
Полная версия
Su Gibi Geçen Yıllar – Kahraman Emmioğlu Kitabı
Kahraman Emmioğlu’nun birtakım kabiliyetleri var; doğruları söyler. Çünkü Hoca’ya düşündüğünü net olarak söyleyen az insanlardan bir tanesi de bizdik. Doğrusu onun için de bana göre, “Milletvekili yaparsak bize sıkıntı verir.” düşüncesi Hoca’nın kafasında mevcuttu. Onun için de hiçbir şekilde beni özellikle seçilecek zamanlarda koymamıştır. Seçilmeyecek olduğum zamanlarda koymuştur. Çok enteresan, arkadaşlar ikinci defa yine geldiler, “Biz illa seni istiyoruz.” dediler. Ben de tekrar aynen şunu söyledim: “Siz Hoca’ya gittiniz mi? Anladım ki gitmemişsiniz. Bakın! Hoca yarın beni ikinci, üçüncü sıralara koyar, birinci sıraya Süleyman Arif Emre abiyi koyar. Siz de bana karşı mahcup olursunuz.” dedim. Nitekim dediğim gibi olmadı. Birinciye sıraya Süleyman Arif abiyi koydu. İkinci, üçüncü sıra değil, beni listeye hiç koymadı! Çünkü o sırada tercih söz konusuydu. İkinci sıraya koysalardı bile benim kazanma ihtimalim vardı.
91 seçimlerinde Adnan Kahveci’nin tercihli seçim fikri uygulanmıştı.
Aynen, benim de seçilme ihtimalim vardı. Çünkü yapılan anketlerde hep ben çıkmışım.
Aynı seçimlerde Tayyip Bey de milletvekilliğini kaybediyor değil mi? Mustafa Baş tercihle önüne geçiyor.
Evet.
Eğer siz de Kartal bölgesinden aday olsanız, Süleyman Arif Bey’in yerine seçilirdiniz. Bu da Hoca’nın kafasındaki şablonu bozardı. Daha sonraki seçimlerde siz de milletvekili oldunuz. Korktuğu gibi Hoca’ya sorun çıkardınız mı?
Hayır, hiçbir şekilde sorun çıkarmadım. Aslında Hoca’ya belki 28 Şubat’la ilgili bir sorun çıkarmışımdır. O da orduyla ilgili konuda görüş beyan etmemdi. O beyanım kendilerine göre belki partiyi sıkıntıya sokmuştur. Onu bilemem. Çünkü Şevket Kazan Bey, dokunulmazlığımın kaldırılmasıyla ilgili fezlekeyi gönderdiğine göre, gene de bir sıkıntı çıkartmışızdır demektir.
TÜRKİYE’Yİ YÖNETMEK İSTEYEN, NEREDEN YOLA ÇIKMALI?
Refah Partisi’ni 90’lı yıllara hazırlayan temel yapı o dönemde İstanbul’da şekillendi. Diğer vilayetlerden farklı bir teşkilatlanma modeli ile İstanbul’da teşkilatlandınız. İstanbul ekibi, İstanbul ekolü diye anılan bu yapılanma modeli ile toplumla farklı bir ilişki geliştirdiniz. Bu model, daha sonra Millî Görüş geleneğindeki partilerde, İstanbul ekolü diye bir ekol oluşturdu.
Aslında şunu ifade etmek lazım; Hoca’nın 1969 yılındaki Konya’dan bağımsız milletvekili adaylığından sonra, en fazla çalışılacak yer olarak İstanbul seçildi. İstanbul’un da özellikle Fatih semti esas alındı. Bu esas alınmadaki sebep olarak hep şu düşünülmüştür: Türkiye’ye hâkim olmak için İstanbul’a hâkim olmak lazım. İstanbul’a hâkim olmak için de Fatih’in sizin olması lazım. Biz o yüzden ilk Fatih’te başlamıştık. Ama sonradan demin de ifade ettiğim İran’daki yoğun işlerimin doğurduğu zaruret dolayısıyla Tayyip Bey’e çok iş düşüyordu. Onun çalışması icap ediyordu. Onunla ilgili olarak il teşkilatını Kasımpaşa’ya naklettik. Bu taşınma işin daha hızlı görülmesini sağlamak ve daha yoğun çalışmaya imkân hazırlamak içindi.
İstanbul çok mühim. Çünkü insan kaynağı yönünden aşağı yukarı bütün mefkûreler için kaynaklık yapabilecek insanlar İstanbul’dadır. Bütün Anadolu şehirleri de İstanbul’u örnek alırlar. Siz burada nasıl teşkilatlandıysanız Anadolu ona bakar. Siz burada hangi söylemleri geliştirmişseniz, Anadolu’daki teşkilatlar onlara bakar. Tayyip Bey ile benim siyasi kariyerimde paralellikler oluştu. Mesela, Tayyip Bey’in belediye başkanlığı adaylığı sırasında, ben de Gaziantep’te belediye başkanı adayıydım. İnan olsun Gaziantep’te benden ziyade Tayyip Bey’in konuşmaları makes buluyordu. Sebep, İstanbul’un her zaman Anadolu tarafından bir lider şehir olarak kabul edilmesidir.
Evet, İstanbul’un etkileme kapasitesi yüksek.
Çünkü İstanbul Türkiye’dir hatta Osmanlı’dır.
Buradan tekrar Fatih ilçesine dönecek olursak; Fatih ilçesi bir nevi kadim İstanbul. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul diye fethettiği yer sur içiydi. Diğer topraklar o dönem zaten Osmanlı tarafından fethedilmişti. Burada bir miktar da Osmanlı’ya gıpta ediş de var mı?
Osmanlı’ya gıpta edişten ziyade tarihî gelişim bunu icap ettiriyor. Fetihten sonra ilk yerleşim yerleri burası. Buradaki insanlarımız, İstanbul fethedildiğinde Anadolu’dan gelen insanlardı. Bunların fikrî yapıları nesilden nesile geçti. Bugün dahi İstanbul ne kadar kozmopolit olursa olsun, İstanbul’un Fatih’i bu kozmopolitliğinde birazcık daha farklıdır. Orada özellikle bize çok uygun bir yapı mevcuttur. İstanbul’un sonradan kurulan diğer semtleri gibi değildir. Tabiatıyla Fatih dediğimiz zaman Aksaray’ı içerisine alıyor. Bugünkü Fatih Belediyesinin ötesinde olan bütün yerler Eminönü, sur içinde kalan bütün kısımlar Fatih ilçesi içerisinde mütalaa edilir.
Ama burada şöyle bir şey var; bu topraklar, bu toprakları fethedenler için ne kadar önemli ise fethedilenler için de hâlâ öyle. Yani onlar için de önemli. Hezimetin simetrisi olarak takibi sürdürüyorlar.
Doğru. Fatih Haliç’le sınırlanıyor. Güneyinde Haliç, kuzeyinde Şişli vesaire, bizim fikriyatımızın daima zıddıdır. Bu yüzden oraya ağırlık verilmiştir ve o yüzden daima harekâtın başlangıç yeri orası olmuştur. Doğrusu, İstanbul’un emniyeti de birazcık oradan gelmektedir. Tabiatıyla, İstanbul’da insan kaynağı Anadolu’ya göre çok daha bilindik olmuştur. Çünkü kültürümüzün başşehridir. Fikriyatın bütün insanları buradan yetişmiştir. Devlet, yıllarca buradan idare edilmiştir.
Tarihsel olarak bir İstanbul muhabbeti var.
Nasıl olmaz! İstanbul’un derin manaları vardır.
Görevleriniz hem Gaziantep’te hem de İstanbul’da iyi sonuç almak. Ama İstanbul’dan daha fazla sonuç alıyorsunuz.
Elbette orada haklısınız; demin de ifade ettim, İstanbul Osmanlı’dır, Osmanlı da İstanbul’un içindedir. Siz burada her şeyi yaşayabilirsiniz. Kültürlerin her türlü renklerini derinliğine bulabilirsiniz. Her şey buradadır. Gayet tabiidir ki İstanbul bir başkadır. Siz de ister istemez beyninizin tatmin olduğu, gönlünüzün tatmin olduğu bir yerde olmak istersiniz. Bana göre bu yer her şeye rağmen İstanbul’dur. Mesela samimi bir itirafta bulunayım, elbette Gaziantep’i severim, benim doğduğum yerdir. Ancak 1990’lara hatta 2000’lere gelene kadar pek fazla da tutmazdım Gaziantep’i. Çünkü Gaziantep’e gittiğim zaman korkunç bir materyalizmle karşılaşırdım. Esas dost çevreleri de az ukalaca gelirdi. Gittiğim zaman üniversitedeyken bunalırdım ve üç günden dört günden daha fazla kalmayı arzu etmezdim. Bir an evvel soluğu İstanbul’da almak isterdim. Neden? Çünkü İstanbul’da benim tatmin olduğum fikriyat hazinesi var. Gönülleri dolduracak membalar burada, İstanbul’da. Nasıl olur da siz İstanbul’u sevmezsiniz? Elbette İstanbul benim nefes aldığım, rahatladığım bir yerdir. Elhamdülillah, şunu da söyleyeyim, Gaziantep özellikle 1990’lardan sonra çok mühim değişimlere uğradı. Bunu ben belediye başkanlığı adaylığım sırasında müşahede ettim. Manevi bir hava gelmiş, daha doğrusu Gaziantep bir noktada tekrar kendi asli kimliğine kavuşmaya doğru gitmiş. Çünkü ecdadın Küçük Buhara dediği bir yer Gaziantep. Manevi alanın olduğu, manevi gönüllerin bol bulunduğu bir mekân iken sonra ne hikmetse çölleşmiş ve tamamen materyalizme gitmiş. Belki burada Ermenileri de düşünmek kabildir. Çünkü Ermenilerin orada olması sebebiyle Müslümanların kendi İslam şahsiyetlerini muhafaza için daha titiz davrandıklarını düşünüyorum ve o yüzden de manevi atmosfer çok daha iyi muhafaza edilmiş. Ama ne zaman ki Ermeniler gitti ve kendi kendimize kaldık… Ondan sonra da yavaş yavaş bozulma başlıyor. Bir taraftan da maddi imkânsızlıklar Ermenilerin gitmesiyle beraber zuhur ediyor. Bu insanlarımızı biraz daha maddiyatçı hâle dönüştürüyor. Maddiyatçılık hâli giderek yoğunlaştı, ta 1990’lara kadar.
O zaman başka bir tahlil daha yapmak gerekiyor.
Gaziantep’i birazcık manevi yönden tahlil etmek istersek durum böyle.
O zaman zıddıyla kaim olduğumuzu mu düşünüyorsunuz? Yani Ermenilerin bizi gündelik hayatta ve din anlayışında daha dingin tuttuğu düşüncesine katılıyorsunuz.
Tamamen öyle derim. İnsan psikolojisi bu. Şairimiz Necip Fazıl, “Sen benim dinamiğimsin, sen benim muhalikimsin.” diyor karşıdaki rakipleri için. Rakip olmayınca rekabet de olmuyor. İşte rekabetin üstünlüğü de zaten burada. Her alanında bunu görmek kabil.
Ben 90’larda Gaziantep’te bir yazı yazmıştım da fevkalade tartışmaya yol açmıştı: “Damak zevkinin geliştiği yerlerde dimağ zevki gelişmez.” demiştim.
Epey doğru bir söz. Aslında işin analizini yaptığımız zaman, gerçeği var. İşin ilmî analizini yaptığımız zaman, söylediğinizin doğruluk payı var. Çünkü insanlar dimağ zevkini kaybettiği zaman, bu sefer damak zevki başlıyor. Damak zevki de tahrik ediyor. Bu sefer insanlar daha da çok maddiyatçı hâle geliyor.
Evet, maddenin peşinde koşuyor. Malumunuzdur, Batı’da her şey pratik, hazır fast food. Mesela kapitalizmin en büyük icatlarından biri part time çalışma. Amerika’da veya İngiltere’de öyle bir düzen kurulmuş ki bir markete girip 5 saat çalışıp çıkarken örneğin 25 dolar alabiliyorsun. Oysa bizim toplumumuzda bu konuda pratiklikler gelişmemiş ve Gaziantep bu anlamda yeme içme kültürünün çok geliştiği bir yer. Bunu tenkit anlamında söylüyorum.
Tabii ki ama bu konuda pratik olmak zorundayız. Evet hâkim olmak lazım da mahkûm da olmamak lazım. Biz, bizim insanlarımızın çoğuna bakıyoruz, mahkûm olmuş. Hâlbuki hâkim olmak lazım. Yemek içmek evet güzel bir şeydir, yani bizler için yemek bir zevktir. Sadece yaşamak için yemiyoruz. Yaşamak için yediğimiz gibi keyif etmek için de yiyoruz. Buna fazla da bir itirazım yok ama bunu hayatın gayesi olarak büyütmenin, böyle olması icap ediyor diye hayatının mihveri hâline getirmenin bir manası yok. Ne yazık ki zaman içerisinde öyle bir duruma gelmiş Gaziantep. Ama bundan sıyrılıyor. Ben son milletvekilliği seçimleri için Antep’e gittiğimde çok güzel bir manevi atmosferin oluştuğunu gördüm ve çok da sevdim.
Bunu göçe mi bağlıyorsunuz? Biliyorsunuz, Gaziantep göç alan bir şehir. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Gaziantep çoraklaşıyor ve Küçük Buhara özelliğini yitiriyor. Sürece bağlı olarak şehir her anlamda kaybediyor. Zanaatkâr anlamında da bir zayiatı var Gaziantep’in. Epey bir süre orada üretim yapılamadı. Zanaatkârlar durdu. Sonra bu bir miktar galiba 12 Eylül sonrası göçlerle yeniden canlandı.
Bu göçlerin sosyolojisini çok iyi tespit etmek lazım. Göçlerin Gaziantep’e ne getirdiği, ne götürdüğü konusunda derinlemesine bir sosyal araştırma yapıldı mı bilmiyorum. Yapılmadıysa mutlaka yapmak lazım. Benim haberim yok. Doğrusu şimdiye kadar bana böyle bir bilgi ulaşmadı. Ama çok ciddi bir araştırma yapmak lazım. Gaziantep’e doğudan gelen Kürt kardeşlerimiz yaptığım tespite göre iki ana gruba ayrılıyor. Birincisi dindar mele grubu. Bir ikincisi de zengin Kürt kardeşlerimiz. Bu ikisi de Gaziantep’i ihya etti. Neden Gaziantep’e bir üçüncü olarak şer belalı Kürt kardeşlerimiz gelmedi? Gelse bile çok az geldi. Gelenler fazla yaşayamadı, duramadı. Nereye gittiler? Mersin’e ve Adana’ya doğru gittiler. Sebep? Sebep bana göre biraz da iklim şartları, oranın atmosferi. Mesela Gaziantep iklim şartları itibarıyla biraz daha zor. Yaşamı biraz daha zordur.
Daha uyanık kalmanız gereken bir şehir.
Evet. Yaşamak için daha çok paraya ihtiyacınız olan bir şehirdir. Buraya zenginler geldi. Meleler ise geldikleri zaman bir çorak alan gördüler. Baktılar ki çorak burası. Buranın ihyası için kalmak lazım dediler ve kaldılar. Mesela ben doğrusu gerek İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki genel sekreterliğim sırasında Gaziantep’e gittiğimde gerek milletvekilliği sırasında devamlı şekilde o Kürt meleleri yani mollaları tek tek ziyaret ederdim, onlardan çok şey öğrendim. Doğrusu onlarla konuşmalarım gönlüme ferahlık verdi. Aralarında çok aydın insanlar vardı. Ben de çoğu zaman şaşırırdım. Hatta doğrusu ben müftülüğe gitmemiştim, Gaziantep’te müftüyü ziyaret etmemiştim hiç. Ama meleleri hep ziyaret etmiştim. Bir toplantıda müftü efendiyle karşılaştık. Müftü efendi bana dedi ki: “Sen geliyorsun, meleleri sürekli ziyaret ediyorsun, beni ziyaret etmiyorsun.” “Bak müftü efendi senin şu sözün sebebiyle seni ziyaret etmiyorum. Sen insanları böyle görüyorsun. Sen görüştün mü? Hâlbuki senin o melelerle görüşmen lazım. Görüşüp de onlardan akıl fikir aldın mı? Onların ruh dünyasını biliyor musun? Onların dünya konusundaki görüşlerini biliyor musun? Hiç gittin mi Allah aşkına?” dedim. Sustu. Çünkü o sırtını devlete dayamış, ahkâm kesiyor. Hâlbuki mele öyle değil. O insanlara dayanıyor, kendi esas fikriyatına dayanıyor, imanına dayanıyor. O yüzden de açıkçası benim için çok daha makbul insanlardı. Çok da keyifle gidiyordum. Oturuyorduk, sohbet ediyorduk. Her türlü sohbeti onlarla yapabiliyorduk. Allah hepsinden razı olsun. İşte bunlar Gaziantep’in havasını değiştirdiler.
Siz biraz anladığım kadarıyla Gaziantep’in Buhara kimliğini kaybetmesi sebebiyle 90’lı yıllara kadar bir miktar şehre mesafeli durdunuz. Çünkü İstanbul’da ikamet ediyorsunuz ve dolayısıyla Gaziantep’i bir miktar buruk buldunuz. Buruk baktığınız bu şehir ile galiba 1994’te barışıyorsunuz.
1994’te gittiğim zaman çok hoşuma gitti. Şunu söyleyeyim; 1976’da Sanayi Bakanlığı müsteşarlığına vekâlet ediyordum. Allah rahmet eylesin, o tarihte babam vefat etti. Gaziantep’e gittik; sabah namazına gideyim dedim, Allah seni inandırsın dört tane cami dolaştım, sabah namazında dört cami de kapalıydı. Cami bulamadım. Böyle şey olur mu? Ha! Bu ne demek? Bu körelmiş demek. Demek cemaat gelmiyor ki imam efendi yatıyor, gelmiyor. Müezzin efendi de camiyi açmıyor.
Sizin bu gözlemlerinizden yola çıktığım zaman, galiba Ayasofya Camii de ilelebet müze olarak kalacak. Çünkü Tayyip Bey’e en son Kızılcahamam’da soruyorlar “Ayasofya ne zaman açılacak?” diye. Tayyip Bey de “Sultan Ahmet Camii bir dolsun, o zaman Ayasofya’yı açarız.” diyor.
Allah selamet versin, bana göre yanlış bir düşünce. Çünkü Ayasofya meselesi cemaat meselesi değildir. Onu bir kere tespit etmek lazım. Ayasofya bir fetih sembolüdür. Bu sembolden hareket ederek Ayasofya’nın açılması lazım geldiği inancındayım. Açık söyleyeyim, hemen arka tarafındaki Aya İrini’yi de kilise yapmalı, Ayasofya’yı da tekrar ibadete açıp cami yapmalı.
Burada biraz da nostalji var galiba. Çünkü sizin neslinizle bizim çocukluğumuz “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın!” özlemiyle dolu bir nesil.
Birazcık da ben meseleye gene mühendisçe bakıyorum aslında. Mademki burası Fatih Sultan Mehmet Hazretleri’nin fetih sembolü olarak cami yaptığı bir yer, mekândır, Fatih Sultan Mehmet Hazretleri geldiğinde elbette Sultan Ahmet Camii yoktu. Yani cemaat de bulamazdı. Çünkü çevre henüz daha Müslümanlarla dolu değildi. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. O zaman da cemaat yoktu. Cemaat yoktu diye oranın cami yapılmaması diye bir şey olmaz. Şunu da söyleyeyim, bu sembol hadisesine aslında Hristiyanlar çok daha fazla ağırlık veriyorlar. Mesela İslam ülkelerinin birçok yerlerinde hiçbir tebaası olmayan yerlerde kilise açıyor adamlar. Sırf sembol olarak, oranın Hristiyanlığa açık bir mahal olduğunu göstermek için. Ki Ayasofya’nın yanında Sultan Ahmet ve birkaç tane daha cami var. Ama buranın zihin oluşumunun sebebi fetih yapan, bu şehri bize kazandıran o hakanın yapmış olduğu, sembolik olarak, orayı cami ihdas etmesidir.
Burada şöyle bir ilginçlik var: Bu Ayasofya Camii’nin neden müze olduğu konusu çok tartışılmaz.
Tartışılmaz çünkü herkes biliyor aslında onun için. Bu iş çok enteresandır; biz ne zaman mağlup olmuşsak galipler bize dinî konuda mutlaka bir şey yaptırmışlardır. Bir misal söyleyeyim: Ruslar şimdi Yeşilköy dediğimiz Ayastefanos’a kadar geldiler. İngilizler baktılar ki Osmanlı’yı Ruslara teslim edecekler. Hemen duruma derhâl el koydular ve Ruslara karşı çıkarak, “anlaşın” dediler. Ruslar da baktılar ki pabuç pahalı, hemen Osmanlı’yla anlaşma yoluna gittiler. Ayastefanos Muahedesi yapıldı. Ayastefanos Muahedesi’nin en önemli maddelerinden bir tanesi ne biliyor musun? Taksim’e bir kilise yapılmasıdır. Taksim’e gidin, şöyle bir sırtınızı Gezi Parkı’na dayayın ve şöyle bir bakın. Her gidişimde gözlerim yaşarır benim. Orada bir beyaz kilisenin yüksek olduğunu görürsünüz. O kilise Ayastefanos Muahedesi’nin dayattığı bir kilisedir. Niye yani! Ne var yani! Ruslar oraya bir kilise koymakla kuş mu kondurdular? Hayır. “Bizim burada hakkımız, bizim burada düşüncelerimiz var.” sembolünü oraya oturtturdular. Bunun karşılığında Osmanlı bir muvazene kurabilmek için oraya da bir cami yapmak istedi. Fakat bir türlü yapamadılar. İnanabiliyor musunuz? Bir de Haliç’teki demirli kilise var. Orası da öyle aynı şekilde dayatmadır. İşgalciler ve düşman devletler galip geldikleri zaman, dayattıkları maddelerden bir tanesi dinî oluyor. Geçmişte de onların birçok örnekleri var.
O zaman gerek Refah-Yol döneminde gerekse yakın zamanlardaki Taksim’de cami tartışmaları bu tarihî perspektifin uzantısı olarak mı ele alınmalı?
Tamamen. Osmanlı bunu beceremedi, bunu biz becerelim dedik, biz yapalım dedik ki Taksim’de Tayyip Bey’in Ayasofya ile dediğinin tam tersi bir durum var. Orada elverişsiz bir mescit var. Cuma günleri bütün caddeler doludur. Etraf ibadet eden insanlarla doludur ve Taksim’e mutlaka büyük bir caminin yapılması şarttır. Yapılması kaçınılmazdır aslında. Hiç bana kendilerine laiklik süsü veren insanlar şöyle böyle demesinler! Taksim’de cami iki yönden çok çok mühimdir. Bir sembolik manada, bu kilisenin karşısına bir caminin olması… Hem de bana göre orada tam bir Osmanlı camisinin olması lazım. Modern falan değil. Bir ikincisi de cemaat çok orada, cami yok. Bu iki ihtiyacın giderilmesi için mutlaka bir caminin olması lazım. Bu boşluk tabii insanlarımız tarafından görüldü. Su deposunun hemen arka tarafındaki arsa alındı. Her şey hazır ve nitekim Allah selamet versin Tayyip Bey de belediye başkanlığı sırasında yapacaktı ve bu işi bitirecekti. Ama Necmettin Bey birdenbire bu işi deklare etti ve sıkıntı hâline dönüştürdü işi ve ondan sonra tekrar geri döndü.
Erdoğan Bey, biraz daha mı politik davranacaktı?
Zaten politik davranarak bu işi, meseleyi bitirmiş olacaktı. Yapıp oraya temeli atacaktık, bitecekti. Öyle temel atma töreni falan da yapmayacaktık. Hemen kazılıp bir anda yapıp bitirecektik. Ama artık o zamanlar geçti. Oraya, temel atma merasimi de yaparak çok güzel bir Osmanlı camisinin yapılıp bitirilmesi lazım artık. Hiç kimse itiraz etmesin buna. Bunun olması benim tarihî şahsiyetimin tekâmülü yönünden şart. Benim oradaki insanlarımın ibadet ihtiyacını gidermesi yüzünden şart.
Siz Mustafa Kemal’i cumhuriyeti kurup yerli sanayinin gelişmesi konusunda temel aktörlerden biri olarak görüyorsunuz. Fakat yerlilik hissi bu alanda belirirken Ayasofya çok dayatma üzerine mi onun mukavemet edebileceği bir yer olmaktan çıktı.
Elbette. Ona geliyorduk, o aradan kaynadı. Nasıl Ayastefanos’ta da yaptılarsa; Taksim’de kilise yapmışlarsa; nasıl Haliç’te demirli kilise yapılmışsa; Ayasofya’nın müze olma hadisesi Lozan’da tekerrür etmiştir. Lozan’da bu bir gizli maddedir aslında. Birçok maddenin yanında bu da vardır.
Nasıl bir anlaşmadır ki ne kadar ve ne zamana kadar gizli bu hükümler?
Bana göre Türkiye’nin gücüyle ilişkilidir bu. Tam güce eriştiğimiz zaman, onların hepsi ortaya çıkacaktır.
Bizim gücümüz hâlâ o kadar yok ki Boğaz’daki geçiş şartlarını düzenleyemiyoruz, kanal kuruyoruz.
Yok. Tabii. Henüz daha yok. Kabul etmek lazım; belli bir noktaya geldik ama henüz değil. O noktayı ben tarif edeyim, maddi durumu tarif edeyim. Tek başına millî geliri 40 bin dolar, ihracatı bir trilyon dolar olan ülke hâline geldiğimiz zaman biz bağımsızlığımızı ve bu konuda rahatlıkla icraatımızı yapabilecek konuma geliriz. Bunu açıkça söyleyeyim. Bir zamanlar şunu hep söylüyorduk, bu, geçmiş bazı yazılarımda da vardır; Türkiye’nin millî geliri tek başına 10 bin doları geçerse o zaman Türkiye’de vesayet sistemi kalkacaktır demişizdir. Dikkatini çekerim, şu anda millî gelirimiz 10 bin doları geçti ve Türkiye’de vesayet sistemi kırıldı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.