bannerbanner
Gizli Mabet
Gizli Mabet

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

“Sen benim mabihüliftiharımsın!” dedi.

Evet, ruhumdaki insanlık ideali, o üç ahlak meşalesi ebediyen söndü! Bir gece içinde korkunç, iğrenç bir katil oldum. Şimdi karanlık bir çöldeyim! Bir hayvan gibi meyusum! Artık insanlık cennetine, “iyilik, doğruluk, güzellik” cennetine bir daha dönemeyeceğim. Son defa yalanlarımla aldattığım zavallı büyük ihtiyar da, benim gibi, mahiyetinin fiilinden ürküp kaçan, korkak bir sefili yine “faziletkâr” bilecek! Bu sefile “mabihüliftiharım!” diyecek.

NAMUS

Daha geceydi. Çoban yıldızı derinlerden dünya üzerindeki uyumuş sürülere bakan tek bir göz gibi parlıyor, koyu karanlıklara mavi bir ışık akıtıyordu. Hapishanenin ağır, demir kapısı acı bir küfür gürültüsü ile açıldı. Jandarmalar, elleri arkasına bağlanmış zayıf, cılız, ürkek bir adamı dışarı çıkardılar. Siyah arabanın dar kapısından sokmak için kollarından yukarı kaldırıyorlardı. Elleri bağlı adam sağındaki sakallı jandarmaya döndü:

“Nereye gidiyoruz, bre ağam?” diye sordu.

“Bilmiyor musun?”

“Bilmiyorum bre…”

“Deminden imam efendi sana ne dedi?”

“ ‘Lala, ala…’ diye bir şeyler söyledi. Ben: ‘Ne diyorsun?’ dedim. ‘Benim dediğimi söyle!’ dedi. Ben de onun dediğini anlamadan söyledim.”

“Öyleyse çok iyi ettin!” cevabını veren jandarma, mahkûmu arabanın içine tıktı. Kendi de yanına girdi. Dışarıda kalan genç jandarma üstlerinden kapıyı kilitledi. Mavi alaca karanlığın içinde kamçı sesi, atların nal takırtıları, demir tekerlek gürültüleri işitildi.

Penceresiz arabanın içi tıpkı bir kutu gibiydi. Köşesinde küçük bir fener, sarı ziyasıyla cidarlardaki gölgeleri titretiyordu. Mahkûm susmuyordu:

“Ağa, ben üşüyorum.” dedi. Tüfeğini yanına dayayan sakallı jandarma, tabakasından bir cigara sarıyordu. Güldü:

“Yarım saat sonra ısınırsın!” diye başını salladı.

Konuşmaya başladılar. Bozuk kaldırımların sarsıntısı habire sözlerini kesiyor, ikiye bölüyordu:

“Hamama mı gidiyoruz?”

“Hamama ama senin bildiğin hamam değil…”

“Nasıl?”

“Sabunu var, suyu yok…”

“Benim abdestim var bre ağam, niye beni hamama götürüyorsunuz?”

“Abdestini bozdurmak için!”

Mahkûm, jandarmanın alayından bir şey anlamıyordu. Sustu. O susunca, jandarma sormaya başladı:

“Ulan senin kabahatin neydi?”

Mahkûm, yarasına dokunulmuş bir adam gibi haykırdı:

“Namus, bre ağam, namus, namus, namus!”

Yerinden kalkıyor, çırpınıyordu. Bu namus heyecanı jandarmanın canını sıktı:

“Ulan, çingenede namus olur mu?” dedi.

“Neye olmasın ağam, çingene insan değil mi?”

“Karını başkasıyla mı yakaladın?”

“Hayır.”

“Kızını mı yakaladın?”

“Hayır.”

“Öyleyse niçin namus, namus diye bağırıp durursun? Ne oldu ki bakayım?”

Mahkûm çingene, felaketini hatırladı. Sarardı. Dudakları titriyordu. Hikâyesini anlattı:

“Bir akşam dereye, yıkanmaya gitmiştim. Biraz geç kaldım. Çadıra döndüm. Ah namus, bre namus! Bir de ne göreyim?”

“Ne gördün?”

“Ah namus bre! Namus ağam.”

“Söyle, canım, her vakit gördüğün bir şey olacak!”

“Hayır.”

“Ya ne gördün?”

“Karım, kız kardeşim, anam, halam, küçük kızlarım, yengem toplanmışlar. Bir şeye bakıyorlar, hem gülüyorlar.”

Jandarma bunu pek merak etti. Cigarasını ağzından çekti:

“Neye bakıyorlardı?”

Çingene tekrar: “Namus bre, namus!” diye kafasını arabanın cidarına çarptı:

“Bizim Çomar’a, Hasan’ın sarı erkek köpeği yapışmış. İçeri almışlar, seyrediyorlardı.”

Jandarma gülmekten katılıyordu:

“Ey, sonra?”

“Birdenbire hiddetlendim. ‘Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?’ dedim. Elime çotranın1 yanındaki bir balta geçti…”

“Ey?”

“Hepsinin kafasına ayrı ayrı indirdim. Çomar’ıda ikiye böldüm. Hiçbiri kaçamadı. Hepsini geberttim.”

! ! ! !

.................

Jandarmanın cigarası parmaklarından düşmüştü. Çingene: “Namus bre, namus!” diye dövünüyor, araba daha ziyade sarsılıyor, daha ziyade takırdıyordu. Jandarma, karşısındaki sıska, kirli suratlı, pis herife bakarak yüreğinin çarptığını duyuyor, gayriihtiyari memleketinde Hıdırellez günleri yaptıkları eşek bayramını hatırlıyor, kendi namussuzluğuna şükrediyordu. Evet, bu çingene gibi içlerinde bir iki namuslu adam olsaydı, bütün kasaba halkını, Hıdırellez günü yaylada kılıçtan geçirmek icap edecekti.

Araba, katilin dokuz insanı baltayla kestiği yerde durdu. Burası bir şose kenarıydı. Küçük kapının kilidini açtılar. Önde elleri bağlı çingene, arkadan sakallı jandarma indi. Müddeiumumi, komiser, hâkim filan hepsi daha evvel gelmişlerdi. Arabalar bir katar gibi birbiri arkasına dizilmiş, yol boyunda duruyordu. Ortalık tamamıyla ağarmış, Çoban Yıldızı sönmüştü. Komiserle gelen jandarmalar, bir iskemleye binmişler, gülüşerek darağacının ipini sabunluyorlardı. Çingene, bu manzarayı görür görmez, gölgesinden ürkmüş bir Arap atı gibi şahlandı:

“Ay, beni asacak mısınız?” diye haykırdı. Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu. Komiser, elindeki yaftayı katilin boynuna geçirmek için ilerledi. Namus uğrunda şehit olacak bu biçareye karşı herkesin kalbinde sanki gizli bir muhabbet, gizli bir hürmet vardı! Hele beyaz sakallı hâkimin gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlıyordu. O, kırk senelik memuriyeti esnasında bu verdiği hüküm kadar ağır hiçbir vicdan azabı duymamıştı. Evet, çingene minge-ne… Fakat ne büyük bir namus telakkisiydi! Evet, ne büyük bir namus taassubu! Ama kanun… İşte o affetmiyordu. Ah, yoksa bizde “jüri” usulü olsaydı, hemen bu dokuz canı birden alan Azrail’den müthiş katili beraat ettirecekti. Gayriihtiyari komiserin önüne geçti. Acaba bu kadar yüksek bir namus niyetiyle yaşayan bir insanın ölmezden bir dakika evvelki son arzusu ne olabilirdi?

“Biraz dur!” dedi. Şaşırmış çingeneye hıçkıra hıçkıra yaklaştı. Dizleri, elleri, dudakları titriyordu.

“Allah kusurunu affetsin!” diye söze başladı. “Ben senin haklı olduğunu biliyorum. Ama ne yapalım? Başımız şeriate, kanuna bağlı! Dünyada son arzun ne? Bana söyle. Ne olsa yapacağım oğlum!”

Çingene, hâlâ sabunlanan ipe baktı. Sonra gözü yaşlı ihtiyar hâkime döndü:

“Ne arzum olacak? Ne olsa sizin gibi namertler yapmazlar.” dedi.

Hâkim elini kaldırdı:

“Vallahi, billahi, ne istersen yapacağım! Canımı istersen vereceğim! Söyle oğlum.”

“Söylemem, yapmazsın.”

“Yaparım.”

“Yapmazsın. Hepiniz yalancısınız. İnsanı aldatırsınız!”

“Aldatmam. Yaparım diyorum evladım.”

“Yapmazsın hâkim efendi. İşte bütün buradakiler şahit olsun, yapmazsın!”

Hâkim, kendine bakan memurlara, polislere, jandarmalara bir göz gezdirdi. Vaadini katiyyetle tekrarladı:

“Bunlar şahit olsun! Allah şahit olsun, yapacağım!”

Ağzında zapt ettiği hıçkırıklardan boğulacakmış gibi başını göğe kaldırıyordu. Doğru söylediği, sesinin azametinden, tavrının heybetinden, heyecanı ulviyetinden belliydi. Çingene biraz ferahlar gibi oldu. Gözleri parladı. Yutkundu, yutkundu. Heyet baştan aşağı kulak kesilmişti. Yaklaşan siyah ölümün soğukluğu hepsini sanki dondurmuş, taş kesmişti. Çingene öksürdü:

“Pekâlâ hâkim efendi.” dedi. “Senden istediğim bu: Hüsmen’in sarı köpeğini buldur. Gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun.”

Hâkim, şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, mahkûm susmuyor: “Namus bre namus… Yaptırmazsan ahirette iki elim yakanda kalsın!” diye jandarmaların kolları arasında çırpınıyordu.

ACIKLI BİR HİKÂYE

– İngiliz edebiyatından intihal —

Müthiş bir kış… Her taraf kar içinde… Dereler, tepeler donmuş! Tabii ağaçların yaprakları da dökülmüş… Ağaçları aklınıza getirmemize sebep, kendinizi, kutbu şimalide zannetmemenizi temin etmektir. Çünkü orada fok balıkları, penguenler, Eskimolar bulunur. Fiyorlar da vardır. Tam kutup noktasında pusula deli olmuş gibi dönmeye başlar.

Sadede gelelim: Her taraf kar içinde demiştik. Kar, yalnız evlerin çatılarını, Himalaya, Alp, Ural Dağları’nı örtmez ya… Alçak yerleri de beyaz bir Acem halısı gibi kaplar. Alçak yerlerin arasında hattı üstüva cihetlerini istisna etmek lazımdır. Çünkü kürei arz bir insana teşbih edilse, karnıyla sağrısı hattı üstüva olmak icap eder. Bununla beraber bu insanı çok şişman tahayyül etmelidir ki, karın kısmı en fırlak cihetleri olabilsin! Hattı üstüva, kürei arzın en alçak yeri değil, bilakis en yüksek yeridir. O hâlde niçin üstüne kar yağmıyor? Bu mesele henüz ilmin gizli bir sırrıdır. Tıpkı kanser, tifüs, İspanyol nezlesi mikrobu gibi… Medeniyet bir gün terakki edince bu sebep de keşfedilecek!

Biz sadedimize gelelim: Ne diyorduk? Kar yalnız çatıları örtmez, değil mi? Evet, yalnız çatıları örtmez. Sanki kırmızı kiremit kaplı bir çatıymış gibi toprağın üstünü de örter.

Bu örtü bazen bir metreyi geçer. Bazı soğuk memleketlerde patates, yer elması gibi meyveler, hayır, meyve değil zahireler, toprak altında kendi kendine yetişir. Galiba onların güneşe ihtiyaçları yoktur. Hem bir âlimin fikrine göre, bu nevi nebatat, arzın veremleriymiş! Belki dünyanın her tarafına verem, bunlardan sirayet etmiştir. Sanatoryumlar da…

Pardon, yine sadede gelelim: Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü. Toprak gözle görülemiyordu. Toprağı görmek için karları süpürmek gerekirdi. Hâlbuki bu ameliye yalnız sokaklarda yapılır. Sokaklarsa kaldırım döşelidir. Üzerinde hiç yenecek bir şey bulunmaz. Gıdasını yerden alan hayvancıkların hâlini bir düşününüz! Bütün dünyanın yüzü şekersiz bir su dondurması kaplı. Bir avuç yeseler hemen donacaklar!

İşte yeryüzü böyle feci bir şekilde iken, bir bahçenin orta yerinde, minimini serçecik titreyip duruyordu! Fakat korkusundan değil! Çünkü yalnız korku için titrenilmez! Küçük ayakları mercanlar gibi donmuştu. Bir haftadır bir şey yememişti. Son yediği şey, bahçeden geçen bir çocuğun elinden düşürdüğü pasta parçasıydı. Artık ölecekti işte. Azrail etrafında dolaşıyordu. Zavallı serçe o kadar aç, o kadar biilaçtı ki… Açlıktan minimini ellerini, yani kanatlarını dizlerine vuruyor:

“Ölüyorum, ölüyorum!” diye ötmek istiyordu. Fakat ötemedi. Çünkü sesi çıkmadı, ötmek için sese ihtiyaç vardır. Ses ciğerlerde biriken havanın boğaza çarpması demektir. Çarpmak bir kuvvet neticesidir! Kuvvet olmayınca hareket olmaz. Hareket de hayatın ta kendisidir. Eğer arz dönmezse kıyamet kopar. Güneş olduğu yerde dursa hemen söner. Kutup Yıldızı bile…

Şey, sadede gelelim: Ne diyorduk? Minimini serçecik açlıktan ölmek, soğuktan donmak üzere idi… Onun bu ümitsiz hâli bütün kâinatı yaratan Allah’ın gözünden kaçmadı. Fırtına, tipi, bora içinde zavallı mahlukunun can çekişmekte olduğunu gördü. Oraya ağır yüklü bir sürücü atı gönderdi. Bu at kırmızıydı. Kuyruğunun ucu ile alnının orta yerinde beyaz lekeler vardı. İşte bu at serçenin bir metre yetmiş beş santimetre kadar uzağından geçiyorken, sanki ruhani bir ilhama mazhar olmuş gibi, gayet hayırlı bir şey yaptı. Yani oraya bir kucak taze gübre bıraktı. “Gübre” deyip geçmeyiniz. İnsan için el, ayak, kuş için kanat, geyik için boynuz, vapur için baca, tayyare için pervane ne ise, “gübre” de ziraat için odur! Gübresiz ekip biçme olmaz. Eğer atlar, eşekler bu maddeyi bize ihsan etmemiş olsalar, buğday yetişmez. Tarlalar cansız kalır. Tarlalar çöl olduktan sonra, biz de açlıktan mahvoluruz. Son zamanın âlimlerinden birkaçı “suni gübre” imaline kalkmışlardı. Eğer muvaffak olsalardı, tabii atlar da gübre yapmaktan vazgeçeceklerdi. Fakat o vakit ne yapacaklardı? Acaba yalnız asit ürik mi ifraz edeceklerdi? Neyse…

Biz yine sadede gelelim: Serçecik, bir metre yetmiş beş santimetre ötesinde gayet taze bir gübre yığınını görünce mahmur gözlerini açtı. Tin tin sıçradı. Bu hafif beyaz bir duman çıkaran koyu sarı maddenin başına geçti. İçindeki arpaları birer birer topladı. “Topladı” deyince bir yere biriktirdi sanmayınız. Topladıkça yuttu. Boş kursakçığı doldu, davul gibi şişti. Donan ayaklarına hararet geldi. Kanatlarını kımıldattı. Pırradak uçtu. Dama kondu. Avazı çıktığı kadar ötmeye başladı:

“Cik cik cik…”

Bu esnada bahçeye bir çocuk çıktı. Elinde bir av tüfeği vardı. Damın üzerinde cik cik öten serçeye baktı. Tüfeği kaldırdı. Cilalı, ceviz tahtasından mamul dipçiği sağ omuzunun oyluk kemiğine dayadı. Onun bu vaziyetini serçe görmüyor, habire:

“Cik, cik, cik…” diye ötüyordu. Çocuk güzel bir nişan aldı. Sağ elinin şehadet parmağının ilk boğumuyla tetiği çekti: Bum… Serçecik vuruldu. Ölüsü karların üzerine düştü!

Kıssadan hisse:

İnsan bir “halt” ettiği zaman damın üzerine çıkıp bağırmamalıdır!

“Darwin”in sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz: oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hasılı hasılı her şeyi…

Ne kadar adamlar vardır ki, hiç ihtiyaçları yokken “monokl” dediğimiz tek gözlükleri takarlar. Çünkü terzide seyrettikleri moda albümlerindeki resimler tek gözlüklüdür.

KESİK BIYIK

Neyse… Lafı uzatmayayım. Ben de taklitçinin birisiyim. Her modayı yaparım. Altı, yedi sene evvel, gördüm ki, herkes bıyıklarını Amerikanvari kesiyor. Benim de hemen kestirdiğimi tabii tahmin edersiniz. Ah, evet, ben de kestirdim; ben de pala bıyıklarımı sırf taklitçilik gayretiyle kestirdim. Hakikaten “Darwin”in istediği gibi ecdadıma benzedim.

Fakat ilk zamanlar o kadar utandım ki, size tarif edemem. Hele ilk gün bir arkadaşa rastlamayayım diye arka sokaklardan eve geldim. Kapıyı açan evlatlık beni bu hâlde görünce dehşetli bir nara attı. Kurt görmüş bir kısrak heyecanıyla, haykıra haykıra kaçtı. Ben kapıyı iterek yukarı çıktım. Hınzır kız, kim bilir anneme neler söylemiş? Annem odama geldi. Ben, dişlerim ağırıyormuş gibi ağzımı tutuyor, bıyıklarımı göstermiyordum:

“Ah hain alçak! Artık benim evladım değilsin!” dedi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zavallı, kansız elleri titriyor; yüreğinin şiddetle çarpması, derin derin geğirmeler, göğsünü, başını sarsıyordu.

“Niçin anneciğim?” dedim.

“Niçin mi?” diye inledi. “Hani bıyıkların?”

“Bıyıklarımı kesmekle niçin alçak, niçin hain olayım?”

Annem, daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.

“Beni anlamaz mı sanıyorsun?” dedi. “Bıyıklarını farmasonlar2 keserlermiş. Demek, sen de farmasonmuşsun! Verdiğim süt sana haram olsun! Ah! Demek sen de farmasonmuşsun da, bizim haberimiz yokmuş…”

Ben, her ne kadar bu rezaleti sırf taklitçilik yüzünden, hem âdeta haberim olmadan yaptığımı anlatmaya kalktımsa da, hiç para etmedi. Annem daha beter ağladı. Laflarıma inanmıyordu. Dizlerini döverek: “Seni doğuracağıma, keşke cehennem taşları doğuraydım!” diye çırpınıyordu.

Tam bu esnada baba da gelmez mi! Evlatlık kız, bıyıklarımın hâlini ona da yetiştirmiş. Aralık kalan kapımdan onu, kalın bastonuyla beraber yukarı çıkmış görünce titredim. Korkmadım desem, yalan söylemiş olurum. Mahvolduğumu anladım. Babam hızla içeri girdi. Ben hâlâ ellerimle bıyıklarımı kapalı tutuyordum. Bastonunu havada savurarak:

“Aç bakayım ellerini!” diye haykırdı. Artık iş çatallaşmıştı. Hemen bir yalan uydurdum:

“Babacığım, bugün cigaramı yakarken kazara bıyığımın bir tarafını tutuşturdum… Onun için kestirdim.”

Ama bizim ihtiyarda hacı gözü yoktu:

“Sen bana dolma yutturamazsın!” dedi. “Sokakları dolduran züppelerin hepsinin bıyıkları kibritle mi yandı?”

Sustum. Cevap vermedim.

Babam açtı ağzını, yumdu gözünü… Öyle şeyler söyledi ki, ben burada mümkün değil tekrarlayamam. Fesinin püskülünü önüne getirmek, bıyıklarını kesmek, hep bir şeye delalet edermiş… Öyle pis bir şeye ki…

Babamın hiddeti karşısında ne yapacağımı şaşırıyor, “Bıyıklarımı keseceğime keşke kafamı kesseydim!” diye içimi çekiyordum. Babam son sözünü söyledi. Beni reddetti. Evden kovdu.

“Hemen çık!” dedi. “Bir daha sakın buraya geleyim deme! Çünkü artık bıyıkların çıksa bile, namusun yerine gelmez…”

Ne yapayım? Çarnaçar çıktım. Gidecek yerim yoktu. Aklıma Topkapı’da bir arkadaşım geldi. “Bari gidip ona misafir olayım.” dedim.

Tramvay yoluna doğru yürüdüm. Köşe başında bizim sporcu arkadaşları gördüm. Bana gözleri ilişince:

“Bonjur, bonjur!” diye haykırıştılar. “İşte şimdi adama benzedin. Neydi o pala bıyıklar! Mezardan kalkmış bir yeniçeri ağası gibi…”

Ne cevap, ne selam verdim. Yürüdüm. Annemin, babamın ayrı ayrı manalar verdiği felaketimi bu beyler çok muvafık, çok hoş buluyorlardı.

Topkapı tramvayına bindim. İçerisi tenha idi. Kabahatli gibi, bir tarafa iliştim. Geldi, yanıma abani sarıklı, kır sakallı bir hoca efendi oturdu.

Biletimi aldım. Ara sıra dışarı bakıyordum. Gözüm hoca efendiye kaçtı. Dikkat ettim. Dik dik bana bakıyor… Yüreğim hop etti. “Sakın bu da bıyıklarım için küfrüme hükmetmesin…” diyordum. Yüreğimin çarpması gittikçe ziyadeleşti. Kalkmak, dışarı kaçmak istedim. Hazırlanıyor, kımıldanıyordum. Hoca efendi gülümsedi:

“Eksik olmayınız oğlum. Var olunuz!” dedi. Heyecanıma şimdi hayret de karışmıştı

“Niçin efendim?” diye sordum.

“Sizin gibi şık gençleri sünnetli görmek, bizim için en büyük bir iftihardır!” dedi. Anlamadım. Hassaten bir yere bakmak istemiyormuşum gibi yavaşça gözlerimi önüme indirdim. Hayır… Evet hayır…

Tekrar sordum:

“Fakat, sünnetli olduğumu nereden anladınız, efendim?”

Hoca güldü:

“İşte bıyıklarınızı kestirmişsiniz ya oğlum.” dedi. “Bu sünneti şerif değil midir?”

!

ÜÇ NASİHAT

– Halk edebiyatından —

Durmuş’un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Amma gençti. Kuvvetli idi. Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftini düzebilmek için gurbete gitmeye karar verdi. Gurbet, İstanbul demektir. Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa, İstanbul yolunu tutar. Durmuş da torbasını omuzladı. Çarıklarını sıktı. Eline bir değnek aldı. Gurbetçilerin arasına katıldı. Dere tepe aştı. Nihayet İstanbul’a geldi, iki gün hemşehrilerinin kahvesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir sanatı yoktu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Çotra: Ağaçtan yapılmış küçük su kabı.

2

Farmason: Mason; halk dilinde dinsiz, imansız.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2