Полная версия
Kızıl Damga
Ancak bu noktada okuyucu şunu da anlamalıdır, burada takdim ettiğim tüm mükemmel yaşlı dostlarımı sanki hepsi birer bunakmış gibi anlatmam da büyük haksızlık olurdu. Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, yardımcılarımın hepsi de yaşlı değillerdi; aralarında güçlü, genç, belirgin yetenekleri ve enerjileri olan, bu kötü kaderin onları sürüklemiş olduğu bu bitkin ve bağımlı yaşam tarzından çok daha fazlasını hak eden adamlar da vardı. Dahası, bu erkeklerin erken yaşta beyazlamış olan uzun kır saçları, tıpkı dışarıdaki ucuz ancak fazlasıyla eski evlerin sazdan yapılma çatıları gibi görünürdü. Saygı duyduğum bu gazilerim hakkında konuştuğumda, onları genel olarak çeşitli yaşam deneyimlerinden korunmaya değecek hiçbir şey elde edememiş bir dizi yorgun, yaşlı ruh olarak karakterize edecek olursam, haksızlık etmemiş olurum. Ellerindeki bilgelik adına büyük bir nimet olan yaşam deneyimlerinin tüm altın tohumlarını etrafa savurmuş ve sanki bütün değerli anılarını bu tohumların arasındaki en değersiz kabukların içine saklamış gibi görünüyorlardı. Sabah kahvaltıları ya da dünün, bugünün ya da yarının akşam yemeğinden bahsederken kırk ya da elli yıl önceki gemi enkazından ve genç gözleriyle tanık oldukları tüm dünya harikalarından bahsettiklerinden çok daha fazla heyecan duyuyor ve neşeleniyorlardı.
Gümrük Dairesinin babası olan kişinin -sadece bu küçük resmî kadronun değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin dört bir yanındaki gelgit bekçilerinin saygın reisi- kesinlikle daimi müfettişi olduğunu iddia etmeye cüret ediyorum. Gerçekten de onu hakiki ya da daha ziyade doğuştan bu yana vergi sisteminin meşru çocuğu olarak adlandırabilirdiniz; sonuç olarak devrimci bir albay ve limanın daha önceki tahsildarı olan babası, ona özel bir ofis yaratmış ve onu şimdilerde o zamanları hatırlayacak çok az kişinin kaldığı bu mekândaki yerini doldurması için buraya atamıştı. Bu müfettiş, onunla ilk tanıştığım zaman, seksen dört yaşındaydı ve kesinlikle hayatınız boyunca arayıp bulamayacağınız, kış mevsiminde bile muazzam yeşilliğini yitirmeyen bitkilerin en harikası gibiydi. Al basmış yanakları, sağlam bedenine sımsıkı oturan parlak düğmeli şık ceketi, tempolu ve dinç adımları ve cana yakın tavırlarıyla genç biri gibi değil, aslında doğanın bir mucizesi olarak yaşlılık ve hastalığın ona hiç yaklaşamayacağı bir insan şeklinde karşımızda duruyordu. Sürekli olarak Gümrük Dairesinde çınlayan sesi ve kahkahasında kesinlikle yaşlı bir adamın titrek ve hırıltılı ses tonundan eser yoktu; gülmeye başladığı anda kahkahaları ciğerlerinden gür sesli bir horoz ya da güçlü bir borazanın ötüşü gibi patlayarak çıkıyordu. Onu karşınızda sadece bir hayvan olarak değerlendirecek olursanız -zaten bakacak çok az şeyi vardı- bünyesinin tam olarak sağlıklı ve dinç oluşundan ve aşırı derecede ilerlemiş yaşına rağmen, tadını çıkarmak istediği her zevkten büyük haz alabilmesiyle, daha önce hedeflediği ve tasarladığı becerileriyle mükemmel bir yaratık olduğunu düşünebilirdiniz. Gümrük Dairesinde, neredeyse hiç çıkarılma korkusu yaşamadan, düzenli bir gelirle çalışıyor ve hayatını bu sayede rahat sürdürebiliyor olmasının da yılların onu yıpratmaması konusunda büyük bir katkısı vardı. Bununla birlikte, orijinal ve daha güçlü nedenler, hayvani doğasının nadir mükemmeliyetinde, kararında zekâsında, ahlaki ve manevi içeriklerin çok heyecan verici karışımında yatmaktaydı; işte bu ikincil nitelikler, aslında yaşlı beyefendinin dört ayak üzerinde yürümesini engelleyecek ölçüdeydi. Karakter olarak genel anlamda ne düşünce gücü, ne duygu derinliği ne de aklını kurcalayan hassasiyetleri yoktu; kısacası fiziksel zindeliğiyle desteklenen neşeli yapısı ve kalbinin sesini dinlemek yerine her zaman işe yarayan sıradan içgüdülerinin haricinde hiçbir şeye sahip değildi. Her biri uzun süre önce vefat etmiş olan üç eşe kocalık yapmıştı; çoğu çocukluk ya da olgunluk döneminde olan farklı yaşlarda, aynı şekilde toprağa karışmış yirmi çocuğun babasıydı. Bu noktada, kişi her ne kadar güneş gibi parlayan bir neşeye sahip olsa da yüreğinde sakladığı bazı kederleri olduğu düşünülebilirdi. Ancak, yaşlı müfettişimiz için bu durum kesinlikle geçerli değildi! Sadece kısa bir iç çekiş, bu kasvetli anıların tüm yükünü üzerinden atması için yeterli oluyordu. Bir sonraki anda ise daha henüz pantolon giyecek yaşa gelmemiş bir çocuk kadar eğlenmeye hazır hâle gelebiliyordu; hatta kimi zaman yanında işi öğrenmeye çalışan henüz on dokuz yaşındaki kâtibinden bile daha hevesli olabiliyordu.
Bu ataerkil şahsiyeti, orada bulunanlardan farklı olarak, insanlığı diğer tüm formlarından daha canlı bir merakla izler ve incelerdim. Gerçekten de nadir görülen bir olaydı; bir bakımdan tamamen mükemmeldi; ancak bir taraftan da fazlasıyla sığ, çok aldatıcı, çok elverişsiz ve kesinlikle mutlak bir hiçlik içindeydi. Onun kesinlikle ruhsuz, kalbi ve aklı olmayan birisi olduğu sonucuna vardım; daha önce de söylediğim gibi hiçbir suretle içgüdülerinden daha fazlası değildi ve yine de karakterinin çok az sayıdaki özelliklerini öylesine mantıklı bir şekilde bir araya getirmişti ki, eksikliklerinden dolayı ona üzülmek yerine, onda bulduğum tüm özellikler beni bütünüyle memnun etmeye yetmişti. Böylesine dünyevi ve görünüş olarak dünyanın her türlü zevkinden keyif alan biri gibi görünen kişinin, öbür dünyada nasıl bir varlığa sahip olacağını tahmin edebilmek gerçekten çok zordu; ancak elbette ki buradaki varlığını son nefesine kadar cömert bir şekilde şımartacağı da ortadaydı; üzerine yüklenmiş olan ahlaki sorumlulukları tarla hayvanlarından çok da yüksek olmamasına rağmen, bu hayvanların yaşlılığının getirdiği kasvetli ve karanlık içsel sıkıntılılarına karşı kutsal bir bağışıklık geliştirmeyi başararak zevküsefa kapsamını geliştirmişti.
Dört ayaklı kardeşlerine karşı bir noktada büyük bir avantaja sahipti, o da hayatının mutluluk açısından en büyük parçası olan akşam yemeklerinin lezzetlerini gayet iyi hatırlayabiliyor olma yeteneğiydi. Gerçek bir gurme olması son derece hoş bir özelliğiydi; ve onu kızartılmış bir dana etinden bahsederken dinlemek, tam anlamıyla bir turşu ya da istiridyeden bahsetmesi kadar iştah açıcıydı. Daha yüksek bir niteliği olmadığından ve tüm enerjisini ve ustalıklarını boğazının zevki ve yararına adamış bir adam olduğundan, bununla birlikte hiçbir suretle Tanrı’nın ona armağan etmiş olduğu manevi sermayesini feda etmediğinden, onu balık, kümes hayvanları, kasaptan alınan etler ve bunları sofra için hazırlamanın en uygun yöntemleri hakkında detaylıca konuşurken dinlemek, bana her zaman ayrı bir zevk vermiş ve beni çok mutlu etmişti. Gerçek ziyafet çok gerilerde kalmış olmasına rağmen, katılmış olduğu sofralardaki domuz ya da hindi etinin lezzetini öylesine iyi bir şekilde tasvir ederdi ki, o anlatırken bu yemeklerin kokusu çoktan burun deliklerinizi doldururdu. Damağında, neredeyse altmış ya da yetmiş yıldan daha uzun süredir kalan ve hâlâ kahvaltıda yemiş olduğu koyun eti kadar tazeliğini koruyan tatlar vardı. Kendisi hariç diğerlerinin çoktan solucanlara yem olduğunu, akşam yemeklerinde ağzını şapırdattığını duymuşluğum vardı. Geçmiş zamanlardaki yemeklerin hayaletlerinin sürekli gözlerinin önünde; öfke ya da intikam için değil, sanki eskiden tatlarına vardığı için minnet duyarak ve sonsuz bir keyif serisini aynı anda gölgeli ve şehvetli bir şekilde yeniden yaşamak istermiş gibi yükseldiğini gözlemlemek harikaydı. Irkımızın başına gelebilecek deneyimler ve bireysel kariyerini aydınlatan ya da karartan tüm olaylar, hafif bir esinti gibi aklında çok az kalıcı bir etki bırakarak geçerken bir dana bonfile, çeyrek bir dana budu, sade pişmiş domuz kaburgası ya da ziyafet sofrasında Adamsların en ileri gelenlerinin döneminde masalarını süslemiş olan bir tavuk ya da takdire şayan bir hindi yemeğini gayet net hatırlardı. Anlayabildiğim kadarıyla, bu yaşlı adamın hayatının en trajik olayı, yirmi ya da kırk yıl önce yaşayıp ölen bir kazla yaşadığı talihsiz bir aksilikti; masaya geldiğinde muazzam bir görsele sahip olan ancak servis yapılacağı zaman bırakın bir oymacılık bıçağını, belki bir balta ya da el testeresi ile kesilmek zorunda kalacak kadar sert ete sahip olan bir kazın yaşattığı talihsizlikti.
Sanırım artık bu beyefendiye dair yapmış olduğum tarifi bitirmemin zamanı geldi; bununla birlikte onun hakkında aslında sizlere çok daha fazlasını anlatmak isterdim, çünkü bu beyefendi, bu güne kadar Gümrük Dairesi memuru olarak çalışabilecek en uygun adamlardan biriydi. Çoğu insan, izah edemeyeceğim bazı nedenlerden dolayı, bu tuhaf yaşam biçiminden ötürü ahlaki olarak büyük çöküntü yaşamıştır. Ancak bu yaşlı Müfettiş, kesinlikle böyle aciz bir duruma düşecek adamlardan değildi, hayatının sonuna kadar bu görevde kalmış olsaydı dahi, yine aynı bu tavırda yaşamaya devam eder, aynı büyük iştahla akşam yemeklerini yerdi.
Gümrük Dairesi portrelerimden oluşturduğum galerimin kesinlikle onsuz eksik kalacağını düşündüğüm, ancak kendisini gözlemleme açısından çok az fırsat bulabildiğim ve sadece ana hatlarıyla onu tarif edebileceğim bir kişi daha vardı. Bahsettiğim kişi, şerefli bir askerî hizmetin ve Batı’da vahşi bir bölgeyi büyük bir başarıyla idare etmesinin ardından, hayatının inişe geçtiği döneminde, bundan yirmi yıl önce buraya gelen, yaşlı generalimiz, tahsildarımızın portresidir. Bu cesur asker neredeyse yetmiş beş yaşının sonuna gelmiş ve ruhunu karıştıran anılarının, girmiş olduğu savaşlarda dinlemiş olduğu savaş marşlarının bile acılarını hafifletemeyeceği hastalıkları yüzünden, artık vadesini doldurmuş olduğunu net bir şekilde hissettiği dünyevi hayatının son dönemlerini yaşıyordu. Zamanında en amansız savaş alanlarında, her zaman en önde yer almayı alışkanlık hâline getirmiş olan yaşlı adamın çevik ayaklarına felç inmişti. Gümrük Dairesine sadece bir hizmetçisinin yardımıyla ve bir eliyle demir korkulukları kavrayıp bütün ağırlığını korkuluklara vererek yavaş ve acı dolu adımlarla gelebiliyor, alışkın olduğu şöminenin yanındaki her zamanki yerine ulaşması bile büyük çabaların sonucunda mümkün olabiliyordu. Kâğıtların hışırtısı, yemin törenleri, işlere dair tartışmalar ve ofisin gündelik karmaşası arasında; tüm sesler ve etrafındaki koşulları sanki duyularına belli belirsiz etki ediyormuşçasına kabullenip orada öylece oturur ve gelen giden insanları belli bir huzurla, boş gözlerle izlerdi. Oradaki sessiz mevcudiyetinin görüntüsü iyiliksever ve yumuşak başlıydı. Eğer birileri ondan bilgi isteyecek olsa içinde hâlâ parlayan bir ışık olduğunu ve bu ışığı dışarıya iletmesinde tek engel olan entelektüel zekâ lambasının zayıflamış olduğunu kanıtlayan nezaket ve ilgi dolu bir ifade yüzüne yansırdı. Zihnin özüne ne kadar yaklaşırsanız, açıklamaları o kadar mantıklı olurdu. Artık herhangi bir iş konusunda, kendisinin çok çaba sarf etmesine neden olan konuşması ya da dinlemesine ihtiyaç duyulmadığında, yüzü hemen eski neşesiz sessizliğine bürünürdü. Her ne kadar boş ifadesi olsa da ilerlemiş yaşın beraberinde getireceği akıl tutulmasına sahip olmadığı için, onun bu görünümüne seyirci kalmak acı verici olmuyordu. Başlangıçta gayet güçlü ve sağlam olan yapısı, henüz bir harabeye dönüşmemişti.
Bununla birlikte, karakterini bu tür dezavantajları gözlemleyerek, tanımlamak, Ticonderoga19 gibi eski bir kalenin gri, yıkık dökük harabelerine bakarak, hayal gücünüzü kullanarak yeni eskizini çıkartmak için gözünüzde canlandırmaktan çok daha zor bir işti. Orada ve burada, binanın duvarları neredeyse tamamen aynı kalmış olabilirdi; ancak başka yerlerde geçirmiş olduğu uzun ömrün sonucunda bakımsızlıktan her tarafını yabani otların kapladığını, gücünün fazlasıyla hantallaştığını, şekilsiz büyük tümseklerin oluştuğunu görmek mümkündü.
Aramızdaki iletişim gibi, ona karşı olan hislerim, onu tanıyan tüm iki ayaklı ve dört ayaklı hayvanların ona karşı hisleri kadar hafif olduğundan, durumunu tek bir kelimeyle ifade etmek çok mümkün olmasa da karşımdaki bu yaşlı savaşçıya şefkatle baktığım zaman yine de portresinin ana noktalarını fark edebiliyordum. Sunmaya çalıştığım bu portre, seçkin isminin hakkını sadece tesadüfen değil, zamanında elde etmiş olduğu asil ve kahramanca niteliklerden dolayı kazandığını açıkça gösteriyordu. Onun ruhu, asla tasavvur edemediğim, rahatsız edici bir faaliyetle karakterize edilemezdi; hayatının herhangi bir döneminde onu harekete geçirmek için her zaman itici bir dürtüye ihtiyaç duymuş olabilirdi; ancak üstesinden gelebileceği bir engel ve elde edebileceği uygun bir hedef karşısında bir kez konularak gerekli desteği aldığında, bu adam kesinlikle pes etmeyecek ya da başarısız olmayacak bir yapıya sahipti. İçinde her zaman büyütmeyi başardığı, eskiden bütün benliğini saran ve hâlâ tamamen tükenmemiş olan ateş, bir anda yanıp sönen, tek bir kıvılcımdan titreyen bir kor değil, aksine bir fırının içindeki demir parçasının koyu kızıl kor parıldayışı gibiydi. Ağırbaşlılık, sağlamlık, ciddiyet; bahsettiğim dönemlerde üzerine zamansız bir şekilde çöken çürüme içinde olmasına rağmen onun sakin yüzüne yansıyan en önemli ifadelerdi. Ancak şu hâliyle bile, bilincine derinlemesine girmesi gereken bir durum söz konusu olduğunda; henüz ölmeyip, sadece derin bir uyku hâlindeki bilincinin tüm enerjisini uyandırmaya yetecek kadar yüksek sesle çalınacak bir savaş borazanın onu heyecanlandırarak bir anda ayağa kaldırabileceğini, üzerindeki tüm takatsizliğini hasta bir adamın üzerindeki geceliği fırlatıp atması gibi atabileceğini, bir savaş kılıcını ele geçirdiğinde ise yaşlılıktan dolayı elinde tuttuğu değneği fırlatıp atarak, tıpkı güçlü bir savaşçı gibi dimdik bir taarruza hazır hâle gelebileceğini hayal edebiliyordum. Bununla birlikte, böylesine yoğun duygular içine girecek olsa bile, onun bu sakin tavrını yine de koruyacağını biliyordum. Ancak böylesi bir görüntü sonuç olarak artık sadece hayal edilebilirdi; gerçek olması ne beklenebilirdi ne de arzu edilebilirdi. Onda içsel olarak, az önce açıkça benzetmesini yaptığım eski Ticonderoga kalesinin yıkılmaz surları gibi gördüğüm özellikleri; daha önceki günlerinde dik başlılığa yol açabilecek inatçı ve ağır dayanıklılığının özellikleriydi; diğer doğuştan gelen yetenekleri gibi, çok daha ağır bir kütleye sahip olan ve işlemesi ve yönetilmesi bir ton demir cevheri kadar zor olan dürüstlük anlayışı ise şiddetli bir şekilde Chippewa veya Fort Erie’deki süngülere vahşice liderlik etmişse de çağımızın tüm tartışmalı hayırseverlerinin hareketleri kadar samimi gördüğüm iyilikseverliğe sahip olduğunu gösteriyordu. Duyduğum kadarıyla kendi elleriyle adamları katletmişti; ruhunun muzaffer enerjisini aktararak, gerçekleştirdiği tüm taarruzlarda, karşısına çıkan düşmanların hepsi tırpanın üzerinden geçmesiyle yerlere yıkılan uzun ince otlar gibi devrilmişlerdi; bu durumdayken bile, kalbinde asla bir kelebeğin kanadına dokunarak ona zarar verebilecek en küçük bir zalimlik duygusu barındırmamıştı. Ayrıca, bugüne kadar doğuştan gelen iyilikseverliğine karşı, büyük bir inanç ve güvenle tanıklık edebileceğim başka bir kişi daha tanımıyordum.
Genel anlamda, aralarında bu taslağa benzerlik kazandırmak için çok fazla katkıda bulunanların sahip olduğu birçok özellik, ben henüz generalle tanışmadan önce ya ortadan kalkmış ya da gizlenmiş olmalıydı. Tüm zarif özellikler genellikle hafızalardan en kolay şekilde silinenlerdi; doğa, her insan harabesini, tıpkı Ticonderoga kalesinin duvarları üzerine tohumlarını atmış olan çiçekler gibi, kökleri ve sadece çürümüşlükleri duvarları kaplayarak, çatakların arasında uygun beslenmeye sahip olamayan yeni güzel çiçeklerin serpilmesine izin vermezdi. Yine de zarafet ve güzellik açısından bile, kayda değer noktaları vardı. Bir mizah ışını, arada sırada loş tıkanıklığın perdesinden geçerek yüzlerimizde hoş bir şekilde parıldardı. Çocukluktan ya da gençlikten sonra gelen erkeksi karakterde nadiren görülen doğal bir zarafet özelliği, generalin çiçek görüntüleri ve kokusuna olan düşkünlüğüyle kendini gösteriyordu. Eski bir askerin, her zaman için sadece alnına takılmış kanlı defne tacına değer vereceği düşünülebilirdi; ancak burada, tam karşımda çiçeklere bir genç kız kadar değer verdiğini gördüğüm bir adam duruyordu.
Orada, cesur, yaşlı general şöminenin yanında oturduğu sırada; müfettiş, nadiren de olsa onunla sohbet etmeye çalışmak gibi zor bir işe girişmediği zamanlarda, uzak bir konumda durarak, adamın sessiz ve neredeyse uykulu yüzünü izlemekten çok hoşlanırdı. Her ne kadar biz onu birkaç metre ilerimizde görüyor olsak da o düşüncelere dalmış hâliyle bizden çok uzaklarda gibi görünürdü; sandalyesinin yanından geçsek, elimizi uzatıp ona dokunabilecek kadar yakınında olsak bile, o yine de bizim için sanki erişilmez gibi dururdu. Kim bilir, belki de tahsildarın ofisinin uygun olmayan ortamından ziyade, düşüncelerinin içinde daha gerçek bir yaşam sürüyor olabilirdi. Muhtemelen geçit töreninin ilerleyişini ve savaşın büyük karmaşasını, otuz yıl öncesinden duymuş olduğu eski, kahramanca bir müziğin çalınışını, sahneler ve sesler hâlinde zihninde tüm canlılıklarıyla koruyor olmalıydı. Bu arada, tüccarlar ve gemi kaptanları, kibar kâtipleri ve görgüsüz denizciler içeri girip çıkıyor; Gümrük Dairesinin ticari faaliyetleri onun etrafında küçük mırıltılar ve telaşlı koşuşturmalarla sürüp giderken ne içeri girip çıkan adamlar, ne de içeride sürüp giden faaliyetler generalin hiç ilgisini çekmiyordu. Tahsildar yardımcısının masasında duran mürekkep hokkası, evrak kalabalığı ve maun cetveller arasında duran, bir zamanlar savaşın ön saflarında yerini almış bir cengâverin sahip olduğu, belli yerlerinde demiri hâlâ parlak ışıltılar saçan, eski bir kılıç kadar buraya ait olmayan bir görüntü sergiliyordu.
Gerçek ve saf enerjinin adamı olan Niagara sınırının cesur askerini burada yeniden zihnimde canlandırarak tasvir etmemde bana çok yardımcı olan başka bir şey daha vardı. Bu da kesinlikle, ümitsiz ve kahramanca bir girişimin eşiğindeyken “Deneyeceğim, efendim!” diyerek New England Savaşı’nın cesur ruhunu ciğerlerinin en derinlerine kadar soluyan, tüm tehlikelerin farkında olmasına rağmen, asla geri adım atmayan bu adamın bütün sorunlarla yüzleşmesi esnasında sarf etmiş olduğu unutulmaz sözlerinin aklıma gelişiydi. Ülkemiz topraklarında şayet gösterilmiş olan bu yiğitlik, şerefli kraliyet armasıyla ödüllendirilmiş olsaydı, söylemesi bu kadar kolay görünen ancak sadece çok tehlikeli ve şeref dolu bir görev dururken, generalin konuştuğu bu tek bir cümle, hanedanlığın armasına işlenebilecek en uygun slogan olurdu.
Aslında, uğraşlarına çok az önem veren, tutkularını paylaşmayan ve beceriksiz olmalarına rağmen karşısındaki insanlar için yeteneklerinden ödün vermek ve kendisinden farklı bireylerle arkadaşlık etmek zorunda kalan bir adam, bu sayede ahlaki ve zihinsel sağlığına büyük katkıda bulunurdu. İşte hayatımdaki tesadüfler de bana bu avantajı sağlamıştır; ancak hiçbiri asla ofiste çalıştığım dönemdeki kadar doygunluk ve çeşitlilik sunmamıştır. Bu süre zarfında özellikle karakterini gözlemlemiş olduğum bir adam vardı ki, bana yetenek denen kavram konusunda gerçekten yeni fikirler vermişti. Yetenekleri kesinlikle başarılı bir iş adamına özgüydü; dakik, aktif, açık fikirli biriydi; tüm insan kafasını bulandıran durumları hızlıca fark edebilen bir göze sahipti ve tıpkı bir büyücünün asasını sallamasıyla meseleleri bir hamlede düzene sokabilen planlama yeteneği vardı. Delikanlılık döneminden bu yana, Gümrük Dairesinde çekirdekten yetişme birisi olduğundan, burası onun açısından en uygun faaliyet alanıydı; bu yüzden de dışarıdan bakan birisi için buradaki işlerin karmaşıklığı, ona göre mükemmel derecede çözülmüş bir sistemin düzenliliği olarak görülürdü. Benim açımdan ise sınıfının en ideal örneğini temsil ediyordu. Gerçekten de Gümrük Dairesinin kendi içinde ya da her durumda onun çeşitli şekillerde dönen çarklarını bir arada tutan ana zembereği gibiydi; zira bu tür kurumlarda, memurların yerine getirmek zorunda olduğu görevlere uygunlukları göz önünde bulundurulmadan, kişiler üstleri tarafından sadece kendi menfaatlerine hizmet etmek üzere atandıkları için, kendilerinde bulamadıkları maharetleri başka yerlerde aramak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden de kaçınılmaz bir zorunlulukla, bir mıknatısın çelik tozlarını kendisine çekmesi gibi, bu iş adamımız da herkesin karşılaştığı zorlukları kendine çekiyordu. Uysal bir lütufkârlıkla ve muhtemelen onun akıl düzenine göre az ya da çok suç gibi görünen aptallığımıza karşı, nazik bir hoşgörü ile sabır göstererek karmaşık ve anlaşılmaz olan şeylerin üzerine parmağının ucuyla bir kez dokunup ortamı güneş gibi aydınlatırdı. Tüccarlar da ona en az ezoterik arkadaşları olan bizler kadar değer verirdi. Dürüstlüğü mükemmeldi; bu durum onun açısından bir seçim ya da prensipten ziyade doğanın bir kanunuydu; bununla birlikte onun kadar eşsiz berraklığa ve doğru akla sahip olan bir kişi için, bulunduğu konumda görevlerini dürüst ve düzenli bir şekilde yerine getirmesinden başka türlüsü de düşünülemezdi. Mesleğinin sorumluluğuna giren herhangi bir mevzuda, vicdanına sürülecek bir leke, böyle bir adam için hesap dengesinde bir hata ya da kayıt defterinin tertemiz sayfasının üzerine dökülen büyük bir mürekkep lekesi kadar rahatsız edici olabilirdi. Hayatımda böylesine bir örnekle çok nadir karşılaşmışımdır, ancak burada tek kelimeyle konumuna tam olarak adapte olmuş bir kişiyle tanışmış olduğumu söyleyebilirim.
Artık belli bir ilişki içerisinde olmam gereken insanlardan bazıları böyleydi işte. Yaradan’ın ilahi adaleti sayesinde, geçmiş alışkanlıklarımla bu denli az bağlantısı olan bir konuma getirilmiş olmamı bana sunulmuş bir lütuf olarak kabullendim ve büyük bir ciddiyetle görevim gereği elde edeceğim kazançları sağlamaya başladım. Brook Çiftliği’ndeki20 kardeşlerle birlikte girişmiş olduğum zahmetli ve gerçekçi olmayan birtakım planları kurduktan; Emerson21 gibi bir aklın keskin etkisi altında üç yıl yaşadıktan; Assabeth’deki o vahşi, özgür günlerde, Ellery Channing22 ile etraftan topladığımız çalı çırpıyla yakmış olduğumuz ateşin etrafında oturup delice spekülasyonlar hakkında sohbet ettikten; Thoreau23 ile çam ağaçları ve Kızılderili ayinleri hakkında konuştuktan; Hillard’ın24 kültürünün klasik inceliğine sempati duyarak titizleştikten ve Longfellow’un25 ocağındaki şiirsel duygularla dolup taşmamdan sonra, karakterimin diğer yönlerini harekete geçirmiş ve şimdiye kadar iştahımı çok açmayan yiyeceklerle beslenmem gerektiğine karar vermiştim. Yaşlı müfettiş bile, diyet değişikliği olarak Alcott’u26 tanıyan biri için arzu edilen biri olarak görülebilirdi. Bunu, hafızamda gerçekten önemli yer edinmiş böylesine dostlardan sonra, tamamen farklı niteliklere sahip insanlarla kaynaşabilmemin ve değişimden asla rahatsızlık duymayan bazı ölçülerde, doğal olarak iyi dengelenmiş ve kapsamlı bir örgütün önemli bir parçası eksik olmayan bir sistemin kanıtı olarak görüyordum.
Edebiyat, onunla ilgili tüm çabalar ve amaçlar artık benim zihnimde çok az yere sahipti. Bu dönemde kitapların yüzüne bile bakmadım; çok uzak geliyorlardı bana. İnsan doğası dışında, yeryüzünde ve gökyüzünde gelişip yetişen bir anlamda benden gizli olan doğa ve tüm yaratıcı zevklerin ruhsallaştırıldığı her şey aklımdan çıkmıştı. Bir yetenek, bir lütuf şayet benden tamamen çekip gitmediyse içimde askıya alınmış ve cansız kalmıştı. Bütün bunlar, gerçek anlamda geçmişte kalan değerli olduklarını bildiğim anılarımı hatırlayabilmemin kendi isteğime bağlı olduğunun bilincinde olmasam, benim açımdan üzücü, tarif edemeyeceğim kadar kederli şeyler olurdu. Gerçekten de bunun bedeli ödenmeden çok uzun süre yaşanamayacak bir hayat olduğu doğru olabilirdi; aksi takdirde beni sonsuza kadar, almaya değer görmeyeceğim herhangi bir şekle dönüştürmeden, olduğum hâlimden başka bir şey hâline getirebilirdi. Ancak bunu asla geçici bir yaşam döngüsünden başka bir şey olarak görmedim. İçimdeki kâhin içgüdüsü, her zaman düşük bir sesle, uzun bir süre geçmeden, benim yararıma olacak bir zaman döngüsünde alışkanlıklarımda bir değişim olacağını kulağıma fısıldıyordu.
Bu arada, artık bir Gümrük Müfettişi olmuştum ve anlayabildiğim kadarıyla olması gerektiği kadar da iyi bir müfettiştim. Düşünce, hayal gücü ve duyarlılık sahibi bir adam olarak -bu nitelikleri bir müfettişe oranla on katı olmasına rağmen- her zaman, sadece karşısına çıkacak sorunların cefasını çekmeye razı olan birisi, bir iş adamı olabilirdi. Memurlarım ve resmî görevimle bağlantılı olarak benimle iletişime geçen tüccarlar ve deniz kaptanları bana başka bakış açısıyla bakmıyor ve muhtemelen benim başka yönlerimi de bilmiyorlardı. Sanırım hiçbiri, bugüne kadar yazmış olduklarımın tek sayfasını bile okumamışlardı; ancak okumuş olsalar bile muhtemelen bana bundan daha fazla önem vermeyeceklerdi; aynı kâr amacı gütmeyen sayfalar, her biri kendi döneminde benim gibi gümrük memuru olan Burns27 veya Chaucer28 tarafından kaleme alınmış olsalardı bile durum değişmezdi. Edebî yönden şöhrete ulaşmayı ve bu yolla dünyada ileri gelenler arasında kendisine yer edinmeyi hayal eden bir adam için, yazdıklarının talep gördüğü kısıtlı çemberinden çıktığında, elde ettiği ve hedeflediği her şeyin o çemberin dışında tamamen önemsiz olduğunu fark etmesi genellikle üstesinden gelmesi çok ağır ama gayet iyi bir derstir. Ne uyarı olarak ne de azarlama şeklinde böyle bir derse özellikle ihtiyacım olup olmadığını bilmiyorum; ama her hâlükârda bu dersi gayet iyi öğrenmiştim; bununla birlikte, böyle bir dersin gerçeğini kavramak bana acı mı çektirecek yoksa bir iç çekerek üzerimden atmayı başarıp başaramadığımı mı sorgulatacak diye düşünmek bile iç karartıcıydı. Edebî konularda sohbetler açısından, benimle birlikte göreve gelen ve benden sadece biraz sonra ofisten ayrılan, mükemmel bir adam olan Deniz Kuvvetleri subayı ile sık sık en sevdiği konulardan olan Napolyon29 ya da Shakespeare30 hakkında konuştuğumuz doğrudur. Ayrıca yine ofisimizde bulunan, kimi zaman Sam Amca’nın mektuplarını şiirsel sözlerle değiştirdiği söylenen tahsildarın genç kâtibi de sanki çok iyi biliyormuşum gibi bu kitaplardan bahsederdi. Kelimelerle bütün ilişkim sadece bu kadardı ve bu kadarı bile tüm ihtiyaçlarımı karşılamak için yeterliydi.