Полная версия
Gümüş Patenler
‘Ah Tanrı’m, bu kuluna tahammülle yaşamayı, memnuniyetle ölmeyi nasip eyle!’
Tahammülle yaşamak elini kolunu bağlayıp oturması mı demekti? Hayır, o bir avukattı, siyasetçiydi, elçiydi, çiftçiydi, filozoftu, tarihçiydi ve en nihayetinde bir şairdi. Hollanda’nın Yüksek Mührü’nün koruyucusu, kollayıcısıydı. Dahası… Bu ne gürültü, kendi sesimi duyamıyorum!” diye sesini yükseltirken gözleri tükenmiş olan piposuna takıldı ve hanımına başıyla selam vererek odadan aceleyle çıktı.
Hakikatte, uzun söylevine başından beri köpek havlaması, kedi miyavlaması ve kuzu melemelerinin oluşturduğu büyük bir uğultu eşlik ediyordu; bir de buna bebeğin keyifle döndürüp durduğu gürültülü, fil dişi kriketin sesi de dâhil olmuştu. En nihayetinde, gürültü yüzünden mynheerin yükselen ses tonundan cesaret alan küçük şamatacılar yeni trompetleriyle yeni bir patırtı koparmaya yeltenmişlerdi ve Wolfert de davuluyla koşup gelerek onlara eşlik etmeye başlamıştı. Bu vaziyet odada tam bir karışıklığa sebep olmuştu ki ufaklıklar için iyi de olmuştu. Aziz onlara Jacob Cats konulu bir derse katılmaları için hediye bırakmış değildi çünkü. Böyle kutlama günlerinin sabırsızlıkla beklenen kısmı bu değildi. Bu nedenle, gençler annelerine bakıp da yüzünde ne korku ne de kızgınlık görmeyince yeni bir cesaretle daha da coştular. Devasa kargaşa galip geldi, eğlenceyle şamata hüküm sürmeye devam etti.
İyi yürekli Aziz Nicholas! Tüm genç Hollandalılar adına, bendeniz de onun yüce varlığına inanmaya ve tüm inanmayanlara karşı mevcudiyetini savunmaya razı ve de istekliyim.
Carl Schummel, oldukça meşguliyet sahibiydi; kendinden son derece emin hâlde durup dinlenmeden, karşılarında belirip de onlara hitap edenin ve de masayı hediyelerle dolduranın Aziz Nicholas değil, kendi anne babalarından biri olduğuna küçük çocukları ikna etmeye çalışıyordu. Ama aslını biz biliyoruz elbette.
Tabii bir de şu durum var ki; o kişi bir azizdiyse neden Brinker kulübesini de ziyaret etmedi? Niçin bir tek o karanlık ve acılı haneye uğramadan geçip gitti?
X
OĞLANLARIN AMSTERDAM MACERASI
“Herkes geldi mi?” diye seslendi Peter coşkuyla. Ertesi sabah erken vakitte, paten yolculuğu için hazır ve nazır, kanalın kenarında toplanmıştı her biri. “Bir bakalım, Jacob beni kafile başkanı olarak atadığına göre, yoklamayı benim yapmam lazım gelir. Carl Schummel burada mı?”
“Burada!”
“Jacob Poot!”
“Burada!”
“Benjamin Dobbs!”
“Bu… Burada!”
“Lambert van Mounen!”
“Burada!”
“Çok şükür! Sensiz gidemezdik zaten, İngilizce konuşabilen bir tek sen varsın. Ludwig van Holp!”
“Burada!”
“Voostenwalbert Schimmelpenninck!”
Cevap yoktu.
“Ah! Küçük hınzıra izin çıkmadı anlaşılan. Hadi bakalım, beyler, saat sekiz oldu; hava berrak, buz da taş gibi sağlam, yarım saate Amsterdam’a ayak basarız. Bir, iki, üç, ileri!”
Hakikaten de, yarım saatten az bir vakit geçmesine rağmen sağlam bir duvar işçiliğiyle inşa edilmiş setlerden birini geçmişler ve doksan beş adayla neredeyse iki yüz köprüden oluşan surla çevrili şehre, Hollanda’nın gözde kenti Amsterdam’ın kalbine ayak basmışlardı bile. Hollanda havasını ilk defa soluduğundan beri burayı iki kez ziyaret etmiş olmasına rağmen, merakını uyandıracak birçok güzellik görüyordu Ben; fakat Hollandalı yoldaşları bütün ömürlerini kentin yakınlarında geçirdiklerinden olsa gerek, Ben’in gönlünü çelen onca fevkaladeliğe kayıtsız kalıyorlardı, bu kent onlar için dünyanın en sıradan kentiydi. Her bakışta, şahit oldukları Ben’in ilgisini cezbediyordu; çatal şeklinde bacaları olan, koruma duvarları sokağa bakan yüksek evler; uzun, kol gibi kaldıraçlar yardımıyla evlerin pencerelerine mallarını indirip kaldırmak için kullandıkları bir sistemi, çatılarının altına kuş tüneği gibi astıkları depolarına ekletmiş ticarethaneler; bataklık toprağına derinlemesine gömülmüş ahşap kazıklar üzerinde mağrur bir edayla yükselen amme binaları; dar sokaklar; kenti örümcek ağı gibi kuşatmış kanallar; köprüler; su araçlarının farklı yüksekliklerdeki sular arasında geçişini sağlayan kanal havuzları; alışık olmadığı kıyafetler ve hepsinden de tuhafı kilise önlerine doluşmuş, uzun, şekilsiz bacaları kutsal mabedin duvarlarından çok daha yükseğe erişen bilimum dükkân ve haneler.
Bakışlarını biraz yukarı kaldırsa parıldayan sivri çatılarıyla gökyüzünü delecek gibi duran, öne doğru meyilli, dar ve uzun evleri görür; biraz aşağı indirse Arnavut kaldırımını tuğla yaya yolundan ayıran hiçbir şeyin olmadığı, ne bir yerle kesişen ne de bir yere dönen tuhaf sokağa tanıklık eder; yarı yolda gözlerini dinlendirmek gayesiyle duracak olsa ev sahiplerinin görünmeden sokakta ne olup bittiğini ya da kapıyı çalanın kim olduğunu gözetleyebilecekleri şekilde düzgünce ayarlanmış, neredeyse her pencerenin dışına asılı, şaşkınlık verecek denli küçük spionnen24 aynalarına da tanıklık edebilirdi.
Odun yüklenmiş bir köpek arabası, emektar sırtında çanak çömlek ya da züccaciye mallarıyla doldurulmuş bir çift küfe taşıyan bir eşek, çıplak Arnavut kaldırımlarında süratle ilerleyen, kaymasını kolaylaştırmak maksadıyla bacaklarına eski püskü paçavralarla yağ sürülmüş bir kızak, en nihayetinde de kar beyazı kuyruklarını asaletle sallayan boz donlu Flanders atların çektiği, onca gösterişine rağmen sürekli sarsak bir aile arabası geçiyordu yanından.
Kent tam bir bayram havasına bürünmüştü. Aziz Nicholas onuruna fevkalade süslenmişti her bir dükkân. Kafile başkanı Peter, türlü çeşitli oyuncak ve içerisindeki her şeyin sergilendiği muhteşem vitrinlerin cazibesine kapılmamalarına dair yoldaşlarına defalarca emir vermek zorunda kalmıştı. Hollanda, bilhassa üretim yeteneğiyle ünlü bir diyar. Ufaklıkların zevkine hitap edebilecek, mümkün olan hemen hemen her şeyin minyatürü yapılıyor; herhangi bir Hollandalı gencin iş edinmeye bile lüzum kalmadan kavrayabileceği girift mekanik oyuncaklar ise bizim burada olsa, patent dairemizde göklere çıkarılır. Ben, minyatür balıkçı teknelerinin bazılarının karşısında hınzır bir gülümsemeye engel olamadı. Oldukça ağır ve tıknazdılar, tıpkı Rotterdam’da gördüğü o tuhaf yapı gibi. Minicik trekschuiten ise bir iki karış vardı ve imkân olursa bir ara bunu İngiltere’deki erkek kardeşi için almayı her şeyden çok arzuladı. Yanında harcayacak fazladan parası yoktu, çünkü Hollandalı tutumluluğunun tam bir timsali olarak çocuklar sadece en temel masraflarına yetecek kadar para almayı kararlaştırmış, bu parayı topladıkları keseyi de Peter’a emanet etmişlerdi. Buna binaen, Ben de tüm enerjisini manzarayı izlemeye ve kardeşi küçük Robby’yi aklına getirmemeye sarf ediyordu.
Gezi sırasında, bir anda pek sıkışmasıyla yakınlardaki Bahriye Mektebine plansız, acele bir ziyarette bulunmak zorunda kalmış, bu esnada bahriyeli öğrencilerin tam teşekküllü çift direkli yelkenlilerine ve kamaralarında eşyalarını koydukları sandıklarının üzerinde beşik gibi sallanan ranzalarına imrenerek bakakalmıştı. Varlıklı elmas kesicilerinin ve sefil kılıklı adamların mesken tuttuğu Yahudi Mahallesi’ne göz ucuyla şöyle bir bakmış, ancak akıllıca davranarak oranın yakınına bile adım atmamaya karar vermişti. Ayrıca Amsterdam’ın başlıca dört caddesi Princengracht, Keizersgracht, Heerengracht ve Singel’e de hızlıca bir göz atma imkânına erişebilmişti. Bunlar biçim olarak yarım daire gibiydi ve ilk üçünün ortalama uzunlukları iki milden fazlaydı. Her birinin tam ortasından birer kanal geçiyordu ve bu kanalların her iki yanında da devlet binalarının muhafız alayı gibi sıralandığı düzgün taş döşeli yollar bulunuyordu. Yeniden uyanış mevsimlerini hasretle bekleyen çıplak karaağaç dizileri kanalların etrafını sarmış, dallarının gölgeleri donmuş yüzeyde örümcek ağları çiziyordu. Her şey o kadar pak ve ışıltılıydı ki Ben, Lambert’e dönüp tüm bunların ona put kesilmiş birer zarafet abidesi gibi göründüğünü ifade etmişti.
Neyse ki o vakitler hava pek soğuktu da ne sokakları sel almış ne de tepelerine sağanak inmişti, yoksa genç serüvencilerimiz birçok defa muhakkak sırılsıklam kalacaklardı. Süpürmek, paspaslamak ve ovalamak Hollandalı ev hanımları için bir tutkuydu ve tek bir leke izinin bulunmadığı malikânelerine en ufak bir çamur sıçratmak bile cinayete yeltenmekle kıyaslanabilirdi. Pabuçlarının topuklarını silip cilalamadan evlerinin kapı eşiğinden geçenlere hor görerek muamele edilir, hatta bazı yerlerde konukların eve girmeden evvel ağır pabuçlarını dışarıda çıkarmaları beklenirdi.
Sir William Temple,25 “What passed in Christen dom from 1672 to 1679?”26 hatıratında, Amsterdam’daki bir leydiye konuk giden tumturaklı bir sulh hâkiminin öyküsünü anlatır. İri kıyım, Hollandalı bir kız kapıyı açmış; hanımının evde olduğunu, fakat hâkimin pabuçlarının pek de temiz olmadığını yüzüne tek nefeste pat diye söyleyivermiş. Başka tek kelime etmeden, şaşkınlıkla bakakalmış adamı iki kolundan tutup tek harekette sırtına bindirmiş, iki oda öteye taşımış, merdivenlerin dibinde yere bırakıp yakınlardaki bir çift terliği ayağına geçirivermiş. Ancak o vakit lütfedip de hanımının yukarı katta olduğunu ve yanına çıkabileceğini söylemiş bizim gururlu sulh hâkimine.
Ben, kentin insanla örtülü kanallarının üzerinde yoldaşlarıyla paten kayarken, bir yandan da sağında solunda devamlı gördüğü, gözlerinden uyku akan, ağzında gevşek gevşek pipo tüttüren, ensesine vur ekmeğini al gibisinden bu Hollandalıların, tarih kitaplarında okuduğu yürekli, vatana kendini adamış kahramanlar ile gerçekten de aynı topraktan geldiklerine ve Hollanda’daki bunca gelişmelerin önayakçılarının bu insanların ta kendisi olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu.
Kafilesi yanından süzülerek geçerken Van Mounen’e döndü ve şu kıssayı anlattı: 1696 senesinde bu kentte bir cenaze ayaklanması meydana gelmiş. Erkek, kadın, çoluk çocuk demeden, toptan sokaklara akın etmişler ve sahte cenaze ayinleri düzenlemeye başlamışlar. Amaçları, belediye başkanına ölü gömme konusundaki bazı yeni düzenlemelerin kabul edilemez ve idaresi güç bir mahiyette olduğunu gösterebilmekmiş. İlaveten, kente zarar vermekle o kadar büyük tehditler savurmuşlar ki belediye başkanı bu nahoş düzenlemeleri memnuniyetle geri çekmek durumunda kalmış.
“Şuradaki köşebaşı var ya.” dedi Jacob, devasa binaların olduğu yeri parmağıyla işaret ederek. “Bundan on beş sene önce, oradaki büyük darı ambarları çöküp çamura bulanmış. Ambarlar vaktinde gayet dayanıklı inşa edilmiş, üzerinde durdukları kazıklar da pek kuvvetli çakılmış olmasına karşın yedi bin yüz kilodan fazla darı depolayınca kazıklar dayanamamış.”
Jacob, kıssanın tek seferde anlatamayacağı kadar uzun olmasından dolayı lafının yarısında dinlenmek amacıyla durakladı.
“Yedi bin yüz kilo olduğunu nereden biliyorsun sen?” diye sordu Carl, bıçak gibi keskin bir sesle.“Daha kundağa sarılıydın o vakitler.”
“Babam tüm vakayı biliyor.” diye karşılık verdi Jacob. Güçlükle yerinden kalktı ve sözlerine devam etti. “Ben, resim sever. Gösterelim biz de.”
“Pekâlâ.” dedi kafile başkanı.
“Vaktimiz olsaydı, Benjamin…” dedi Lambert van Mounen İngilizce olarak.“Seni belediyeye, yani Stadhuis’e de götürmek isterdim. Altında o kadar çok kazık var ki! Yerin yetmiş fit derinine gömülmüş neredeyse on dört bin kazık. Fakat orada asıl göstermek istediğim Van Speyk’in27 gemisini patlattığı anı betimleyen bir tablo… Muhteşem bir eser.”
“Van kim?” diye sordu Ben.
“Van Speyk. Hatırlamıyor musun? Belçikalılara karşı ön saflarda savaşırken, alt edileceğini ve gemisinin ele geçirileceğini anlayınca düşmana teslim olmaktansa kendi de içindeyken gemiyi patlatmış.”
“Van Tromp değil miydi o?”
“Hayır. Van Tromp başka bir yürekli askerdi. Pilgrimlerin28 Amerika’ya gitmek üzere gemiye bindikleri Delft Haven’da bir anıtı bile var.”
“Neyse, peki ya Van Tromp? Hollandalı büyük bir amiraldi, değil mi?”
“Evet, otuzu aşkın deniz muharebesine katılmış. Hem İspanyol hem de İngiliz donanmalarını yenilgiye uğratmış, sonra da İngilizleri denizden süpürdüm diye gemi direğine çalı süpürgesi asmış. Hollandalıları yenmek her yiğidin harcı değildir, oğlum!”
“Orada dur hele!” diye sesini yükseltti Ben. “İstediği kadar süpürge assın, en sonunda onu yendik ya. Bak, hatırıma geldi şimdi. Hollanda kıyılarında bir yerde, İngiliz donanmasının muzaffer çıktığı bir çatışmada öldürülmüştü. Yazık olmuş.” diye ekledi inadına. “Değil mi?”
“Neredeyiz biz?” diye lafı başka yöne çevirdi Lambert. “Baksanıza! Herkes bize fark atmış. Jacob hariç tabii. Yazık! Ne kadar şişman öyle! Daha yolu yarılayamadan yığılıp kalacak.”
Ben, elbette Lambert ile eş paten kaymaktan zevk alıyordu; çocuk sağlam bir Hollandalı olmasına rağmen Londra yakınlarında bir yerde eğitim almış ve İngilizceyi de ana dili Felemenkçe kadar akıcı konuşuyordu. Fakat kafile başkanı Van Holp’un çağrısını işittiğinde hiç de kaygı duymadı:
“Patenleri çıkarın! İşte, müzeye geldik!”
Müze açıktı ve o gün için giriş ücreti de yoktu. Karışan kimse olmayınca tam da oğlan çocuklarından bekleneceği gibi ayaklarını sürüyerek içeri girdiklerinde, cilalanmış zeminde yankılanan ayak seslerinden başka çıt duyulmuyordu müzede.
Bu müze, aslen Hollandalı ustaların en şahane eserlerinin sergilendiği bir resim galerisiydi ve bunların yanında yaklaşık iki yüz nadir gravür de bu sanat mabedinin onurlu duvarlarını süslüyordu.
Ben, ilk bakışta fark etti ki resimlerin bazıları menteşelerle duvara tutturulmuş levhalara asılmıştı. Bunlar pencere panjuru gibi öne doğru açılabiliyor, böylece eserin en uygun aydınlıkta sergilenmesine imkân tanıyordu. Gerard Douw’un29 küçük bir grubu resmettiği Evening School30 adlı eserini incelerlerken oldukça işlerine yaramıştı bu tasarım; bir pencereden bakılıyormuş hissi veren resmin tüm enfesliğini layıkıyla incelemelerini sağlamıştı. Peter, The Hermit31 adlı başka bir Douw eserinin güzelliğine işaret ederek 1613 senesinde Leyden’de doğan bu sanatçıyla alakalı ilginç bir kıssayı anlatmaya koyuldu.
“Bir süpürge sapını çizmeye üç gün harcamış!” diye yankılandı Carl’ın sesi şaşkınlık içinde; o sırada, kafile başkanı, Douw’un elinin aşırı yavaşlığından dem vuran birkaç örnek veriyordu.
“Evet, tam üç gün. Ayrıca diyorlar ki bir hanımefendinin portresini çizerken sırf eliyle beş gün uğraşmış. Bu resimdeki her fırça darbesinin ne kadar zahmetle ve titizlikle atıldığını varın siz hayal edin. Bitmemiş eserlerinin üzerini titizlikle, düzgünce örter; resim malzemelerini de o gün için kullanmayı bırakır bırakmaz hava geçirmez kutulara koyarmış. Anlaşılan, atölyesi bile her noktasına kadar derli toplu ve tertemizmiş. Sanatçı, buraya parmak ucunda girer, tuvalin önüne oturur ve işe koyulmadan önce içeri girerken kaldırdığı toz varsa sinsin diye hiç kıpırdamadan beklermiş. Bir yerde okumuştum; büyüteçle bakınca eserlerinde minicik ayrıntılar görülüyormuş. Bu ayrıntılarla o denli meşgul olmuş, gözlerini o denli harap etmiş ki otuz yaşına varmadan önce gözlük takmak mecburiyetinde kalmış. Kırk yaşını devirince artık resim yapamayacak kadar fena olmuş gözleri; derdine derman bir gözlük bile bulamamış. Sonra bir gün, ihtiyar, yoksul bir Alman kadın denesin diye kendi gözlüğünü vermiş. Gözlük ona tam uymuş ve böylece eskisi gibi sanatını layıkıyla icra etmeyi başarmış.”
“Hıh!” diye tepki verdi Ludwig, kızgın kızgın. “Pek cömert bir hareket olmuş! Acaba kadın gözlüğü olmadan ne etti?”
“Ah!” dedi Peter, gülerek. “Neyse ki başka bir gözlüğü daha varmış. Her koşulda, gözlükler onda kalsın diye ısrar etmiş kadın. Adam o kadar minnettar kalmış ki gözlüklerin bir resmini çizip ona vermiş. Kadın bu resmi bir belediye başkanına yıllık maaş karşılığında satmış ve ömrünün kalan günlerini refah içinde geçirmiş.”
“Arkadaşlar!” diye seslendi Lambert, yüksek perdeden bir fısıltıyla. “Gelin de Bear Hunt’a32 bakın.”
Daha on altı yaşına varmadan evvel şahane eserler ortaya koyan, on yedinci yüzyılda yaşamış bir Hollandalı ressam olan Paul Potter’ın33 muhteşem bir eseriydi işaret ettiği. Eserin konusu dikkatlerini çok çektiğinden hayranlıkla incelemeye koyuldu oğlanlar. Rembrandt ile Van der Helst’in şaheserlerinin yanından kayıtsızlıkla geçtiler ve Hollanda ile İngiltere arasında geçen bir deniz muharebesini konu edinmiş, Van der Venne’nin çirkin bir resmi önünde kendilerinden geçtiler. Biri çorba içen, diğeri de yumurta yiyen iki küçük yumurcağın resmedildiği bir tablonun önünde ise büyülenmiş gibi kalakaldılar. Oysaki bu eserin tek marifeti, yumurta yiyen ufaklığın sırf eğlence için yumurtanın sarısını suratına bulaştırmasını göstermesiydi.
Dostlarımızın dikkatini çekme şerefine nail olan sıradaki eser ise Aziz Nicholas Bayramı’nın şahane bir temsili oldu.
“Baksana, Van Mounen.” dedi Ben, Lambert’a. “Bu küçüğün ifadesinden daha güzel bir şey var mı? Sanki sopayı hak ettiğini kendi de biliyor da Aziz Nicholas’ın onu bulamayacağını umut ediyormuş gibi. İşte benim beğendiğim türde bir eser, bir öyküsü var.”
“Hadi, beyler!” diye seslendi kafile başkanı. “Saat on oldu, yola çıkma vakti!”
İtaatkâr bir ordu gibi çağrıya uyup kanala doğru hızla harekete geçtiler.
“Patenlerinizi giyin! Hazır mısınız? Bir, iki… Durun! Poot nerede?”
Hakikaten de Poot neredeydi?
On metre gerilerinde, buzda kare biçiminde bir delik açılmıştı. Peter bunu görür görmez tek kelime etmeden dehşetle o yöne doğru hücum etti.
Elbette diğerleri de onu takip etti.
Peter aşağı baktı. Diğerleri de aşağı baktı, sonra da endişeli bakışlarını birbirlerinin yüzünde gezdirdiler.
“Poot!” diye haykırdı Peter, bakışlarını tekrar deliğe indirerek. Hepsi put kesilmişti. Buzun altında akıp giden kara sularda hiçbir iz yoktu; çarşaf gibi dümdüz, ayna gibi parlıyordu.
Van Mounen gizemli bir ifadeyle Ben’e döndü.
“Sanki daha önce de bir yerde bayılıp kalmıştı, değil mi?”
“Tanrı’m! Evet!” diye cevap verdi Ben, dehşet içinde.
“O zaman belki de müzede bir yerde bayılıp kalmıştır!”
Çocuklar ne yapmaları gerektiğini anlamışlardı. Patenler, hareket ettikçe güneş ışığını yansıtarak yola düşmüştü. Peter kasketini delikten suya daldırıp doldurmayı akıl etmişti ve o hâlde kurtarma görevi için ileri atıldı.
Beklenildiği gibi! Hakikaten de zavallı Jacob’ı kendinden geçmiş bir hâlde buldular; uyuyormuş gibi görünüyordu. Galerinin bir girintisi içine yığılmış, horul horul horluyordu! Bu keşfin ardından müzenin duvarlarını döven yüksek kahkahalar öfkesi tepesinde tüten bir görevlinin hemen yanı başlarında bitmesine sebebiyet verdi.
“Yok daha neler! Bu kadar da olmaz! Uyansana, yağ fıçısı!” diye teklifsiz sarsıntılarla Jacob’ı uyandırmaya gayret ettiler.
Jacob’ın durumunun hiç de ciddi olmadığını anlayınca, talihsiz kasketini boşaltmak için gerisin geri sokağa koştu Peter. Kasketin çoktan buz kesip donmuş tepesinin başına değmesine engel olmak maksadıyla cep mendilini içine tıkıştırmaya çabalarken, diğer çocuklar da hem öfkeli hem dargın görünen Jacob’ı da aralarına almış vaziyette müze merdivenlerinden iniyorlardı.
Yola çıkma emri tekrar verildi. Poot sonunda tamamen uyanmıştı. Etraflarındaki buz biraz zorlu ve kırılmış olsa da her birinin keyfi pek yerindeydi.
“Kanaldan mı, nehirden mi gidelim?” diye sordu Peter.
“Elbette ki nehirden.” dedi Carl. “Çok eğlenceli olacak, orada paten kaymak başka hiçbir yerdekine benzemiyormuş, fakat yolumuzu biraz uzatır.”
Jacob Poot bir anda ilgileniyormuş göründü.
“Ben oyumu kanaldan yana kullanıyorum!” diye atıldı.
“O zaman kanaldan gidiyoruz.” diye karşılık verdi kafile başkanı. “Herkes hemfikirse tabii.”
Onaylayan sesler işitildi, hayal kırıklığına uğramış tonlarına karşın. Böylece kafile başkanı Peter ön sırada yerini aldı.
“Pekâlâ, hadi bakalım, bir saate Haarlem’e varmış oluruz!”
XI
BÜYÜK TUTKULAR İLE KÜÇÜK TUHAFLIKLAR
Küçük bir kafile hâlinde son sürat paten kayarlarken Amsterdam’dan gelen arabaların arkalarından yaklaşan sesini duydular.
“Haydi!” diye sesini yükseltti Ludwig, kafasını geriye çevirip raylara bakarak. “Lokomotifi de geçemeyecek miyiz? Haydi yarışalım!”
Lokomotifin düdüğü sanki bu fikri duymuşçasına coştu, oğlanlar da aynı şekilde heyecanlandılar ve müsabaka başladı.
Bir an için oğlanlar bütün gayretleriyle öne hücum edip başı çekti, çok kısa sürmesine karşın bu bile kayda değer bir başarıydı.
Müsabakanın heyecanı geçince hızlarını tekrar düşürüp seyahatlerinin tadını çıkara çıkara, tatlı bir sohbete dalarak yollarına devam ettiler. Kanal boyunca belli aralıklarda konuşlanmış kontrol noktalarında durup askerler ile iki çift laf etmekten de geri durmuyorlardı. Kış aylarında bu adamlar o bölgede buz yüzeyinin güvenliğinden ve temizliğinden sorumluydular. Her tipiden sonra yüzeyi süpürüp temizliyorlardı, çünkü yumuşak karın buz yüzeyinde oluşturduğu ışıltılı örtü görülmeye değer bir manzara doğursa da patenciler için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Ara ara genç dostlarımız asaletlerinden ödün verip çocukluklarına dönerek, kanalda genişletilmiş bir limana demir atmış, üzerlerini tepeden tırnağa buz bağlamış kanal botlarına tırmanmaya yelteniyor, ancak çok geçmeden zaten gözleri üzerlerinde olan askerler tarafından yakalanıp bağıra çağıra aşağı indiriliyorlardı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Felemenkçede “Bay”.
2
Tahta pabuçlar.
3
13. – 20. yüzyıllar arasında Hollanda’da bir körfez.
4
Kanallarda kullanılan dar tekneler. Bu şekilde adlandırılan teknelerin bazıları yaklaşık dokuz metre boyundadır. Yük gemilerine yerleşmiş evler gibi görünürler ve kanal kıyısı boyunca atlarla çekilirler. Trekschuitler iki kompartımana ayrılır; birinci ve ikinci sınıf. Çok kalabalık değilse yolcular rahatlarına bakarlar, çocuklar dış kısımdaki küçük güvertede oynarlarken erkekler sigara içer, kadınlar dikiş veya örgüyle meşgul olurlar. Bu teknelerin birçoğunun beyaz, sarı veya çikolata renkli yelkenleri olur. Çikolata renginin kullanılmasındaki sebep, güneşe karşı önlem almaktır.
5
Panayır.
6
Eserin Türkçe tercümesi bulunmamaktadır. Başlığı “Hollanda Cumhuriyeti’nin Yükselişi” olarak Türkçeye tercüme edilebilir. (ç.n.)
7
Yaklaşık iki kuruş.
8
“Öğren! Öğren! Seni haylaz, yoksa bu kırbacın şaklaması sana öğretir.”
9
Ludwig, Gretel ve Carl isimleri Alman isimleridir. Felemenkçedeki karşılıkları Lodewyk, Grietje ve Karel’dir.
10
Felemenkçede “Bayan”.
11
Aslen bir müzik terimi olup “kısa ve keskin” anlamında kullanılmıştır.
12
Felemenkçede “Küçük Hanım”.
13
Bir çeyreklik.
14
Gök gürültüsü gibi!
15
En iyisi!
16
Çocukların koruyucusu Aziz Nicholas’ı anma günü. 6 Aralık’ta kutlanır. Aşina olduğumuz “Noel Baba” figürünün Avrupa’daki karşılığıdır.
17
Felemenkçede “Genç kız, hanımefendi.”
18
Mayıs sonu haziran başı kutlanan bir bahar festivali.
19
Amsterdam’da bir semt.
20
Felemenkçede alt tabaka, doktorları bu şekilde çağırır.
21
Eski karikatürlerde İngiltere’yi genel olarak temsil eden siyasi bir karakter.
22
Father Cats: Hollanda’da büyük saygı gören şair ve siyaset adamı Jacob Cats’e halkın hitap şekli.
23
Adriaenvan de Venne çok yönlü bir Hollandalı, Altın Çağ ressamıdır.
24
Casus.
25
Birinci Dereceden Baron, Pro-Hollanda dış politikasını şekillendiren bir İngiliz siyaset adamı ve denemeci. “Hollanda’nın Birleşmiş Kentleri Üzerine Görüşler” olarak çevrilebilecek bir eseri bulunmaktadır.
26
“1672’den 1679’a Hristiyan Âlemi Neler Gördü?”
27
Jan Carolus Josephusvan Speijk, 1831 senesinde, Belçikalılara karşı bağımsızlık savaşında bir barut gemisinin kaptanı olan bahriyeli teğmen.
28
Amerika’ya ilk gidenlerden Plymouth Kolonisi’nin ilk yerleşimcileri.
29
Gerrit Dou: 17. yüzyılda yaşamış Hollandalı ressam.
30
İng. “Akşam Okulu”.