bannerbanner
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü

Полная версия

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Bizans halkı -kimi meraklı bakışlarla, kimi istavrozlar çıkararak- olanları izliyordu boğazın Avrupa yakasında.

Bebek kıyılarına getirilip boğazın serin sularına fırlatılan neredeyse işkenceden tanınmaz hâle gelmiş bir ceset, imparatorluk görevlilerinin törensel duruşları eşliğinde suyun içinde sanki canlı imiş gibi dalgalarla boğuşmaya başladı.

Kıyıda bekleyenlerin şaşkın bakışları arasında dalgaların içine çekip kaybetmesi gereken ceset, ne yazık ki bir türlü boğazın akıntısına kapılıp gitmiyor ve ayaklarına takılan ağırlıkla bir türlü dibi boylamıyordu.

Dalgalar cesedi sanki kusuyor, kıyıya iade etmeye uğraşıyorlardı.

Sonunda boğazın dalgaları cesedi kıyıya vurdu. Görevliler bir kez daha iğrendikleri cesedi tekmelerle suya iade ettiler. Fakat dalgalar yeniden onu kıyıya geri gönderdi.

Dalgaların kıyıya ittiği ceset eski imparator Andronikos’tan başkası değildi.

İzak imparator olunca devrik imparator yargılanmadan infaz edilmişti. Zira hiçbir mahkeme onu yargılayamaz ve adalet asla tecelli edemezdi. Nefret edilen imparatora cezası hemen baş üstü verilmeliydi. Öyle de yapıldı.

Önce Bizans’ın meşhur okçuları tarafından zincire vurulmuş hâlde İzak’ın huzuruna getirilen devrik imparator, bir zamanlar Konstantinopolis’te kim varsa ona kan kusturan güç, en aşağılatıcı muamelelere, en melanet işlemlere maruz bırakıldı. Yürütülürken bütün şehir halkı ona hakaretler etti. Yüzüne tükürdü. Yol boyu tokatlandı, tekmelendi. Yeni imparatorun huzurunda da aşağılandı, tokatlandı, tekmelendi.

Bir kadın, nefreti gözlerinden açıkça okunan ve ellerini bir kerpeten gibi yapmış bir kadın, hınçla devrik imparatorun iki yanında onu sürükleyen askerlere rağmen saçlarından sıkı sıkıya tutup bir avuç dolusu saçını kopardı. Bir başka kadın arkadan alnındaki saçlarını yakalayıp olanca kuvvetiyle çekip kopardı. Kafası geriye doğru kaykılan ve acı içinde kıvranan Andronik’in yukarı bakan yüzünde acısını ifade eden o ağız aralığına önden birisi sert bir yumruk indirdi. Ardından bir başkası taşla vurdu aynı yere. Zavallı adamın bütün dişlerini kırdılar.

Yine de kalabalık yapılanları yeterli görmüyordu. Daha büyük acıları yaşaması için daha farklı işkence metotları denediler. Onu taşıyanlar bile arada bir iğrenip yere yuvarladılar. Can havliyle iki elini yere açan eski imparatorun o anda sağ elinin üzerine bir balta şiddetle indi. Baltanın keskin tarafı eli parçalamış hızını alamayıp taşa çarpmış ve yerden kıvılcımlar saçılmıştı. Andronik’in bir kolu şimdi vücudunun yanında etrafa kanlar saçıyordu.

Devrik imparatoru getirip bir sütuna bağladılar. Kolundan akan kanlar sütunun dibini kan gölüne çevirdi. Bir saray görevlisi eskiden imparatoruna ne kadar iğrenç hizmetler yaptığını hatırlayarak kızgın bir şişle gelip efendisinin bir gözünü çıkardı. İmparator o kadar korkunç bir hâle gelmişti ki herkes iğrenerek baktı. Ama hâlâ hiç kimse ona acımıyordu. Bir türlü tatmin olmamışlardı. İçlerindeki öfke, kin, husumet o kadar zirvedeydi ki ne yapsalar onu dindiremiyorlardı. Hiç kimseden bir merhamet nidası işitilmedi. Kimsenin yüzündeki ifade başkalaşmadı.

O hâlde devrik imparatoru kuleye kapattılar. Tekfur Sarayı’nın (Vlahernes) Anemas Kulesi’ne götürüp zindana tıktılar. Kimse yiyecek ve içecek vermedi. Bir kişi su verecek oldu, bir başkası önceki adam tam kapının mazgalından tası itecekken tekmeyle tası devirdi ve sular etrafa saçıldı. İmparator yerdeki suları yalamaya çalışırken de ona acımadılar.

Birkaç gün sonra öteki gözünü de törenle çıkardılar.

Yine ayakları zincirli vaziyette olan sabık hükümdarı zindandan alıp bir uyuz deveye bindirerek şehri dolaştırdılar.

Bir sokağın başına geldikçe önce binbir hokkabazlıkla devenin üstündeki zatı tanıtıyormuş gibi yapıyorlar, sonra tekrar işkenceye başlıyorlardı.

Evinden idrar dolu kovasını kapıp gelen biri, bu sokaklarını teşrif eden tek kollu kör adamın başından aşağı onu boşaltıyor, bir başkası nereden bulduğu bilinmeyen bir topuzu kafasına indiriyordu.

Yerdeki çamuru kapan bir başka Bizanslı, göz bebeği artık olmayan eski imparatorun göz çukurlarına onu sürüyor. Bununla da iktifa etmiyor burun deliklerine tıkıyor arta kalan çamuru…

Susuzluktan kurumuş dudaklarını artık tükenmiş mecaliyle ancak bir miktar titretebilen, dudaklarını aralayıp da “Ne olur bir damla su!” bile diyemeyen imparatorla dalga geçen birisi “Ne o susadın mı, su mu istiyorsun?” diyerek her türlü pisliğe bulaştırdığı süngeri ağzına sıkıyor…

Ağzının içine sıkıştırdıkları süngeri zor bela dışarı püskürtebilen rezil imparator, bilincini yitirmek üzereyken onu biraz dinlendirdiler, sonra naçar, bitkin, handiyse bir cesetten farksız bedenini At Meydanı’ndaki dişi kurt ile sırtlan heykelinin arasındaki sütunlara astılar.

İmparatorun çektiği acılar yüzüne yansıyordu. Ama nefret dolu gözler ondan hıncını alamamıştı.

Ne yapmıştı bu kadar, şu naçiz vücut, halkına?

Dışarıdan şehre gelen birisi için zor bir bilmeceydi bu.

Onu yumruklayanların, gözünü çıkaranların, yüzüne tükürenlerin, saçını yolanların, kolunu kesenlerin ne sebebi vardı?

Vardı elbet…

Saçını alnından yolan kadının kocası hâlâ evinde bakıma muhtaç, iki gözü oyulmuş hâlde yaşam savaşı veriyordu. Bir başkasının iki kolu da kesilmiş her öğün karısının uzattığı kaşığı yalamaya çalışıyordu.

Evvelce gadre uğramış, işkence görmüş, hapis düşmüş, onuru zedelenmiş daha bir sürü insan yılların biriktirdiği nefreti kusuyorlardı. Kustukça kusmaları geliyordu.

İki sütun arasında kolları ve ayaklarından asılı imparator paçavrası çarpı işaretini andırıyordu. Fakat biraz sonra kesik kolunun ucundan bağlı urgan kurtuldu ve kesik kol vücudunun sol yanına doğru yattı. Bu birden oluşan komik görüntü nefret dolu halkı kahkahaya boğdu. Ama bu şekilde yüzü kapanmış gibiydi. İki görevli uzanıp urganı tekrar koluna doladılar.

İmparatorun aklına Tanrı düştü.

Yakarmaya başladı.

“Ya Rabbi acı bana yeter! Zaten kırılmış bu kamışı daha da kırma… Canımı al!”

Fakat onun hâlâ imparator gibi durduğuna inananlar da vardı. Bunlar koşarak elbiselerini parçalamaya başladılar.

Koca bir kazıkla birisi geldi.

İmparatorun yanına yaklaşınca elindeki kazığı yukarı kaldırdı zafer işareti gibi bir şey yaptı ve sonra aniden imparatorun asılı olduğu iki sütun arasındaki taşa çıkarak kafasından tuttu ve kazığı gırtlağından sokup bağırsaklarından çıkardı. Kazık bütün iç organlarını parçaladı asılı adamın.

İki Latin şövalye gururla geldiler ve kılıçlarını çekerek şaklattılar. Kılıçlarının keskinliğini son nefesini vermeye çalışan devrik imparatorun üzerinde kontrol ettiler. Biçtikleri her organdan kan fışkırıyordu.

Sonunda imparator öldü. Artık acı da çekmiyordu ölüm meleği ona yaklaştığında…”

Anastasya bir uykudan uyanmış gibiydi.

Zangoç babası bütün bunları nereden öğrenmişti?

“Babacığım bunları nereden öğrendin?” diyebildi.

“Nereden olacak a kızım? Manevi babamız Vasili’den…” Vasili’yi işaret etti. “Biliyorsun o İskenderiye’de, Selanik’te, Bağdat’ta okumuş; doğu ve batı düşüncelerinin hepsini öğrenmiş inançlı, bilgili bir aziz… Bizim de aile dostumuz. Medar-ı iftiharımız.” Zangoç, Vasili’ye dönerek tekrar temenna gösterdi.

“Hatırlıyorum, beni kucağına alır, şiirler okurdu, masallar anlatırdı.” Sonra yüzünü astı ve Vasili’ye dönerek:

“Ama epeydir bunu yapmıyor!” dedi.

Vasili’nin gözlerini içeriden bir acı titretti, göz akında bir ıslanma meydana geldi, tarifsiz bir hüzün ve neşe dalgası aynı anda benliğini kuşattı.

Vasili kollarını açtı, Anastasya’nın koşmasını bekledi.

“Yine anlatırım, sen bütün adaların en güzel prensesisin. Gel canım kızım!” dedi.

Anastasya aniden fırladı ve Vasili’nin açık kolları arasına doğru koştu. Manevi babasına sımsıkı sarıldı. Vasili de ona kızı gibi sarıldı.

Pierre yaban durmadı o da gelip Vasili’nin kızına sarılan elini dışarıdan öptü.

“Vasili çok şey öğretti bana, çok şey verdi. Tanrı, ondan razı olsun…”

Ben Mahpeyker Kösem Sultan…

İmparator büyük bir nefretle parçalanarak öldürülmüş.

Niçin bu kadar nefret etmişler kendi krallarından?

Ne yapmış?

Ülkesini mamur yapmak, Latinlerin zulmünden kurtarmak için doğuya açılmış.

Fakat devlet için acımadan tek tek harcadıkları da olmuş. Demek ki devlet idaresinde düşmanların kanatlarını kırmayacaksın. Gözlerini oymayacaksın, hapislerde çürütmeyeceksin.

Onları ya tamamen yok edeceksin ya da intikam duygusuna düşürecek şekilde çok fena kanadını kolunu kırmayacaksın.

Ben hep bu usulü denedim.

Anemas -ki şimdi biz ona Yedikule diyoruz- Zindanları’na gittim. İşkenceden kaç mazlumu kurtardım? Yedikule Zindanları’na her gidişimde Andronikos’un başına gelenleri düşünürdüm. Hangi hücrede yattı? Nerede sürüklendi? Nasıl çıkarıldı? Zindanı tamir ettirdikten sonra buraya attırdıkları, o içeride yatarken neler yaptılar?

Sadece Yedikule Zindanı mı?

Diğer hapishanelere de aydan aya gidip içeridekilere yardım elimi uzattım. Ne ihtiyaçları varsa gördüm.

Bazılarını hürriyetlerine kavuşturdum. Serbest bıraktırdım.

Hapishanelerle özel olarak ilgilenmem Yeniçeri Ocağı’nda da Sipahi Ocağı’nda da çok dikkat çekti.

Bakın vakanüvislerin, tarihçilerin yazdıklarına…

Kösem Sultan’ın yaptırdığı imaret, külliye, cami, şadırvan, hamam, köprü ve yollara değinmeden edebiliyorlar mı? Belki asırlar sonra her eserimin üzerine sayfalar dolusu kitap yazılacak, bundan eminim.

Ama en çok da hapishanede ömür çürüten, Medrese-i Yusufiye’de çile dolduranların derdiyle alakadar olmam daha çok yazılacak.

Ne kadar çok bahtsızı kurtardım mahpuslardan…

Denizlerde de Kapudan Paşa’ya kaç kez söyledim. Kaç kez Akdeniz’de köle ticareti yapanların tepesine bindik…

Fakat o eski kalyondan bozma yarı ticaret yarı korsan gemisinde olanları hâlâ unutamıyorum.

Thilas gerçekten kaderindeki çizgiye rıza göstermeliydi.

Leonardo’nun yerine geçme arzusu ona nelere mal olmuştu?

Ceremesini de çekecekti. Ne yapalım?

Şövalye ayağa kalktı.

Bütün ihtişamıyla yerdeki köleye baktı. Sonra bana döndü ve dedi ki:

“Sevgili prenses… Köleliğinizin bağışlanması için bir köle vermelisiniz bize…”

“Nasıl?” dedim, başta bir şey anlamamıştım.

“Anlaşılmayacak bir şey yok.” dedi kurum kurum kurularak.

“Yerde yatan şu kölenizin karşılığında size özgürlüğünüzü vereceğim.”

Şimdi anlamıştım. Thilas, zavallı, yanmıştı. Artık gemilerde kürek mi çekecek, efendilerine hizmet edip belki miçoluğa mı yükselecek, orasını Tanrı bilirdi.

Thilas’ın bakışları daha da tuhaflaşıp, daha da aptallaştı. Bu salakla benim ne işim olabilirdi? Ayrıca bir kahraman olmayı hak etmiyordu. Kahraman olabilirdi hâlbuki. Baştan beri beni korumak için hiçbir şey yapmamış, zavallı korkak bir çocuk gibi zırlamıştı. Böylelerinin köle olmaktan başka ne şansı olabilirdi ki?..

İyice nefret ettiğim bakışları kararı vermemde etkili oldu.

“Siz aziz ve kudretli şövalye, bir prensesten şövalyesini köle olarak almak istiyorsunuz. Bu size yakışmaz. Bence şövalyemle düello yapmalısınız. Onu düelloya çağırın; eğer sizinle düello yaparsa sonucuna katlanır, siz de katlanırsınız. Yok eğer düello yapmazsa belli ki köle olmayı hak etmiştir, o zaman onu size köle olarak vermeye söz veriyorum.”

Şövalye karikatürü, eski rüşvetçi subay kahkaha attı ve sağ elinin başparmağını yukarıya doğru kaldırarak “İşte tam da prenseslerin yapabileceği bir konuşma! Bravo, bravo! Çok yaşayın!” dedi.

Sonra yerde iyice büzülmüş olan Thilas’a döndü:

“Düelloya var mısınız kraliçeniz için, ey şövalye?” diyerek kılıcını çekti.

Kocaman kılıç, ay ışığında parladı. Zaten kınından çıkarken yeterince korkutucu olmuştu. Thilas daha da büzüldü ve ağlamaya başladı…

“Hayır, hayır ben sizinle nasıl dövüşürüm?”

“Yanlış cevap!” dedi şövalye, “Bana lütfen bir kılıç verir misiniz?” olacaktı.

“Ben kılıç kullanmayı bilmem!” diye daha da zırladı korkak…

Benim için artık o gerçekten bir köleden farksızdı. Kendi sonunu kendi hazırlamıştı.

Benim için şövalye olmaya, düelloya girmeye razı olsaydı ben de onun için ölümü göze alır yahut aklımı daha derinden kullanır ve şu salak şövalyeyi kandırırdım. Ama artık onun için hiçbir fedakârlık yapmaya değmezdi.

Tuhaf kılıklı şövalye bana döndü, ben de gereken sözü söyledim:

“Yapacak bir şey yok muhterem şövalye, kişinin emeğinden başkası yoktur…”

Bunu şimdi Kur’an’dan mı hatırlıyorum, geçen zaman, hatıralarıma, aldığım eğitimle beraber bir şeyler kattı da bazıları gibi maziyi yeniden mi yaratıyorum? Kendime göre yeniden geçmişi çiziyorum. Acaba? Yoksa ta o zamanlardan kalan Vasili Baba’dan öğrendiğim bir söz müydü, hatırlamıyorum.

Ben öyle deyince adamlarına talimat vermeye başladı, sonra bana dönüp kolunu dirseklerinden bükerek uzattı.

“Buyurun prenses, kamarama gidelim, bir kadeh Burbon şarabını hak ettik sanırım.” dedi.

Biz giderken adamlar yeni köleyi güverteden aşağıya inen merdivenlere sürüklüyorlardı. Thilas “Hayır, hayır o sahte kraliçe! Hayır, hayır!..” deyip duruyordu.

İşaret parmağımdaki yüzüğe bakıyorum da geçmişte ne var ne yok görüyorum. Andronikos’un yüzüğü bana eski ile yeniyi, doğu ile batıyı birlikte değerlendirme fırsatı veriyor. Yaşadıklarımı görüyorum bu yüzükte…

Ya bir de geleceği görebilsem…

Neler, neler vermezdim?..

Ahmed’im gidince yaşadıklarım bana ağır bir ders oldu. Adını bile hatırlamak istemediğim o hasekinin bana yapmadığı, demediği kalmadıydı. Evlatlarım için her şeyi sineye çektim. Oysa Ahmed’im eğer kardeş katli kuralını uygulasaydı Mustafa da çoktan âlem-i berzah’a gönderilmişti. Ne yapacaktı o kadın o zaman? Daha önce yaptığı gibi eteklerime yapışıp af dileyecekti.

Mahfiruz ile her ne kadar rakibe isek de bu delinin anası yüzünden anlaşmak zorundaydık. Birbirimize söz verdik. Kardeş yasasını sağ olduğumuz müddetçe birbirimize karşı uygulamayacaktık. Evlatlarımız için her şeyi göze alacaktık. Benim Murad’ım daha çok küçüktü. Rabbim Murad’ımı bana bağışlasın…

Ne korkunç!..

Aşk, şiir, gül, lale ve bülbül… Ebruli tezyin edilmiş bir saray, cennet gibi bahçeler, huzur dolu bir hayat ve insanı Tanrı’ya yaklaştıran yaşayışlar… davranışlar, münasebetler…

Fakat devlet-i ebed müddet denildi mi akan sular duruyor. Şehzadelerin sokaktaki adam kadar güvencesi yok…

Osman, Mahfiruz’un oğluydu ama Ahmed’imin de oğluydu.

Onu Murad’ımdan ayrı görmedim hiç.

Çocukluğu annesinin değil, benim yanımda geçti daha çok.

Ahmed’im Osman’ı çok özel yetiştirdiydi. Onu devlet-i aliyenin yenileyicisi olarak yeni bir Osman Bey olarak tasavvur etti. Kendi eksikliğini onda tamamlamak istedi. Çok özel hocalar tuttu. Sağlığında yapamadığını, başaramadığını o başarsın istedi. Bozulan vergi düzeni, bozulan Yeniçeri Ocağı, hep Ahmed’imin kafasını meşgul ederdi. Ömrü vefa etmedi.

Önce kıyafet devrimi yaptı.

Küffara kılıç sallarken, mızrak fırlatırken, bozdoğanla kafasını parçalarken daha hafif şeyler giyilmesi gerektiğini söyledi, kendi de giydi. Avrupa’dan değil, ta Orta Asya’daki atalarından örnek aldı. Kafasına börke benzer bir sarık, üstüne de Oğuz Kağan’ın da giyindiğini ifade ettiği libaslar geçirdi. Alâ-yu valâya ala-yı vala kaçmadı, kaçanları da ikaz etti.

Kıyafet devrimi yanında neredeyse savaşmayı unutan, işi ticarete döken Yeniçeri Ocağı’nı ıslaha girişti.

Yeni bir ordu kurma, Anadolu’ya, Doğu’ya gidip büyük doğunun ordusunu kurma fikrindeydi ama İstanbul henüz buna hazır değildi. Benimle bile paylaşmadığı bazı yenilikçi fikirleri oğluna açtığını düşünüyorum. Hasoğlanları bile sokmadığı saray odunluğunun arkasında yaptırdığı kum havuzunda küçük küçük asker, kale, şehir temsilleriyle yeni dünya düzeni için, nizam-ı âlem için planlarını, hedeflerini ona aktardığını bizzat Osman ağzından kaçırdı bir gün…

Zaten o ağzını tutamaması yok mu? Başını, körpe başını o yedi yavrucağın!

Andronikos’un başına gelen Osman’ın başına geldi.

İki imparator da aynı kaderi paylaştılar. İkisi de Yedikule Zindanları’nda linç edildiler. Andronikos kadar aşağılayıcı, insanlık dışı muameleler olmasa da Genç Osman için de az iğrençlikler yapılmadı değil.

Bir yudum su bile vermediler zindana tıkarken.

Yük taşıyan bir at arabasına koydular cihan padişahını… Sabahlığı ile götürdüler zindana. Yolda olmadık tecavüzler, sataşmalar, hakaretler, mıncıklamalar… Aman Allah’ım ne cesaret, kulları padişahının kaba etini çimdiklemiş!

Bu yüzük bana ne demek istiyor? Bunları niçin gösteriyor?

Osman ile Andronikos arasındaki benzerlik, ne anlatıyor?

Yaşadıklarımı film şeridi gibi parmağımdaki şu zümrüt taşlı yüzüğe, yüzüğün içine içine bakarak seyrediyor gibiydim.

Andronikos zamanını yaşamamıştım ama Genç Osman’ın katli zamanında yaşadım. O zaman daha iyi anladım babamın, Petlis’in ve Vasili Baba’nın anlattıklarını…

Osman da başa geçtiğinde Andronikos gibi birçok insanı görevden almış, birçoğunu içeri tıkmış, kimini de öldürerek bertaraf etmişti. Andronikos’a karşı büyüyen öfke Osman’a karşı da büyümüştü. Osman’ın umurunda değildi lakin… Astıkça asıyor, kükredikçe kükrüyordu. İlmi siyasa ile saklaması gereken bazı şeyleri ulu orta haykırıyordu âdeta. Özellikle Yeniçeri Ocağı bu genç padişahın planlarından rahatsızlık duyuyordu.

Hem Osman, hem Fatih, hem Kanuni, hem Yavuz, hem Mevlana, hem Yunus olmak kolay mı? Osman bunların hepsini olabileceğini düşünen bir ülkücüydü. İdealleri en uzak maziye uzanıyor, en uzak geleceği kuşatıyordu.

“Yine serhat boylarında askerin başında olmak vardı.” deyip kılıç kuşandı, zırh giydi, Ordu-yu Hümâyun’u toplayıp Tuna’nın öte yanına geçti. Genç padişah heyecanına ve hırsına yenik düştü. Ahmed’imin yapamadığını onda görmek istemesi yetmemişti. Keşke Ahmed’im kadar nefsini murakabeye muvafık olsaydı. Keşke…

O neydi öyle, Edirne’de ava çıkmış gibi Ordu-yu Hümâyun Tuna boylarındayken gariban ve çaresiz tutsaklara ok atmak?..

Hava basmak isteyen padişah, bilakis askerin nefretini kazanmıştı.

Hotin seferi yüz bin cana mal oldu. İki taraf da çok zayiat verdi ama iki taraf için de zafer söz konusu değildi.

Bu sefer de pişmanlık hissi gösteren padişahın bu tavrına yine içerledi asker.

Osman’ım, Andronikos gibi yapıyordu. Şehirde aleyhine yeni tezgâhların kurulmasına zemin hazırlıyordu. Hotin seferinden dönerken Edirne’de karşılaştığı Rus kızını almış, ondan bir çocuğu da olmuştu. Birdenbire valide sultan hayalleri gören Rus dilber sarayda eğlenceler tertip etmeye başlamıştı. Bir zafer olarak görülmediği hâlde Hotin için zafer kutlamaları Tanrı’nın hoşuna gitmemiş olacak ki aniden patlayan bir bomba Rus kızının doğurduğu küçük şehzadeye rastladı ve hayatını aldı. Halk “lanetli!” demeye başladı. Sadece Rus kızına mı? Bunu, padişaha kadar uzatan haddini bilmezler de çıkmadı değil.

Andronikos’un lanetli olduğunu ileri süren İstanbullu, şimdi de Osman’ın lanetli olduğunu sanıyordu. Gerçi İstanbullunun kimliği biraz değişmişti ama şehrin herhâlde bir ruhu vardı. Onda muhtemel bir felaketi hazırlayan fırtınalar esiyordu.

Çocuğu ölünce Osman da bir lanet olduğuna inanmış ve Rus cariyeyle ilişkiyi kesmişti.

Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne gidip babasının yaptıklarını yapmak istedi. Tövbe-i istiğfar etti. Artık çocuksu şeyler yapmamaya karar verdi. Babasının yakın dostu Şair Nef’i onun zafer olarak addedilmeyen Lehistan seferi için çok güzel bir şiir yazdı. Nef’i, Ahmed’ime de çok güzel şiirler yazmıştı. Sultanım Arz Odası’nda kendisine yine bir gün piyano çaldığımda dedi ki:

“Bu şarkıları Şair Nef’i de dinlemeli. Ne dersin onu davet edeyim mi bir müsait zamanda?”

Ne kadar memnun olmuştum. Fakat belli etmedim. Sultanım yanlış anlamasın istedim. O büyük şairi o kadar merak ediyordum ki… O beyitleri yazan insanın ruhuna dokunmak, bir merhaba demek, gözlerindeki manayı keşfetmek, bazı kelimelerin izahını istemek cennet bahçelerinde hurilerle gezmek gibi bir şey olsa gerek…

Mesela “Baht uyansa hâba varsa dîde-i bîdârımız / Düşde bâri gayrıdan tenha düşürsek yârımız” beytinde hâb derken sadece uykuyu mu kastediyor, yoksa başkaca mazmunu var mı diye sormayı ne çok isterdim. Sevgiliyi başkalarından ayırarak rüyada görebilmek… Bunu söyleyen bir dil kimi kastettiğini de söylemeli…

Ahmed’im genç yaşta rahm-u rahmana gitti lakin ben şimdi sevgiliden ayrı ne rüyalar göreceğim? Ne görsem bana kâbus gelecek…

Ne diyordum; işte o büyük şair Osman’ım için şunları yazdı. Ahmed’ime yazdıklarından daha güzeldi.

“Aferin ey rüzgârın şehsüvar-ı saf-deriArşa as şimendengerü tîğ-i Süreyya-cevheri..Ser-firaz itdün liva’ü’l-hamd-i din-i AhmediKâfire gösterdün el-hak dest-i bürd-i HayderiTîğine n’ola yemin eylerse ruh-ı MurtazaBir gaza itdün ki hoşnud eyledün peygamberi”

Peygamberin övgüsüne mazhar olmak bütün Türklerde en nadide övünç vesilesidir, bunu biliyorum. Fatih’in İstanbul’u fethine dair peygamberin hadisi dillerde pelesenk olmuştur. Tîğ ki hem sevgilinin kaşı, hem de kudretin kılıcıdır. Sadece dest ile başlayan ya Rabbi yüzlerce kelime var bu dilde. Dest-i bürd-i Hayder, bana dest-i bürd-i Mahpeyker’i hatırlattı. Fakat ona daha çok var.

Beni daha ziyadesiyle masal iklimine çekişi ile heyecanlandırıyordu Nef’i’nin şiiri. Firdevsî’nin “Şehnamesi” ne ki?.. Şu hitap, şu hadiseyi anlatış biçimi, sanki bir tiyatro gibi. Belki de şairin şiirlerini öyle okumak gerek. Tiyatroda gibi…

“Mah-ı nev sanma felekde göricek peykârınıDitredi Behram elinden düşdi zerrin-hançeri  Ol kadar kan dökdi şemşirin ki ‘aksiyle anun  Kâse-i yakuta döndi günbed-i nilüferi  Bir avuç gevher saçardı ‘âleme gûya kefin  Saldıgınca düşmene gâhi murassa şeş-peri  Mevc-i pey-der-peydür ol bahre sipah-ı saf-be-saf  Bir neheng olsa n’ola her top-ı ejder-peykeri  Her alay bir mevc-i tufan-hîzidür anun n’ola  Har u has gibi önünce kaçsa kâfir askeri  ..  Karşu durmaz sana şimden sonra bu ikbal ile  Düşmenin ger kahraman olsa ser-a-ser leşkeri  Afitab-ı bahr u ber sahib-kıran-ı şark u garb  Şehsüvar-ı nam-ver rayet- güşa-yı saf-deri  Asuman-ı devletin Hurşid-i kudsi-pertevi  Bezm-gâh-ı şevketin Cemşid-i hurşid-efseri  Şah-ı vala rütbe ‘Osman Hanı Gazi kim felek  Görmemişdir böyle bir şahen-şeh-i ceng-averi  Şehsüvar-ı ‘âlem-ara kim revâdur olsa ger  Na’l u mih-i rahşı çarhın afitab u ahteri  ..Fikr-i evsafın gıda-yı ruhdur endişemeDil helak olur eger olsam o sevdadan berîBöyle cevher var elimde n’eyleyüm dünyayı benBaşına çalsun felek ayine-i İskender’iÂlemi teshir içün hatem ne Iazum tab’umaBen Süleyman-ı hayalem n’eyleyüm engüşteriHer ne dirsem ism-i azam gibi olur kargerOl kadar ta’zim ile dinler sözüm ins ü periBaşla şimden sonra ey Nefi du’a-yı devleteBir du’a it kim ola hüsn-i kabulün mazharıEyleye ta Husrev-i sahib-kıran-ı şark u garbEşheb-i zer-palheng-i subh ile cevlangeri”

Elbette âmin dedik bu duaya, lakin Osman’ın Büyük Doğu’nun ordusunu kuracağına ve Yeniçeri vesayetini ortadan kaldıracağına dair kanaat dilden dile yayıldı. Osman ise tedbir almak yerine fütursuz hareket ediyordu. Ocak ağaları konuşuyorlardı hep kendi aralarında:

“Güya Dürzî liderinin isyanını bastırmaya gidecekmiş, külahıma anlat onu sen! Nizam-ı âlemi tesis ettiği, ilâ-yı kelimetullahın peşine birlikte gittiği orduyu bir kenara koyup, Türkmenlerden yeni bir ordu kuracakmış. Kül yutar mıyız biz be!”

“Şimdi de tutturmuş hacca gideceğim, isyanı bastırmak için gitmiyorum diye… Besbelli Anadolu’ya geçip isyancılarla birlikte ordu kurup İstanbul’a başka türlü dönecek.”

Vezirler de bu koroya katıldı. Onlar da yeni bir orduyla güçlenecek olan padişahın kimseyi makamında komayacağı görüşündeydiler.

“Hem ne öyle teamüle uymamak? Padişahlar hayli zaman taht üzerinde hak iddia etmesün diye geniş ailelerden, beyliklerden eş yapmamaktadır. Bu ne yaptı? Şeyhülislamın kızını aldı.”

Bunlar hep bahaneydi. Ücretler düşmüş, bahşişler azalmıştı. Lehistan seferi devleti maddi bakımdan zora sokmuştu.

Genç padişah ilk defa alttan aldı. Niyetinin ordu kurmak olmadığı, isyanı bastırmak için de gitmediği; sadece rüyasına peygamber efendimiz girdiği ve onu hacca davet ettiği için gitmek zorunda olduğunu söyleyerek gönül almak istedi. Fakat kül yutmadılar. Çünkü ocağa padişahın asıl niyetinin ne olduğu yolunda istihbaratlar gitmekteydi.

İhtilal için düğmeye basılmıştı.

Evvel şeyhülislama yazılı sordular:

“Padişahımızı tuhaf yeniliklere sürükleyenleri ve Müslümanların mülküne göz dikenleri katletmek caiz midir?”

Osman’ım büyük fikirlere sahipti ama bu fikirleri uygulayacak adamları yoktu. Hocası Ömer Efendi bir yandan, kayınpederi şeyhülislam efendi diğer yandan onun konuştuklarını ulu orta tartışıyorlardı. Bütün bu tartışmalar da elbette ocağa gidiyordu. Yeniçerinin Babüssaade Ağası Süleyman’ın hakaretlerine karşı büyüttükleri öfke de işin cabası oldu.

На страницу:
3 из 5