalle göre bir edep, bir terbiye vardır ki, o zamanın ve o yerin usulüne göre insanların rahatı neyi gerektiriyorsa her şey onun üzerine inşa edilmiştir.
Tufanın ardından Hz. Nuh’un, uyku esnasında bazı mahrem azalarının açılabilmesi o zamanın giyim kuşam kurallarına göre mümkün imişse de, bakmamak gereken şeye bakmanın Allah katındaki cezası da ebedî bir yüz karalığı ile tayin olunmuştur ki, bu hassas ve hikmetli noktanın şöyle vahşi bir âlemde de görülmesi gerçekten hayret edilecek bir durumdur.
Moşamol ne kadar olsa Avrupalıların yaşantısını bildiği ve bir genç kızın yattığı odada başkasının yatmasının uygun olmadığını biliyordu. Dolayısıyla mağara içinde şöyle ufak ve fırın gibi derince bir yerin beyaz derili kıza tahsisini Âfitâb-zâde Fardiç’ten müsaade etti. Onun izin vermesiyle oraya en yumuşak otlardan naklederek Miss Johnsonser’in nazik vücudu için mümkün mertebe yumuşak bir yatak vücuda getirdi. Kendisi de bu yatakhanenin girişinin önüne uzanıp yatmıştı. Moşamol’un beyaz derili kıza bu suretle yaklaşması vahşİler nezdinde hiçbir kuşkuya sebep olmazdı. Buna rağmen Miss Johnsonser ile Moşamol nazarında bu kadarcık koruma imkânının ne derecelerde önemi olacağını da anlatmaya gerek yoktur.
Bu gece sabaha kadar Azteklerin ikametgâhında pek de kayda değer bir olay olmamıştı. Zavallı Miss Johnsonser, gündüz Moşamol’a da hikâye edip haber verdiği gibi iki gün iki gece koca Missouri Nehri’nin müthiş akıntıları ve korkunç girdapları üzerinde yalnız başına bir sandalın içinde aç karınla seyahat ederek nice bela ve musibetlerle karşılaşarak âdeta canından bezmişti. Bu gece tutulduğu şu Aztekler mağarası da kendisi için güvenli bir liman olmuştu. Yine her ne kadar bu gece altına serilen o yumuşak otlar, alışık olmadığı bir yatak olsa da aşırı yorgunluğundan nasıl uyuduğunu bile fark edememişti. Sabahleyin uykudan uyandığı zaman henüz gece midir, gündüz müdür pek fark edememişti. Çünkü kaldığı mağaranın içi karanlıktı. Dolayısıyla uyandığında pek korkmuş ise de, yorgunluğu az da olsa geçtiği için, Hak Teâlâ hazretlerinin şu inayet ve ihsanından çok müteşekkir kalmıştır.
4
Azteklerden özellikle bu Fardiçar kabilesinin yaşadığı mağaralar bundan önce de görüldüğü üzere Missouri Nehri sahiline yirmi beş kilometreden fazla mesafede ve ormanın gayet latif bir mevkisinde bulunmaktadır ki zemini kumsal ve düz olmasından da anlaşılacağı üzere bir vakitler Missouri Nehri oradan çıkmaktaymış. Hatta böyle düz yerlerde mağaraların bulunabilmesi mümkün değilken oralarda bu mağaraların var olması da Missouri Nehri’nin eski kaynağı olmasındandır. Yani bu mağaraları oluşturan kayaların üzeri kim bilir ne kadar sağlam bir toprak tabakasıyla örtülü ve içi de toprakla dolu iken Missouri Nehri malum toprağı yalaya yalaya alıp götürerek kayaları ortaya çıkarmakla özellikle bu mağaralar da o şekilde vücuda gelmiştir.
Bu mağaraların ya gayet çok eski ve kadim olmaları ya da yeni olmaları gerekir. Eğer eski olarak kabul edilirse buralarda eski medeniyetlerin kurulduğuna dair bazı şekil ve resimlerin olması gerekirdi. Zira Kuzey Amerika’nın bazı böyle büyük mağaralarında Meksika hiyeroglif şekilleriyle birtakım da kaba saba resimler çokça görülürken bu mağaralarda zikredilen resim ve şekillerden hiçbir eser yoktur.
Mağaralar esasen üçtür diye hükmedilir. Zira üç yerden gayet geniş üç mağaraya girilir ki bunlardan birbirine geçmek için yol varsa da her biri birer ufak köyün umumi meydanı hükmünde bulunuyordu. O umumi meydan etrafında da başkaca birkaç küçük mağaralar mevcuttur. Eğer bu küçük mağaraların her biri bir haneye benzemeyip de birer daire yahut oda farz edilecek olursa büyük ve geniş mağaralar da bu odaları kapsayan konağın sofası veyahut divanhanesi hükmünü alır.
Üç büyük mağaradan ikisinin tavan mesabesine bağlı olan kubbesinde tabii birer baca bulunduğundan bu bacalar oldukça aydınlık vermeye hizmet ettikleri gibi havalandırmaya da yardım ederler. Ama bunları “tavan” ve “kubbe” diye tabir etmiş olduğumuza bakıp da büyük mabetlerin muntazam tuğla veya taşlarla örülmüş kubbeleri veyahut büyük binaların tahta veya bağdadi olarak yapılıp boyanmış tavanları zannetmemelidir. Hilkat elinden nasıl gayrimuntazam olarak çıkmışsa hep o surette yamru yumru şeylerdir ki bazı girintili çıkıntılı yerleri ufak ufak binlerce mağaracıklar teşkil etmiş bulunduklarından kapılarla bacalardan girip çıkan milyonlarca kuşun meskeni olmuşlardır. Aztekler oralarda yaşayan kuşların yumurtalarından hangilerini bulurlarsa alıp külde pişirerek yerler.
İşte Miss Johnsonser’in sabahleyin uyanıp da gündüz olup olmadığını anlayamayacak derecede kendisini bir karanlık içinde bulduğu yer burasıdır ki zikredilen yerin zulmetinden şikâyet değil; asıl şükretmiş olsa daha iyi olur. Zira kendisine yatak kamarası olarak tahsis edilmiş olan kovuk gayet genişçe bir tabut demek olup bu mahallin dehşetini birdenbire görmüş anlamış olsaydı korkusundan tüyleri ürpereceği kesindi.
Kızcağız mağaranın büyük kapısından dışarıya çıkıp da kedisini gayet latif bir orman içinde bulunca mağara içinde gözünü gönlünü istila etmiş bulunan ağırlık birdenbire bir ferahlık ve neşeye dönüştü. Şurada burada bazı Aztek vahşilerini gördü ki küme küme oturmuşlar ve sohbet ediyorlar. Miss Johnsonser’i gören Aztekler dün doya doya seyredememiş bulundukları acayip mahluku bugün daha yakından doya doya görüp tatmin olacakları için pek ziyade güler yüz göstermiştiler. Ancak bir ağacın dibinde manga kurmuş olan Fardiç, Rikalda, Aralda ve Kadagoz vardı. Aralda ve Kadagoz yeni misafiri görünce rüyada görülse hayra yorulmamak lazım gelen bir çirkin mahluk görmüşler gibi ikisi de kaşlarını çatıp suratlarını ekşitmişlerdi.
Kadagoz neyse ne ama Aralda şu beyaz derili hakkında neden fikrini değiştirmişti? Zira malumumuzdur ki Aralda Johnsonser’i ilk gördüğü zaman şu beyaz derili kızın kendi gözüne pek hoş göründüğünü itiraf eylemişti. Sonra kocası Rikalda bu kızı övgüye layık bulduğu için fikrini değiştirmiştir.
Zaten kayınvalidesi Kadagoz de sadece kendi kocası Fardiç’in beyaz derili kızı beğenmeye şayan gördüğü için kıskanmış değil miydi? Bu vahşi gelin ve kaynananın zavallı Miss Johnsonser’i bu surette kıskanmaları pek tehlikeli hâllerden idiyse de kızcağızın acemilik hasebiyle bu durumlardan haberdar olmaması, zikredilen tehlikeyi azaltıyordu.
Rikalda kızın mağaradan çıktığını görünce muktedir olabildiği kadar nezaketli bir tavırla yanına koşup bir şeyler söylemeye başladıysa da Miss Johnsonser vahşinin lisanını bilmiyor ki ne demek istediğini anlayabilsin. Bununla beraber herif sert bir suratla kendisini tehdit edeceğine mülayim bir tavır ve nezaket gösterdiği için memnuniyetini gizleyememişti.
Nihayet Rikalda iki avucunu yüzüne çarparak güya bir yerden su alıp yüz yıkadığını taklit edince Miss Johnsonser herifin meramını anladı ve muvafık bir tavır gösterdi. Rikalda kızın önüne düşüp orman içinde yüz adım kadar mesafede bulunan bir kaynağın yanına götürdü. Miss Johnsonser sabah ihtiyaçları için suya muhtaç olduğundan vahşinin bu delaletinden memnun kaldı. Kendisini orada yalnız bırakıp çekilmesini Rikalda’ya işaret ediyor idiyse de bir türlü anlatamıyordu. Geldiği yeri ve uzakta bıraktığı arkadaşları gösterip, eliyle de oraya gitmesini işaret ettiği hâlde Rikalda tam tersine oradaki adamları çağırıyor zannederek ettiği nidalarla birçok kimseleri oraya çağırıyordu.
İnsan yaşamak zorunda kaldığı başka insanlar arasına karışınca ve yaşamak zorunda kaldığı ve beraber olduğu halkın lisanını da bilmeyince çok zor durumlarda kalır. Meramını anlatmak için o kadar taklitler yapar ki bu sırada gayet gülünç bir hâle girer. İnsan küçük bir arzusunu anlatmak için çok gülünç hâller yaşar.
Rikalda’nın nidaları üzerine birçok kimseler kaynak başına koştukları gibi Moşamol da koşup gelerek Miss Johnsonser’i orada bulunca ve kız ile birkaç laf edince meselenin neden ibaret bulunduğunu anladı. Bu gibi hususi ihtiyaçlarda bir kadının yalnız kalmaya muhtaç olduğunu vahşilere anlatmaya başladıysa da o zamana kadar bu gibi medeni durumlarla hiç karşılaşmamış bulunan vahşilerin Moşamol’dan işittikleri ilk sözü kolay kolay anlayabilmeleri muhtemel midir?
Bunlar için tabii olan hâllerin tamamı makbul görülür. Bir ahırda bağlı olan ineklerin, öküzlerin, buzağıların tabii ihtiyaçlarını gidermek için hiç sakınmadıkları gibi, vahşîler de buna benzer ihtiyaçlarını gidermek için birbirlerinden pek de sakınmazlar. Yani tuvalet gibi ihtiyaçlarını giderirken gizlenmeye pek ihtiyaç hissetmezler. Hem Aztekler kadim bir medeniyete sahip oldukları hâlde bile böyledirler. Bunların dışında pek de medeniyet görmemiş diğer birtakım vahşiler daha vardır ki, onlarda hayvani hâllerin hiçbir kısmı ayıp karşılanmaz. Hayâ denilen şey hatır ve hayallerinden bile geçmez.
Ne dersiniz? Bunlar beyaz derili kızın şu sakınmasını çirkin ve sakat olan vücutlarını başkasına göstermek istememesine bağlarlarsa şaşmaz mısınız? Bu zanna hakikat derecesinde kuvvet vermiş olduğu muhakkaktır. Zira Moşamol’un ihtarı üzerine vahşiler oradan çekilmiş idiyseler de cümlesi âdeta bu kızdan iğrenerek çekilip gitmişlerdi. Bu iğrenme durumu bir dereceye kadar Rikalda’da bile müşahede olunmuştu.
Miss Johnsonser billur gibi kaynak suyuyla elini yüzünü yıkayarak saçlarını topladı. Tarağı yok idiyse de ince uzun beş on dikeni parmakları arasına dizdi. Kaynağın berrak suyunu ayna gibi kullanıp imkânlar dâhilinde tuvaletini de bu şekilde tamamladı. Vahşilerde saçlara hizmet âdeti tamamıyla yok olmamıştı. Etlerden temin ettikleri yağlarla bazen saçlarını yağlamak âdetti. Beyaz derili kızın bu alışkanlığı kendi âdetlerine benzer olduğu için beğendilerse de böyle yıkanmak ve taranmak nevinden şeyleri âlemden saklamakta bulunması hakkındaki hayretlerine yine devam ettiler.
Vahşet âlemine düçar olduğu şu ilk gün içinde vahşilerin her hâli Miss Johnsonser’in ve onun her hareketi de vahşilerin garibine gidiyordu. İki tarafın birbirlerini nasıl garipsediklerini ayrıntılarıyla anlatırsak âdeta ciltlerce kitap yazmamız gerekir. Zira beyaz derili kız nasıl yemek yiyor, nasıl oturuyor, kalkıyor, nasıl gülüyor, nasıl konuşuyor gibi en küçük hareketleri bile onların hayretlerinden kaçmıyordu. Aynı durum Miss için de geçerliydi. Dolayısıyla biçare Moşamol bunlar arasında tercümanlık edeceğim diye âdeta nefesini tüketiyordu.
Miss Johnsonser’in hepsinden ziyade hayretini çeken şey o gün Kadagoz’a aşçılık hizmetini eden bir vahşi karının kuşluk yemeği için pişirip ortaya koymuş bulunduğu toy kuşu olmuştu. Evvela bu yemek tuzsuz pişirilmiş, ikincisi kuşun içi ayıklanmak şöyle dursun tüyleri bile yolunmaksızın bir kazığa saplanıp ateş üzerinde ütülenmek suretiyle dışı yakılıp içi öylece haşlanmıştı.
Miss Johnsonser zaten manzarası hiç de iştah çekmeyen bu yemeğe bir kerecik elini uzatmış bulunduğuna pişman olarak geri çekilmişti. Bu civarlarda tuz bulunup bulunmadığını ve pişirilecek avların ne hikmetten dolayı temizlenmediğini Moşamol’dan öğrenmek istemişti. O da bazı dağlarda kaya tuzları bulunsa da vahşilerin tuz kullanımına alışmadıklarını ve pişirilecek hayvanların içleri çıkarılsa ateş üzerinde dışları büsbütün yandığı hâlde içleri hiç pişmeyeceğini ve tüyleri zaten yanıp ütüleneceği cihetle onları yolmak zahmetine hacet de bulunmadığını anlatmıştı. Bütün olarak pişirilecek olan hayvanın karnı açılmaksızın ateş üzerine konulmasının, pişmesine yardım edeceği bazı Arnavut dağlılarının da kazıkta kuzu, koyun pişirmelerine vâkıf olanlarca da malumdur. Bu dağlılar pişirdikleri hayvanın karnını hiç deşmezler ve içini çıkarmaz değildirler. Hayvanın karnını temizlerler ise de kazığa geçirdikten sonra yine dikip kapattıkları gibi tulum çıkardıkları pöstekisini de tekrar üzerine geçirip o şekilde pişirirler ki pişmesi tamamlanınca da pöstekiyi yırtıp kebabı ortaya çıkardıkları zaman ilik gibi pişmiş olan kebabın manzarasıyla herkesin iştahını kabartırlar. Bunların itikadına göre şişteki kuzu içinden pişmeye başlar. Karnı açık olsa kuzunun dışı yandığı hâlde içi yine çiğ kalır. Bizim kendi tecrübelerimiz de bunu tasdik eder.
Ama vahşiler her şeyde geri ve yeni oldukları gibi yemek pişirme konusunda da çok basit olduğundan, onların pişirdiği etlerin en güzeli işte bu toy kuşu iken o bile bir medeninin iştahına mazhar olamamıştır. Moşamol’un anlattığına göre diğer yemekleri parça parça etleri veyahut balıkları ateş üzerine bırakıp yarı yanmış yarı çiğ bir hâle koymaktan, yabani patatesi ve gün be gün kuş yumurtalarını küle gömmekten ibaretti. Haşlamak nevinden ise hiçbir şey pişirmeyi bilmezlermiş.
Moşamol bu hâli Miss Johnsonser’e anlatarak toy kebabına rağbet etmeyen kızın birkaç patates kebabı ve bir iki yumurtayla yetinmesi tavsiyesinde bulundu. Onun bu hâli Fardiç, Kadagoz, Rikalda ve Aralda’nın da meraklarına sebep olmuştu. Bunlar da beyaz derililerin etin ne olduğunu bilip bilmediklerini ve onların memleketlerinde de kuş yumurtası bulunup bulunmadığını Moşamol’dan suale başlamışlardı. Moşamol iki tarafı birbirine tanıttırmakta gerek Miss Johnsonser’in selameti ve gerekse de âfitâb-zâde nezdinde kendisinin değerinin artması için büyük fayda sağladığını tahmin ettiğinden asla üşenmeden onların tüm sorularına makbul cevaplar veriyordu.
O gün sofrada edilen sohbetler arasında beyaz derili kızdan kendi milletlerine mahsus şarkılar söylemesi ve danslar yapması rica edilmiş bulunmasıyla akşamüzeri, önce vahşiler biraz çalıp çağırıp dans ettikten sonra Miss Johnsonser da bu sanatlarda kendinde bulunan hünerlerinin derecesini göstermeye mecbur oldu.
Vahşilerin çalgısı bizdeki çifte naraların yalnız birer tekinden ibaret olan ve kuvvetlice yapılmış bir çanak üzerine hayvan derisi gerilmek suretiyle vücuda getirilen dümbelekleri değnek ile dövmekten ibarettir. Yalnız dört sesten ibaret bulunan nağmelerini de bundan evvel esir kurban ettikleri sırada okudukları dualar esnasında tarif etmiştik. Dansları türlü türlü olmakla beraber en ziyade dikkat çeken bacaklarını ve kollarını bizim Arap oyunları ve curcuna oyunları gibi eciş bücüş bir hâle koyarak suratlarını da o hâle münasip bir surette yummaktan ibarettir.
Buna karşılık Miss Johnsonser bülbüllere bile gıpta edilecek bir ses ile gayet güzel birkaç romans okuyup da ardından da vals ve polka vadisinde bazı şarkıları seslendirmesiyle ve icra ettiği hünerleri sergileyip buna bir de bazı Avrupa danslarının numunelerini de ekleyince, gerçi vahşiler bunun gerçek değerine tamamıyla varamamışlar idiyse de, kendi musiki usullerine ve kendi danslarına kat kat üstün olduğunu teslimden de bir türlü kendilerini menedememişlerdi. Hatta Rikalda demişti ki:
“Ben bu beyaz derili kızını ne kendi milletine iade ederim, ne kurban olarak kestiririm, ne de elden çıkarırım! Ben bunu besleyeceğim. Sesi ormanlarda hayran kaldığımız en güzel kuşların sedasından daha güzel, tüyleri, rengi hiçbir güzel kuşta bulunamayacak kadar güzel. Böyle nadide bir mahluku elden çıkarmak caiz midir?”
Moşamol bu sözleri Miss Johnsonser’e tercüme ettiği zaman o da Rikalda’nın bu kanaatini pek beğenip tasdik ederek dedi ki:
“Sanki Rikalda haksız mıdır? Bizim medeniler bir güzel papağanı, kanaryayı beslemek için gümüşten, altından kafesler yaptırarak bunca hizmetlerine katlanarak büyük külfetlere girişiyorlar. Rikalda benim gibi papağanlara da kıyas kabul edemeyecek hoş sesli bir kuşu ele geçirmiş olursa elbette ziyan etmeyip korunmasına önem verecektir. Hem Rikalda’ya söyle ki ey Moşamol! Benim hünerim yalnız böyle teganniden, danstan da ibaret değildir. Ben onlara ne güzel yemekler pişireyim, daha ne kadar marifetler göstereyim ki şaşsınlar da kalsınlar. Onlar bana bu derecelerde hürmet ettikleri hâlde benim de onlara hizmet etmemem terbiyeme sığar mı? Buralarını anlat ki şerlerinden, ziyanlarından selametimizi hakkıyla temin etmiş olalım. Eğer buradan kurtulma imkânı var ise o selamet dairesi dâhilinde zikredilen imkânı kullanıp başımızın çaresini ararız.”
Zeki Moşamol, kızın bu düşüncesini pek faydalı bulup onu övdü. Zikredilen düşünceyi vahşilere anlatılması gereken kısmını izah ederek ayrıntısıyla anlattı. Hatta bu medeniler, dağlardaki, ormanlardaki hayvanları kendi hanelerine alıştırarak onların türlü türlü hizmetlerinden istifade ettikleri hâlde hazır kendi ellerine böyle terbiyeli ve marifetli bir medeni geçmiş iken onu ziyan etmek akıl kârı olamayacağını ve onun hünerlerinden ve marifetlerinden istifade ederlerse akıllı sayılabileceklerini, o vahşi halka öyle güzelce izah edip anlattı ki, bunlar şimdiye kadar bu izahları hayallerinden bile geçirmemişlerdi.
5
Kadagoz ile Aralda, Miss Johnsonser’i kıskanmakta bunlara iltihak eden diğer birkaç kadın mabuda kurban suretiyle mi olur; ne suretle olursa olsun mutlaka öldürmek azminde bulundukları şu beyaz derili kızın kendi inançlarınca böcek vızıltısından bile aşağı olan şarkıları ve çekirge sıçrayışından fena olan danslarıyla selamet sırrını bayağı temine başlamış bulunmasından dolayı şiddetlerini artıradursunlar, Miss Johnsonser ikinci geceyi de mağarasında geçirdikten sonra ikinci günün sabahı şu yakınlarda bir miktar tuz bulunabilip bulunamayacağını Moşamol’dan sual etmişti. Miss, eğer tuz bulunursa vahşilere bir de yemek pişireceğini beyan etmişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Ahmet Mithat Efendi’nin Georges Pradel’den tercüme ettiği bir eser.
2
Issız, korku ve ürkeklik veren yer. (e.n.)
3
Eski kara parçaları olarak kabul edilen Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları. Bunlara göre Amerika kıtası yeni kabul edilmektedir.
4
Farsçada “güneşin oğlu” anlamına gelmektedir. (e.n.)
5
Birinci Kitabın Sonu.