bannerbanner
Eylül
Eylül

Полная версия

Eylül

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Süreyya’ya “Acaba Necip Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Sahi… Ama daha gitmemiştir. Gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir kere bakayım…” dedi ve camlı kapıyı açarak, köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephede bir pencerenin önünde durdu. Necip, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.

“Ben seni uyuyor zannetmiştim.”

“Ooo! Saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı! Hele ben buranın asıl sabahını severim. Şehrin gürültüsü içinde yaşadıkça insana biraz sükûn, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”

“Evet, burada eğreti oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”

Necip ileride kütüklerin arasında entarisiyle dolaşarak yanındaki bağcı ile bir şeyler konuşan beyefendiyi göstererek:

“O hiç sizin gibi düşünmüyor!” dedi.

Süreyya hiddetle omuzlarını kaldırdı:

“O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”

Güneş tatlı bir okşayışla sıcaklığını duyurmaya başlamış, pencerelerden giren ışık içerinin yarı gölgesinde güler yüzlü parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde hafif sesle bahçede konuşan beyefendinin lakırtılarını işitiyorlardı. Süreyya:

“Annem geliyor.” dedi.

Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek bahçede kocasını gösterdi. Süreyya başını sallayarak:

“Gördük.” dedi.

Hanımefendi, Necip’e rahat edip etmediğini soruyor, Süreyya ona vakit bırakmayarak:

“Garip sual.” diyordu. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi… Şimdi sıcak gittikçe ateşlenerek, her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir külhan gibi şiddetle yanmaya başlar… Hiç o zaman gelip sormazsınız. ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz… Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”

Arkadan Suat’ın sesini işittiler. Gülerek hanımefendiye:

“Vallahi benim kabahatim yok anneciğim.” diyordu. “O kabil değil, bu sene burada oturmayacak…”

Hanımefendi gülerek:

“Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür.” dedi.

Necip dedi ki:

“Ne iyi olur vallah. Bir küçük yalı… Karı koca istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”

Suat, birden kalbi atarak sordu:

“Otuz liraya mı?”

Süreyya annesinin elini tutmuş, ona şikâyet ediyor, yalvarıyordu. Annesi gülerek başını sallıyor:

“Kabil değil, imkânı yok.” diye tekrar ediyordu.

Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.

Süreyya:

“Ah sizde ne çıkınlar vardır!” diyor.

Annesi gülerek:

“Otuz lira… Mümkün değil… Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.

O zaman Süreyya hiddetle:

“Evet hakkın var.” dedi. “Fakat ben maaşımla ancak boğazımızı temin edebilirim… Peşin otuz lira… Bunun için borç mu etmeli?”

Onlar konuşurlarken Suat kocasına işittirmemeye çalışarak Necip’e dedi ki:

“Bugün gidiyor musunuz?”

Necip tereddüt ederken, burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek rica eden bir sesle ilave etti:

“Bugün kalınız!”

Sonra bunu da kâfi görmeyerek:

“Kalınız, size ihtiyacım var.” dedi.

Bu ses, bu eda o kadar esrarengiz, o kadar tatlı idi ki Necip hatta şaşmış bile görünmeden baş eğdi.

2

Suat onları sıkmadan akşamı etmek için ruh tüketti. Süreyya’yı bütün bütün kızdırmak istiyormuş gibi hava o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki, hepsi baygın baygın, perdelerin arkasına sinen serince gölgeye sığınmıştı. Fatin ile Beyefendi İstanbul’a, kalemlerine gittiklerinden evde iki erkekle üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden evvel görünmedi. Onun merak edip ehemmiyet verdiği şeylerde böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı ve bu sabah sarışın vücutlara mahsus hassasiyet ile pek sıkıntılı olduğuna hükmederek onlar, Suat’la iki erkek otururlarken Suat gezmek teklifini mümkün görmediğinden nihayet piyanoyu bir kurtuluş çaresi olmak üzere kabul etti. Necip’in musikiyi pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.

Süreyya uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak:

“Sıcakta dinlenmiyor.” dedi. “Sonra gülerek, maahaza çal Suat, teşekkür ederim, etraftaki haşerat uğultusunun yanında piyano hakikaten musiki yerine geçiyor.” diye güldü.

Necip, bilakis pek mahzuz olarak, bir alçak sandalye ile köşede piyanonun yanına gelip oturmuştu. Suat çoktan beri çalmadığı havaları çalmakta güçlük çekiyor, elinin maharetinin, tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan bahisle şikâyet ediyordu.

Evin içinde mütemadiyen piyanonun nağmeleri dalgalandı. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya uzun bir of ile kalkarak koştu, piyanonun kapağını kapadı, “Musiki ile idam!” diye eğlenerek, “Aman kurtulduk Yarabbim! Sen de mi eza melaikesinden oldun Suat?” diyordu.

Sofrada yine o bahsi açtılar. Necip şikâyete başlamadan hanımefendi gülerek:

“İşte yalıya gidiyorsunuz ya!” dedi.

Süreyya acı bir rica ile:

“Evet, sayenizde!” derken, Hacer merakla sordu.

Hanımefendi tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor, Süreyya’nın artık burada sıkıldığından kaçacağını, Boğaz içinde bir yalı tutup Suat’ı götüreceğini hafif bir tebessümle haber veriyordu. Hacer evvela gerçek zannetti, birden bütün yüzünü kaplayan bir hiddet alevinden sonra kendini zapt ederek:

“Oh ne âlâ.” dedi. “Burada yalnız başımıza…”

Hanımefendi gülerek sözünü kesti:

“Artık biz de yalıya misafir gideriz; şimdiye kadar onlar bizde misafirdi, şimdiden sonra da biz onlarda… Değil mi Hacer?”

Hacer soğuk:

“O niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?” dedi.

Süreyya ah çekerek:

“Gitsek de hep beraber gitsek.” diyordu.

Hacer çehresinde bir sevinç parıltısını menedemeyerek:

“Ha!” dedi. “Ben de sahi gidiyorlar zannettimdi.”

Necip, Hacer’in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları, böyle adi adi meydana vurduğunu görmekle beraber ona acıyordu; Suat’ın üstünlüğü, güzellikçe belki Hacer galebe ederdi fakat Suat’ın bütün sair şeylerde ona üstünlüğü o kadar göze çarpıyordu ki, bunu Hacer’in de fark etmemesi kabil değildi. Ahlakça, ağırbaşlılıkça, uysallık ve nezaketçe bu üstünlük Suat’a öyle bir hâl veriyordu ki, güzelliği bundan zenginleşiyordu. Kocasına olan rabıtası, sakin, daima güler yüzlü, daima mütevazı hâlleri bir yükseliş sebebi oluyor, onu yükseltiyordu. Hâlbuki Hacer’in öyle anları olurdu ki, bir gölge gibi belli belirsiz ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının güzel edası ile gerçekten güzel bir kadın olduğu görülür, Necip bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı bir kuş rengi bulurdu. Sonra Suat’ın saadeti yanında kendisinin ziyan edilmiş bir evlilik hayatı bu kadına karşı saklamaya nezaket ve tahammülünün kifayet edemediği bir kin ile onu incitir dururdu. Necip eğer Suat’ın yumuşaklığı ve iradesi olmasa Hacer’le anlaşmanın kabil olamayacağını anlıyor, Hacer’in hatta fırsat bile beklemeyen şu hırçın hücumlarına Suat’ın nasıl bir yumuşaklık ve tahammül ile mukabele ettiğini fark ediyordu.

Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman:

“Siz pek iyi yapıyorsunuz.” dedi.

Suat evvela anlamazlıktan geldi; bunların kendisine bir taarruz olmadığını, Hacer’in bazen herkese karşı böyle davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya’yla birleşerek bütün o tavırların birer açık taarruz olduğunu kabule zorladılar. O zaman onu bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her hâline pek çok acıdığını, bunun için öyle küçük şeylerine ehemmiyet vermemeyi tercih ettiğini söyledi:

“Yemin ederim ki.” diyordu. “Hacer sizin zannettiğiniz kadar fena bir kız değildir; eğer iyi idare edilse pek iyi olur, hâlbuki…”

Süreyya ağız dolusu duman savurarak:

“İşte asıl iş orada ya.” diye haykırdı. “Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var…”

Necip gülerek:

“İşte ben de bu sabra hayran oluyorum.” dedi.

Süreyya, Suat’ın elinden tutmuş Necip’e gösteriyordu:

“Benim karım bir melektir, Necip…”

Suat gülümseyerek:

“Kızarmak mı lazım?” diye sordu.

Süreyya:

“Sen ne yaparsan yap.” dedi. “Ben müsaadenizle ve rahat rahat yahut rahat etmek niyetiyle gider, şuraya yatarım.”

Salona henüz giren Hacer:

“Ooo, ağabeyim bu sene öğle uykusuna pek erken başladı.” diye söylendi. Sonra dönüp Suat’a, “Bu uyku ile yalıda ne yaparsın? Senin orada yalnızlıktan canın pek sıkılacak zannediyorum.” dedi.

Suat tebessüm ederek sordu:

“Niçin, siz gelmez misiniz?”

Hacer, bir nevi raks eder gibi Necip’e doğru giderken:

“Ben mi?” dedi. Biraz tereddütten sonra; “Canım hele bir kere yalı tutulsun da. Bu ne kadar acele?” dedi.

Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü hazmettiğini gösterir uzun bir teneffüsle, orada yatan Süreyya’yı görmemiş gibi, Necip’e yaklaşıp:

“Akşama kadar benimle berabersin.” dedi.

Necip:

“Ya şimdi siz Suat Hanım’ın yalnızlığından bahsediyordunuz?” diyecek oldu. Hacer uzun bir “Ooo!” koyuvererek başladı:

“O şimdi yalnız değil ki… İnsana kuru hülyadan iyi arkadaş mı olur? Kuzum, bu yalı hülyası öyle bir hastalıktır ki, insanı gayet vefakâr bir dosttan iyi meşgul eder.”

Necip yine:

“Hep beraber burada otururuz, değil mi Hacer Hanım?” diyor. Süreyya yattığı yerden sesleniyordu:

“İsterseniz gezmeye çıkınız, küçük ormanlarına yahut fasulye korusuna…”

Hacer, Necip’in çekingen tavırlarına, Süreyya’nın biraz kuru sedasına bakıp sonra Suat’ın sessiz durmasına hücum etti:

“Yalıyı nerede tutuyorsunuz Suat?”

Suat tebessüm etmeye çalışarak:

“Bakalım, daha karar vermedik.” dedi.

“Öyle ise karar vermek için çok zahmet çekmeyeceksiniz… Ben de ilk önce sahi zannettimdi… Bizde bu züğürtlük varken… Böyle söylenilir, söylenilir, birçok tatlı hülya kurulur –gülerek Süreyya’ya, Necip’e bakıyordu– sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur? Ağabeyim malum ya, evvela bir heves, bir heves… Üstüne uyku… O, Paris’e de böyle gidip gelmedi miydi?”

Suat bu lakırtıların arasında hep kendi kendine “Ah akşam olsa!” diyordu. Akşamüstü hepsini kandırıp yola çıkardı. Fakat son tren gelip de dadısının çıkmadığını görünce canı pek sıkıldı; o kadar yalvardığı hâlde babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı ertesi akşam, öbür akşam da gelmedi. Suat her gün akşama kadar bin sabırsızlık işkencesiyle bekliyor, bütün gün umduğu hâlde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor, meyus oluyordu. Öbür gün tekrar Necip’i alıkoymak için pek ziyade sıkıldı. Amma niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu; yalnız onun Süreyya’ya kalben ne derece merbut olduğunu bildiğinden para geldiği zaman kocasının sevincinde hazır bulunmasını istiyordu. Bundan başka Necip’in Boğaziçi hakkındaki malumatından istifade edileceğini de düşünüyordu. Fakat akşamlara kadar Hacer’in şımarık, hırçın kadınlığı elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine “Kalınız!” sözünü büyük bir gayretle nefsini zorlayarak söyleyebildi. Necip Bey ciddi davranarak bu alıkoymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, hep sükûn ile beklemişti.

İkinci akşam yine bir aralık yalnız kalınca:

“Sizi akşama kadar burada bekletip sıkıyorum affediniz.” dedi. “Süreyya’ya bir oyun yapacağım, sizin de bulunmanızı istiyorum fakat olmuyor ki…”

Necip:

“Zaten cumartesi inmeye karar vermiştim.” diye tekrar ricayı menetti.

Ne olduğunu anlamakla beraber bu oyunun yalıya dair olacağına hükmediyordu. Artık bütün köşkün ağzında bir alay mevzusu olan bu meseleden bahsolundukça Suat’ın heyecanlanması bu hükmü kuvvetlendiriyordu. Fakat meselede hepsi o kadar ifrata varıyorlardı ki, artık lüzumundan fazla oluyor, hatta rahatsız ediyordu. Bunu fark eden Necip, Suat’ın cevap vermediğini gördükçe kadının sabrına, tahammülüne şaşıyordu.

Suat ile işte beş seneden beri tanışıyorlardı; bu beş sene içinde ona olan hürmeti her an çoğalmış, kadınlar arasında böylesine tesadüfün pek güç olduğunu düşünmeye kadar varmıştı. Necip zaten pek nadir ziyaret ettiği bu aileye Süreyya evlendikten sonra daha seyrek gelmeye başlamıştı. O zaman henüz mektepten çıkmış, uzun tahsil senelerinin biriktirdiği bir telaş ve ateşle yaşamaya koyulmuştu. Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sahifeler arasında tetkikin, tecrübe ve muhakemeden ziyade tahayyülden hasıl olma sathi bir tetkikin şevkiyle evvela pek hülyalı fikirleri vardı; tecrübe kendisine acı hayal yaraları açtı ve gençliğe mahsus hararet şevkiyle tecrübelerini pek kolayca yaparak genel olarak kadınlara dair sağlam ve itiraz edilemez bir fikir ve felsefe edinmiş, artık hayat kavgalarında yaralanma tehlikesine tamamiyle dayanıklı bir zırhla silahlanmış olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu esnada ara sıra gördüğü Suat’ın uysallık ve sessizlik içindeki neşesi, ciddiyet ve vakara mâni olmayan çocukluğu kendisine pek zahirî, pek yapma gelir, onun da öteki kadınlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya’nın ilk zamanlar gösterdiği memnuniyet eserlerine içinden “Çok geçmez görürsün!” diye baş sallardı. Fakat zaman geçip bu memnuniyetin fazlalaştığını gördükçe merakı arttı, nihayet öyle oldu ki, bir gün Süreyya’ya:

“Sen birinci ikramiyeyi kazanmışsın, azizim.” dedi ve elini sıkarak, “Fakat birinci ikramiyede layık bir ele düştüğüne teşekkür etmelidir; zira iltifat çakmadığıma eminsin ya, temin ederim ki birbirinize layıksınız.”

Şimdi köşkte hepsi, bey, Fatin, Hacer, hatta bazen bunlara katılan hanımefendi hep birden eğlenmek için yalı meselesini dillerine dolamışlardı. Süreyya kâh huşunetle, kâh latife ile mukabele ediyor, yalnız ara sıra Fatin’e ağırca ve acı gelen latifeleriyle hepsini güldürüyordu. Necip daima bitaraf kaldığı bu konuşmaların kendi üzerindeki tesirini muhakeme etmek isteyerek yalnız Suat’ın sükûnuna şaşırıyordu.

Fatin iki lokma arasında fırsat bulup bir kahkaha salıverirken, beyefendi sert çehresiyle sessizliği biraz bozarak:

“Ben Suat Hanım’ı böyle çocukluklara kulak asmaz zannederdim.” diyor, o zaman Süreyya köpürerek:

“Canım ortada bir şey yok, bir yere giden yok.” diye haykırıyor, Hacer:”

“Sade gitmek isteyen var!” diye eğleniyordu.

Hanımefendi gülümseyerek ağır ağır sesleniyordu:

“Galiba herkesten habersizce kaçacaklar… Zavallı Suat’ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya…”

Ve Fatin tekrar iki lokma arasında:

“Ve karı, kocasına itaate daima mecburdur!” düsturunu okuyordu.”

Bu hâl dadının dönüşüne kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi:

“Senin baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı durdu.” diye Suat’ın eline bir zarf verdi.

Suat hemen zarfın kenarını yırttı. Gözlerinin dumanı arasında fark etmiyordu. Bu dolu zarfı açamıyor, eli titriyordu. Sonra koştu, balkonda konuşan Necip ile Süreyya’nın arasına atıldı:

“Yalıya gidiyoruz!” dedi.

Süreyya bakıyordu, evvela inanmadı. “Ne oluyor, niçin?” diye bakan bir nazarla Suat’ın gösterdiği banknotları aldı. Sonra birden “Bu ne? Bunlar ne? Nereden?” diye sordu. Suat eliyle ağzını kapayarak, “Sus!” dedi; öbürü “Kim gönderdi?” diye sorarken “Babam, babam…” cevabını verdi. Sonra oraya oturup alçak bir sesle:

“Şimdi bu para ile kimseye haber vermeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli.” dedi.

O zaman üç kişi karar verdiler ki yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı. Yalı tutulunca, köşkten yalnız hanımefendiye haber verilerek sıvışılacak ve herkes bir sabah kafesi boş, kuşları uçmuş bulup şaşacaktı…

Şimdi oradaki hayatı, masrafı düşünüyorlar, herhâlde on beş lira ile idare edebileceklerini zannediyorlardı. Süreyya:

“Ah bir kere oraya gidelim de aç kalalım!” diyordu. Sonra Necip’e dönüp:

“Artık bize misafir gelirsin.” diyor, Suat:

“Elbette, elbette!” diyerek Necip Bey’i üç gündür yalnız bunun için, yalı birlikte tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor, artık bütün tertibinin ne olduğunu anlatıyordu.

Süreyya seviniyor, “Ah Suat, Suat!” diyor ve sabredemeyerek şimdi gidip her şeyi onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden “Yarın yalı tutuluyor…” diyeceğini söylüyordu. Suat, “Aman Süreyya sabret, iki gün daha…” diye yalvarıyor, Necip zaferin tamam olması için iki gün daha beklemenin iyi olacağını teslim ediyordu.

Süreyya çocuk gibi olmuştu:

“Hemen taşınırız.” diyordu. “ ‘Hemen o gün… Aman burada bir dakika durmayalım! Şu uğursuz yerden kurtulalım… Ah ne zevk Necip, ne zevk! Hepsine birden ‘Biz yarın gidiyoruz artık; bugün yalı tutuldu.’ demek ne zevk! Billahi Fatin’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırs ile açıldığını buradan görüyorum! Ah, bir kere o gün gelse, o gün, o saat gelse bir kere…”

Hemen karar verildi: Yarın pazar değil miydi? Erkenden Necip ile Süreyya gidecek, küçük, şık bir yalı tutacaklardı. Otuz liraları vardı. Suat “Yetişmezse…” diye esefleniyor, Necip temin ediyordu: “Ötesi kolay, asıl lazım olan elde…”

Ve birden Necip kendini hatırlayıp düşündü ki, bu işte o pek bigâne olduğu için hiçbir dahli olamazdı fakat onlar kendisini o kadar hararet, o kadar mahremiyetle işe karıştırıyorlardı ki, artık arzusu hilafına cereyana kapılmaktan başka çaresi yoktu.

Akşam sofraya oturup da Fatin yine iki lokma arasında ağzı gözleri açık olarak yalıdan bahsettiği ve yan bir bakışla beyefendiye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman üç günlük hezimetin acısı çıkmış oldu. Üç arkadaş zevk içinde birbirlerine baktı.

Süreyya kendini tutamayıp, sakin göstermeye çalıştığı sevinçli bir sesle:

“Evet, yarın gidip tutacağız.” dedi.

Hacer gülerek:

“Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi.

Beyefendi sade yemeğiyle meşgul:

“Mahmutpaşa’da han mı yok? Bir tanesini satmıştır.” diye mırıldandı.

Fatin gülerek, yemek esnasında boğuluyor gibi:

“Vallah billah!” diyordu.

Süreyya bütün bütün söyleyecekti fakat Suat o kadar derin, yalvaran bir nazarla baktı ki, karşıdan Necip, Süreyya’nın mukavemet edemeyip susmasına hak verdi.

Yemekten kalktıkları zaman üç dost Süreyya’nın küçük odasına geçti; balkona çıkmış olan Suat havaya bakarak:

“Hava pek kapanık, Allah vere yağmur yağmasa!” diyordu.

Süreyya artık gülünç bir tavırla:

“Ne?” dedi. “Yağmur mu? Taş yağsa vallah yine gideriz… Değil mi Necip?”

Necip gülerek:

“Hayhay!” dedi.

O zaman tekrar konuştular; yarın nereye gidip nasıl yapacaklarını müzakere ettiler. Suat Emirgân’dan aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa fena mı?” diyordu; Necip karşı sahili tercih ederek Yeniköy’de yahut Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda içerilerdeki evler bile yalı gibidir.” diye teşvik ediyordu. Suat’ın asıl istediği tenhalık idi.

On bire kadar konuştular; Süreyya bol bol hayal kurarak yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden tertip ediyor, bazı ufak mülahazalarla Suat buna başka tertipler ilave ediyordu.

Süreyya bir sandal bulacaktı; gülerek:

“Bir de araba.” diyordu.

Suat mahzun mahzun başını sallarken:

“Bu uzun olur, değil mi? Asıl o vakit aç kalırız işte.” diye içini çekiyordu.

Yalıda sürülecek zevkleri şimdiden ifrata vardırarak mahzuz olurken birdenbire:

“Lakin bu söylediklerimizi yapmak için bütün yaz yetişmeyecek.” diye gülüşüyorlardı.

Ve Necip son dakikalarda garip bir hüzün içine gömülerek bu mesut karı kocaya bakıyor, “eğer evli olmak bu ise” hiç fena olmadığını görüyordu. Fakat bu izdivacın nasıl müstesna şartlar, tesadüflerle husul bulduğunu düşünerek birçok fena izdivacı göz önüne getiriyor, kendisine “kabil değil, kabil değil böyle bir ikbal teveccüh etmeyeceğini; bu kadar muvafık bir kadına kabil değil nail olamayacağını, mahrum ve zelil hayatını ihtiyarlığa kadar böyle yalnız ve bedbaht sürükleyeceğini” kuruyordu.

Yarın erken kalkılacağından erken yatılmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necip hep bu fikirlerin zebunu idi. Odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların yağdığını görerek bu serinlikten istifade için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir müddet öyle kaldı.

Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kati kararı ara sıra zaafa uğruyordu; şimdi yine o zaaf zamanında idi. Bu karı koca arasında şahit olduğu anlaşma ve yakınlık, bu hararet, bu birinin küçük bir emeli için öbürünün canını verecek derecede telaşı, bu sakin ve mesut muhabbet onu harap ediyordu. Muvaffakiyetleri hep birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış muzafferiyetlerinde bile böyle kavi, böyle fedakâr, böyle müşfik ve sıcak samimiyet hamlesine nail olamamıştı. Birçok saadeti, zehirli bir ayrılık yahut muhakkak bir lakaydi ile bitmiş, hiçbiri en mesut zamanında bile şu saadetin sükûn ve letafetine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu. “Niçin?” diyor, sonra mutsuzluk ve umutsuzluğun ebedî nakaratı, “Neye iyi!” hitabı takip ediyordu. Onun, zevkin hay ve huyuna tutulmuş, sergüzeştlere meyyal olan tabiatı bunlarla anlaştığı için artık huy olmuş, şimdi kendisinde sükûn ve şefkate, gölgeye, azamet ve şiire müştak bir tabiat uyanmaya başlamıştı. Hayatın en memnun olduğu anında bile ruhundaki eksiklik hissi bir başka ihtiyaç ile dağlanıyordu; şimdi zannediyordu ki, bu ihtiyaç ancak böyle sıcak bir muhabbetle, böyle dostane bir vefa ile tatmin edilecek…

Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor, etrafında bunların yapraklara düşmesinden ileri gelen vezinsiz bir ses hışıldıyordu. Necip ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği asude bir teneffüsle uyuyan bu karı kocanın büyük bir hürmet ve muhabbetle mesut olmalarını temenni etti. Layık olan mesut olur fikri bir müddet zihnini işgal etti. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.

“Evet.” dedi. “Layık olan mesut olur yahut Goethe’nin dediği gibi layık olan kazanır, kazanamayan layık değildir.”

Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibiydi, o kadar başı küflü ve ağır kalktı fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve tazeliği ile içeri dolduğu zaman derin bir ferahlık hissetti.

Süreyya “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız…” diyordu. Sonra balkonun parmaklığından aşağı sarkıp “Araba hazır mı Selim, araba?” diye haykırdı.

Necip beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu, Suat tavsiyelerini bitiremiyor, tekrar ediyordu. “Aman Süreyya, Allah aşkına…” derken Necip birden dün geceki mülahazalarına döndü, gülümsedi. Suat arabaya kadar yanlarında gelmişti. Süreyya “Bağın kapısına kadar beraber gel, orada seni bırakırız, dönersin…” diyor; Suat, “Ya bırakmazsanız…” diye tereddüt ediyordu. Necip, Suat’ın gözlerinde istasyona kadar gitmek arzusunu okuduğundan “İstasyona gelseniz de yine araba ile dönseniz daha iyi olmaz mı?” dedi.

Karı koca ikisinin de bunu istediği hemen gösterdikleri sevinçli kabulden anlaşılıyordu. Araba hareket etti. Bağın bozuk yolundan bazen devrilecek gibi giderken Necip şu on dakikalık mesafede bile, beraber bulunmak için hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telaşıyla birbirine bakmadığına dikkat ederek “Beraber olmak yetiyor.” diyor ve tekrar –bulanık ve tortulu cevap vermek yahut tutunmak için mülahazaları daima inkisara uğrayarak– bu hâli bile bir saadet mertebesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil teskin edici aşkı, hayır bu aşk olamaz, kalp bağlılığını düşünüyordu.

Tren hareket ettiği zaman istasyonun arkasında arabasından kendilerine bakan Suat’ı aradılar; elleriyle selamlar göndererek uzaklaşırlarken onun da araba ile yola düzüldüğünü gördüler.

Vagonda iki kişi yalnızdı. Necip nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu noksanı, hatta kendisini mahzun eden bu kadın noksanını hissetmediğine şaştı. Bu kadar rabıta üzerine bu ayrılığın muayyen bir müddet için olsun kalbi elbette mahzun etmesi gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle mahzunlukları olduğunu düşünerek boynunu büktü.

Süreyya başını trenin hızından hasıl olan havaya açmış yarı durgun, susuyordu. Sonra:

“Bakalım ne yapacağız?” dedi. Daha sonra ilave etti; “Sahi güzel bir şey bulursak… Suat ne kadar sevinecek değil mi?”

Evet, Suat… Şimdi onsuzluktan mahzun iken bu mülahaza onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğinizi bilmek, hissetmek, yanınızda görmek… Bu mahzunluğa sonsuz bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezaları bir gam damlasıyla karışık bir hoş sarhoşluk hâline getiriyor, zaman geçtikçe bir esef kadar tatlılaştırıyordu.

Süreyya:

“Ah bak, akşam bizi araba ile beklemesini tembih etmeyi unuttuk.” diye esef etti. Sonra hemen, “Ama zannederim düşünür ve gelir.” dedi.

На страницу:
2 из 5