bannerbanner
Gürcü Kızı yahut İntikam
Gürcü Kızı yahut İntikam

Полная версия

Gürcü Kızı yahut İntikam

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Sohumkale’ye gelinceye kadar sahilde bulunan köyler, bu gelip giden seyyahlardan aldıkları paraların lezzetini tamamıyla almışlar gördüm. Gerek dağ ve gerek ova ahalisinden olan yarı medeni adamlar da misafirperverlik gibi asli olan eski özelliklerini çoktan kaybettiklerini müşahede ettim. Bunlar bizim gibi yabancıları öyle bedava olarak evlerinde yatırıp, yedirip içirip misafir etmedikleri gibi, yeme içme ve misafir etmek için istedikleri akçeye hakiki fiyatlarından pek ziyade istemek tamahkârlığını da öğrenmişlerdir.

Sohumkale’den ayrılıp Kutais yolunu tuttuğumuz zaman Kafkas Dağları’nın güçlüğü bizi karşılamaya başladığı gibi dağlıların misafirperverliği ve üstün ahlakı da hemen dikkatimizi çekti. Bir tercümanla beraber iki de atlı idik. Bir hayvana da beraberimdeki eşyayı yüklemiş olduğumdan her konak yerinden kendimize bir de süvari olarak delil, yani yol gösterici alıyorduk. Sohumkale’ye gelinceye kadar bu delilleri de pazarlık ederek alırken ondan sonra delillerimiz gece misafir kaldığımız evlerin kendi adamlarından verilmeye başlandı. Hatta bunların ücretleri de mürüvvetimize havale edilen bahşişlerden ibaret kalmıştı. Kuhistan’a doğru ilerledikçe geceleri yatma ve yeme içme masrafımız da gönlümüzden ne kopar ise verilecek olan bahşişler ile temin edilmeye başlandı.

Kutais kasabasına vardığımız zaman artık Kafkasya’nın tarihî ehemmiyeti de beni karşılamış oldu. Zira bu kasaba her ne kadar Rusların yeni inşa ettikleri şehirlerden ise de yanı başındaki harabe “Kolşid” adındaki eski ve kadim şehir her yönüyle bir medeniyet merkezi olma özelliğini koruyordu. Eskiden “Kokats” kasabası olduğu zaten malumum bulunmakla, bundan dört beş bin sene önce bu yerlerin haiz oldukları ticari ve medeni ehemmiyetleri ve o kadar binlerce senelik tarihî yadigârlar sırasıyla hatırımdan geçiyorlardı.

Size asıl hikâye edeceğim garip olaylar, bu yerlerin ahvalinden ziyade Gürcistan’a ve onun dahi Tiflis havalisine ait olanlarıdır. Tiflis’e kadar yapılmış olan seyahatimizi size hiç de haber vermemiş olsam mümkün olabilir ise de geçip gördüğüm yerlerin kadim medeniyeti binlerce senelerden beri tamamen unutulmuş hükmünü aldığını belirtmeliyim. Şimdiki hâline bakıldığında sanki buralardan hiç insan geçmemiş, başka canlı geçmemiş, yılan bağırsağını sürmemiş hükmünü almış bulunduğundan buralardaki izlenimlerim hâlâ yüreğimi o kadar tatlı bir surette kabartmaktadır ki, şu kadarcık olsun mahalli hâllerinden bahsetmeyecek olursam hakikati gizlemiş olacağımı zan ile bunu da şu hikâyede anlatmadan geçemeyeceğim.

Buralardaki Yalıboyu ahalisinden bazıları yabancılarla evlendiklerinden dolayı o asli ve güzel hasletlerinden bazı değişmeler olmuş ise de, dağlık bölgelerin içlerine doğru sokuldukça, insanların soyu üzerine çalışan ulemanın “Kafkas soyu” dedikleri adamlar o eski saf hâlini olduğu gibi koruduklarını aynen görmüş ve yazmışlardır. Bunlar arasında insan kendisini tarihin “altın devir” dedikleri zamanlarla kıyaslıyor.

Erkekleri kahraman oldukları kadar halim, selim ve mütevazıdırlar. Kadınları güzel oldukları kadar neşeli ve mahcupturlar. Ben erkek mi derim öyle kızgın adama ki, kızgınlık hâli cinnet derecelerine varır da kendi hakkını kendisi yerine getirmeye mecbur olduğu zaman can korkusundan bacakları titrer. Ben kadın mı derim öyle bir mahluka ki, nefsani olan hislerine mağlubiyetinden dolayı cesareti olur olmaz erkekleri bile mahcup bırakır. Erkeği ve bilhassa güzel kadını dünyanın bu kısmında görmelidir ki, Cenabıhak ikisini de ezelden beri bunlarda topladığı hâlde, bu yakışıklı erkekler ve güzel kadınlar, kendilerini Avrupa’nın o terakkisi sonucu ortaya çıkan ahlaksızlıklarından da uzak kalmışlardır.

Düşünmelidir ki, bu korunmanın en yenisi elli altmış seneden beri Rusya’ya mahkûm olan ahalinin yine bir dereceye kadar Rus medeniyeti ile kendi kadim medeniyetleri iç içe olduğu hâlde bu şekilde kendilerini muhafaza etmişlerdir. Evet! Bunu düşünmelidir. Rus istilasından önceki yüce ahlaklarını da ona göre düşünmelidir. Hem bu düşünme size nakledeceğim hikâyeden dolayı ziyadesiyle lazımdır. Zira bu hikâye, Gürcistan’ın Ruslara henüz mukavemet hâlinde bulundukları zamana ait ahvaldendir. Zikrolunan vukuatın erbabı olan adamların evladı ve torunlarına şimdi bu hikâye nakledilecek olsa şüphe yok ki onların da hayretle karışık övgülerine mazhar olur.

Her gece bir güzel köyde konaklayarak ve her gün nice güzel olan dar geçitlerden ve berrak sulardan geçerek bunların her birine dair delillerimizden aldığımız malumat üzerine tercümanım Mihran Baron ile sohbete girişirdik. Herif Tiflis’te yeni bilimleri gereği gibi tahsil etmiş bulunduğundan Herodot ve Strabon gibi büyük yazarlardan tarih, coğrafya ve bu bölgenin mitolojisiyle ilgili öğrenmiş olduğu bilgileri güzelce bana aktarıyordu. Ne zaman ki Mozdok’tan kalkıp Tiflis’e doğru gitmek için Daryal Boğazı’na girdik. Mihran Baron ile asıl en mühim sohbetimiz de bu yol üzerinde baş gösterdi. Kendisine dedim ki:

“Efendi! İçinde seyahat ettiğimiz şu dağ silsilesindeki kadim milletlerden ‘Sedd-i kaf’ dediklerini biliyorsunuz ya? Kadim milletler nazarında genellikle itikat olunduğuna göre Büyük İskender bu tabii seddi bir de suni set ile sağlamlaştırarak Yecüc ve Mecüc denilen kavmi o seddin arkasına sürmüştür.”

Mihran Baron sözümü tasdik ile dedi ki:

“Evet efendim! Fakat bu seddin inşa veyahut tamir ve yenilenmesinde Büyük İskender yalnız değildir. Ondan evvel, bilhassa ondan sonra daha nice büyük padişahlar bu Kûhistan ahalisini Anadolu taraflarındaki taarruzlardan men için Kaf kapılarını kapamışlardır ki, şu içinde bulunduğumuz Daryal geçidi de onlardan birisidir.”

“Vay! Siz… Kaf kapıları adlı tarihî meseleye vâkıf mısınız?”

“Maşallah efendim! Bunlara Kafkas kapıları, demir kapılar, bâbü’lebvâb gibi birçok adlar vermezler mi? Hatta Tarihçi Pelin işte böyle ‘Pelaya Kafkazyaya’ ile isimlendirmiş bulunduğuna da vâkıfım ki Mozdok’tan Tiflis elli beş saatlik bir mesafe olup biz bu mesafenin henüz ilk konağında bulunduğumuzdan yarın Mekinevarî ve Rusların Kazbek dedikleri dağ civarında Daryala hisarının harabesini de göreceğiz.”

Ben tercümanımdan şu sözleri işitince sohbeti biraz daha ileriye götürmek için sordum ki:

“Rivayete göre bu Daryala denilen zat bir kraliçe imiş. O kaleyi bina ederek içinde ikametle, gelen geçen yolculardan vergi alırmış. Yolcular arasında zevkine giden bir delikanlı görünce onu zorla kaleye alıp bir zaman kendi dairesinde ondan faydalandıktan sonra Terek Nehri’ne attırıp boğarmış. Bu malumat sizde de var mıdır?”

“Halk arasında hayali mitolojiden ibaret olmak üzere vardır efendim. Fakat Clapperton isminde bir seyyahın bu Daryal adına bulduğu bir rivayeti bir başka kitapta okudum ki, her şeyden ziyade onu akla daha uygun buldum. Türk ve Tatar lisanında buranın asıl ismi ‘Dar yol’dur. Daryal ismi de ondan bozulmuş olduğunu beyan ediyor. Gerçi yolun buraları henüz biraz genişçe ise de daha ilerisinin ne kadar dar olduğunu yarın göreceksiniz.”

Gerçekten ertesi günü geçidimiz o kadar darlaştı ki iki taraftan göğe baş çeken yalçın kayadan ibaret dağların birisinden taş atılsa karşı taraftaki dağa düşebilir. Terek Nehri bu dar yolun içinden akmaktadır. İnsan hayaline biraz kuvvet verecek olsa zannetmek ister ki, bu yol asıl mevcut olmayıp orası yekpare kaya iken kudret-i beşeriyyenin fevkinde bir kuvvete sahip olan mahlukat tarafından zikredilen kaya daracık bir harık suretinde oyulup Terek Nehri oradan geçirilmiştir.

Bu boğazın boylu boyuna birçok yerlerinde duvarlar, hisarlar ve kalelerin harabeleri görüldüğünden, eski zamanlardan beri zikredilen geçidin muhafazasına ehemmiyet verildiği anlaşılır. Ruslar da tam Kazbek tepesinin yakınında ve kadim Daryala harabesi yanında bir kale bina etmişlerdir. Bu kaleyi o kadar dik ve yüksek kayaların birbirine geçirilmesiyle vücuda getirmişlerdir ki, insan bunlar içinde kendisini bir kuyu içinde bulunur zanneder.

Zaten bu dağların hangi tarafında bulunulur da insan kendisini kuyu içinde zannetmez? Yekpare kayalar beş altı yüz metre yüksekliğe kadar dimdik yükselip gitmişlerdir ki, güneş asıl baş hizasına geldiği zaman bir iki saat müddet için bu kayalıkların aralarına girebilir. Etraftaki tepelerin zirveleri ise devamlı karla kapalıdır. Temmuz, ağustos aylarında bu karlar biraz yumuşayarak çığ denilen kar yığınları o kadar büyüklükleriyle düşerler ki şu dar boğazı tümüyle tıkayıp doldurdukları nadir değildir.

Bu boğazın bir yerine gelinir ki, orada Terek Nehri Mozdok kasabasına doğru aktığı hâlde onun yanı başında Aragoy Nehri de Tiflis’e, yani aksi istikamete doğru akar ki, görenleri hayrete boğar.

İşte bulunduğumuz yerlerden bu kadarcık bir haber vermeye olan mecburiyetim, bu kadar dik ve sarp yerlerde yaşamını sürdüren Çeçen ve Gürcü gibi mert ve cesur ahalisinin çok kalabalık olan Rus ordularına nasıl karşı gelebildiklerini ve o çok güçlü orduları nasıl uğraştırdıklarını göstermektir. Yoksa bu topraklar zaten artık Gürcistan’ın topraklarıdır. Dolayısıyla anlatacağım hikâye bu topraklar üzerinde geçtiği için bu gibi ayrıntıları vermeye mecbur oldum.

3

Daryal geçidini henüz tamamıyla geçip bitirmemiş olduğumuz bir mevkide tercümanımız Mihran Baron bana dedi ki:

“Senyör! Şu incecik izi gördünüz mü? Bu iz Peşavi ve Tevşini denilen iki kabilenin nahiyelerine çıkar ki Gürcüler içinde Ruslara henüz itaat etmemiş olan kabileler bunlardan ibarettir.”

Ben bu haberi garipsedim. Dedim ki:

“Öyle ise Gürcülerin en cesurları bu adamlar olması lazım geldiği gibi mevkinin en sarp ve en merkezî yeri de onların nahiyeleri olması lazımdır.”

“Evet efendim öyledir. Şu Daryal kapısından daha dar bir kapıları vardır ki, kayaların üzerinde yirmi otuz adam bulunsa koca bir ordunun geçişini yalnız taş atmakla menedebilirler. Ruslar bunları harben mağlup etmek için ne kadar külfete katlanmışlar ise boşa çıkmıştır.”

“Nihayet?”

Nihayet bir şartla bunların nahiyeleri dâhilinde yine kendi kadim yaşantıları ile idare olunarak oturmalarına müsaade edilmiştir. Bu şart ise Peşav ve Tevşini Gürcülerinin bundan sonra haydutluk etmemelerinden ibarettir.”

“Demek oluyor ki bu adamlar vaktiyle müthiş bir surette haydutluk ederlermiş. Öyle mi?”

“Haydutlukta bunların derecesine varmış bir millet daha farz olunamaz. Daryal geçidinde Rusların inşa etmiş oldukları kale de sadece bunların eşkıyalarından adamlarını muhafaza edebilmek için yapılmıştı. Zira birkaç defa vaki olmuştu ki, topluca gelip Daryal geçidini tuttuklarından Rusları âdeta ordu sevkine mecbur etmişlerdi ve neredeyse tüm Rus ordusunu da telef edeceklerdi.”

“Ee, bundan sonra eşkıyalık etmeyeceklerine Ruslar ne ile emin olmuşlardır?”

“O! Senyör! Onlar taahhütlerinde, yeminlerinde sabit ve vefakâr adamlardır. Hatta bu gibi anlaşmalarda Rusların başka kabilelerden rehin olarak adam ele geçirmeleri âdet iken Tevşiniler ile Peşavilerden böyle bir rehin almaya bile ihtiyaç görmemişlerdir. İsterseniz gidelim kendilerinde bir gece misafir kalalım.”

Mihran Baron’un bu teklifi bende bir merak uyandırdı. Bu acayip halkı ziyaret arzusuna düştüm. Bize bir ziyanları dokunup dokunmayacağını sorduğumda tercümanım kendiliğinden temine cesaret aldıktan fazla yine o civar ahalisinden, Peşav cinsine pek de uzak olmayan delilimizden de sorduğumuzda o da bu halkın fevkalade misafirperver olduklarına ve kendi korumaları altında bulunan misafirlere zararları dokunmak şöyle dursun onların muhafazası uğrunda canlarını feda etmeye kadar göze aldırdıklarına delilimiz de şehadet etmişti. Dolayısıyla ben de ne olursa olsun dedim ve bu kavmi de ziyaret azmine düştüm. Zaten asıl maksadımız petrol meselesini tahkikten ibaretti. Bir de Kafkas Dağları içinde altın madenlerinin mevcudiyetine dair eskiden beri nakledilen rivayetin mahiyetini araştırmaktı. Bu yoldaki haberlerin kasaba ve kara ahalisinden fazla böyle ücra mahallerde kendi başlarına yaşayan halktan alınabileceği aşikârdır.

İşte bu düşünce bendeki azme kuvvet vermekle hemen yolumuzu çevirerek Peşav nahiyesine doğru yürümeye başladık.

Bu yolların ne kadar korkunç ve müthiş olduklarını hakkıyla anlatmak mümkün değildir. Bazı öyle yerlerden geçtik ki, yolun genişliği bir hayvan basabilmeye ancak müsaitti. Alt tarafı birkaç yüz metre derinliğinde dimdik uçurum ve üst tarafı birkaç yüz metre yüksekliğinde ve dimdik kayadır. Hele bazı yerlerde şu dar yol da kesildiğinden yerlilerin boylu boyuna uzatmış oldukları uzun ağaçlar üstünden geçmek lazım gelir ki, bu geçitleri hayvan sırtında geçmeye kimsenin cesareti kifayet edemeyeceğinden oralarda hayvanlardan inilir. Böyle olan yerlerden geçildiği zaman yolun alt tarafına bakmaya insanların değil hayvanların bile cesareti kalmayıp herkes yalnız bastığı yere bakar.

Böyle boylu boyuna ağaçlar uzatılarak mümkün mertebe geçilebilecek hâle konulmuş olan yerlerin birisinde yalçın kaya üzerinde yarım oluk üstünde kesilmiş bir hat gördüğümden ne olduğunu tercümandan sordum. Cevaben dedi ki:

“Asıl yolun bu tarafı da diğer yerleri gibi genişçe iken Gürcistan Savaşı esnasında Gürcüler Rusların gelişini tümüyle men için taşçı burgusu ile delip barut doldurarak lağım atmışlar da buralarını hiç geçilmez hâle koymuşlar. Sonra geçilmek imkânını iade için öyle ağaçlar yerleştirilmesiyle mümkün mertebe tamir etmişler.”

Bereket versin ki, yolumuzu Peşav nahiyesine saptırdığımız zaman vakit henüz sabah vakti idi. Geceye kalınırsa insanların değil keçilerin bile geçemeyecekleri şu yollardan ilerlememiz mümkün olmazdı. Meğer Gürcüler gece gündüz demedikten başka yaz kış da demeyerek bu yollardan kendileri koşa koşa gelip geçtikleri gibi süvarilikte maharetle meşhur olan yiğitleri at bile koştururlarmış.

Akşam saat on bir sularında uzunluğu iki yüz elli metre kadar olan büsbütün dar bir geçitten geçerek geniş ve uzun bir vadiye girdik ki iki tarafını kapan dağlar oraya kadar gördüğümüz emsali gibi yalçın kayadan ibaret olmayıp çam, meşe, ceviz, kestane, fındık, şimşir gibi ağaçlarla mühim ve latif korular teşkil etmişlerdir. Gözümüzün görebildiği kadar yerlerde vadinin uzunluğu üç kilometre kadar olup birisi geçtiğimiz dar boğazın hemen içeri tarafında ve diğeri tahminen beş kilometre kadar uzakta iki köy de görülüyordu ki, her birinde yüz ellişerden ikişer yüze kadar tahmin olunabilen haneler halkı bu vadiyi muntazam bir bahçe hâline getirdikleri müşahede olunuyordu.

Tercümanım asıl Peşav adını alan şu yakın köyden ileri geçmemiş olduğu için nahiyenin durumuna dair malumatı yok idiyse de, delilden sorarak alıp bana da tebliğ ettiği malumata göre, Peşav nahiyesi bu vadinin içerlerine doğru on saatten ziyade süreceği ve bahusus vadi sağlı sollu birtakım ahalinin yaşadığı on dört köyde beş binden fazla ahali yaşıyormuş.

Vardığımız köyde Danyal Bey adında bir Hristiyan Gürcü beyi oturuyormuş. Misafir geldikçe onun selamlığına oturması âdet olduğundan köyde ilk rast geldiğimiz adam bizi doğruca Danyal’ın hanesine götürdü.

Başka yerlerde görülen Gürcüler İstanbulluların giydikleri giysilere benzer ve fakat etekleri daha kırmalı ve göğsü kopçalı bir elbise ile pantolon, kundura ve başlarında Rus şapkası ile giyinip kuşanmış iseler de Peşav Gürcüleri hâlâ Çerkezlerin giydikleri uzun etekli ve göğsü hazırlıklı, beyaz ve sarı şeritli elbiselerle ve başlarında dahi Tatar kalpağı ile Acem papağı arasında kuzu derisinden mamul birer külah görülür. Kadınları ise bir zamanlar doğu taraflarında giyimi âdet olan yırtık, uzun etekli ve uzun yenli entarileri aynı kumaştan şalvarlar üzerine giyerek başlarına koydukları canfes serpuşların üzerine tülbent sararak süslerler ki vücutları, endamları fevkalade uyumlu olduğundan giydikleri elbiseleri de kendilerine ziyadesiyle yakıştırırlar.

Ruslar, Gürcü idarecilerine prens adını verdiklerinden biz de bu Danyal’ı Prens Danyal diye yâd etmeye mecburuz. Prensin ikametgâhı yekdiğerinden fasılalı birçok dairelerin geniş bir avlu üzerinde dörtgen şeklindedir ki dört tarafında da kapılar mevcuttur. Biz tam bu kapıya yaklaştığımız zaman kulağımıza acı acı bir ses geldi. Dayak yemekte bulunan bir adamın feryat ve figanı ki hakikaten kulağı sağır ediyordu. Kapıdan içeriye girdiğimiz sırada besbelli bir işkenceye son verilmiş ki, işkenceyi icra eden cemiyetin avlu ortasından kapıya mukabil olan köşeye doğru dağıldıklarını gördük.

Şu müşahede beni biraz rahatsız etti. Medeni memleketler için cezaen adam dövmek artık külliyen terk olunmuş ve vahşetlerden uzak bulunmasıyla şu geldiğimiz yerde ilk müşahede ettiğim şey böyle bir vahşet eseri olmasından dolayı bir suizanda bulundum. Hatta bu üzüntümü tercümana da iki kelime ile anlattım. Mihran Baron manidar bir tebessüm ile dedi ki:

“Buralarda o kadar medeniyetperest olmaya gelmez. Buraların terbiye tarzı arasında şu dayak patırtısından daha müthişleri de vardır. Dövülen kim bilir ne kabahat etmiş ki bu cezayı görüyor.”

Hane halkı kapıdan içeriye yabancılar girdiğini görünce nadir vukuatlardan bir hâl olmuşçasına bazıları bize doğru koşup gelmeye, bazıları farklı yerlere doğru koşup gitmeye başladılar. Gidenlerin varacakları yerlere misafirlerin vardığını ihbara gittikleri ve gelenlerin de bizi karşılamaya geldikleri anlaşıldı. Bunlar gerek tercüman ve gerek delil ile biraz sual ve cevapta bulundular ki konuştukları şeyler arasında benim anlayabildiklerim “Rus” ve “Frenk” kelimelerinden ibaret idiyse de soru cevap esnasında gösterilen tavırlardan anladım ki herifler benim kim olduğumu öğrenmek istiyorlar da tercümanla delil de benim bir Frenk seyyahı olduğumu anlatıyorlar.

Nihayet bizi bir odaya götürdüler ki kapıdan girildiği zaman karşı tarafta topraktan yapılmış epeyce muntazam bir ocak görülüp odanın iki tarafı da üzerleri kilimler, abalar, ayı, kurt ve keçi postlarıyla düzenlenmiş setler suretinde yapılmıştır. Odanın dört tarafı tavana bir arşın kadar mesafeden raflar ile bölünüp üzeri ya tabak, çanak, çömlek kalaylı sahan, maşrapa, şişe ve bardak gibi eşya yığılmış ise de bunların her gün kullanmak için değil sadece süs için oralara konulmuş oldukları ilk bakışta anlaşılıyor.

Biz odaya girer girmez kır sakallı gayet güzel yüzlü bir zat gelip ellerini sakalı hizasına kadar kaldırarak ve sonra kalça başlarına kadar indirip kollarını sallayarak ve bu sırada kendisi de biraz eğilerek birkaç defa selamladıktan sonra tercümanın tercümesine göre Prens Danyal adına bize: “Hoş geldiniz, sefa geldiniz. Teşrifinizden prens pek memnun oldu, istirahat buyurunuz da kendileri de hizmetinize gelirler.” iltifatlarıyla tebliğe memur olduğu anlaşıldı. Ben de tercümana bizim tarafımızdan söylenmesi nezakete muvafık olacak sözler neden ibaret ise söylenmesini emrettiğimden tercüman uzun uzadıya bir söz söylemeye başladı ki bir karşı teşekkürün o kadar uzun sürmesine hayret ettim.

Prens Danyal’ın kâhyası olduğunu öğrendiğim ihtiyarla biz bu sözleri ederken, birkaç delikanlı odanın sağ ve sol taraflarındaki setler üzerinde bulunan postları alelacele toplayıp kaldırmaya başladılar. Diğer birkaç tanesi âlâ canfesten ve Suriye’nin ipekli kumaşlarından mamul yastıkları, yorganları getirip bize iki mükellef yatak yaptılar. Bir delikanlı da kocaman leğen, ibrik, sabun, havlu falan getirmekle tercümanın tarifi gereğince ikimiz de derhâl silahlarımızı çıkarıp rafların altındaki çivilere asarak, çizmelerimizi ve talanlarımızı çıkararak ellerimizi, ayaklarımızı bol su ve sabun ile yıkadık ki böyle bir temizliğe zaten ihtiyaç görmekte bulunduğum için hakikaten memnun oldum.

Delikanlıların alelacele yatak yapılırken kaldırdıkları postlar ocak önüne serilen bir büyük hasır üzerine tekrar konulup tanzim olundular. Ocak da yakıldı ki, gerçi ocağın ve kapının iki tarafında birer kandil yakıldı ise de bunların odayı aydınlatmaya yetmedikleri ve asıl aydınlatmanın ocak tarafından görülmesiyle ortaya çıktı.

Tam ortalık gereği gibi kararmış olduğu bir zamanda Prens Dan-yal da yanımıza geldi. Gayet uzun boylu, iri yarı ancak otuz beş otuz yedi yaşlarında güzel yüzlü bir kahraman görünümündeydi. İltifatlı olan tebessümleri ile bana el uzattı ki bu hareket Rus modası veyahut alafranga olması lazım geliyor idiyse de bu gibi taltif hareketlerinin epeyce acemisi olduğu anlaşılıyordu.

Rusça bana birkaç lakırtı söyledi. Tercümanım vasıtasıyla Rusça bilmediğimi anlattım. O vasıta ile konuşmaya başlayarak bir yandan da adamlarına birçok emirler veriyor idi ki bu emirler gümüşten yapılma, ikişer mumlu iki şamdan götürülüp hem sandık, hem masa hizmetini görmek üzere yapılmış bir şey üzerine konmakla biraz sonra rakı takımı olduğu anlaşılan sürahi, kadeh gibi şeyler de getirilip bu sandık üzerine yerleştirilmek üzere icra olunmaya başladılar.

Rakı içmek âdetim değilse de burada kendi âdetlerime değil misafir olduğum yerin âdetine uyma mecburiyetinde bulunduğumdan prensle beraber kadeh tokuşturmaya başladık. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Hamburg’dan gelip Bakü’ye gitmekte bulunduğumu söyledim. Hatta memuriyetim Bakü taraflarındaki petrol madenlerine dair incelemeden ibaret bulunduğunu da anlattım.

Fakat memuriyetimizin bir diğer kısmı da Kafkas Dağları’nda mevcudiyeti söylenen altın madenleri değil midir? Zemin ve zaman gözeterek buralarını da prensten sordum. Dedi ki:

“İhtiyarların rivayetine göre kim bilir kaç yüz veyahut kaç bin sene evvel Rumlar mı hangi akıllı kavim ise buralarda altın madeni işletirlermiş. Ama bu madenlerin nerede olduklarına dair bizce kimsede malumat yoktur. Şu kadar var ki bazı dereler coştuktan ve suları da sonra azalınca bazı düzgün yerlere külliyetli kum bıraktığı zamanlar bu kumların içerisinde incecik soğan kabuğunu hurda hurda kırmışlar gibi parlak ve altına benzer şeyler görülür. Bundan başka buralarda altın madenlerine dair malumatımız yoktur.”

Yarım saatten ziyade prensle işret ve sohbet ettikten sonra verdiği emir üzerine yemek getirildi. Keçi etinden yapılmış kebaplarıyla bir nevi yumurtalı köfteleri gayet iştah açıcı şeylerdi. Gerek bunların ve gerek bilhassa et ile pişirilmiş kuru fasulyenin kırmızı biberleri ziyadece olması bizim Avrupa kibarlarına muvafık düşmüyor idiyse de yorgunluk ile derecesi artan açlık bu yemekleri bize büyük bir lezzet ile yedirdi.

Yemekten sonra Prens Danyal bizi rahatımıza terk ederek kendi odasına çekildi. Gerçi biz de istirahate pek muhtaç olduğumuzdan o ipekli yataklara serilip yattık ki günlük ve bazı yeni kokular sürülmüş bulunmaları insanın göğsünü tıkayacak şeylerden idiyse de o yorgunlukla böyle küçük şeylere ehemmiyet vermeyeceğimizden biraz sonra horul horul derin bir uykuya daldık gittik.

4

Yorgunluğumuz pek ziyade ve uykumuz pek derin olmalı imiş ki o gece ta sabaha kadar hemen hiç uyanamayarak deliksiz bir uyku çekmişiz. Sabahleyin beni uykumdan uyandıran şey akşam işittiğim ses ve feryat olmasın mı?

Dövülenin ne diye bağırdığını gerçi anlayamıyor isem de insanlar arasında umumi bir lisan vardır ki onu anlayabilmek için kamuslara falanlara ihtiyaç yoktur. Bir adamın korku hâlinde sövüp sayması veyahut zillet hâlinde yalvarıp yakarması, ızdırap hâlinde feryat figan etmesi gibi ki, insan o adamın lisanını hiç bilmediği hâlde de çıkarmış olduğu bu yoldaki lafızların içeriğini derhâl anlayabilir.

Prens Danyal tarafından gördüğüm hürmet ve rağbetten ne kadar memnun kalmış isem barbar herifin bu müthiş işkencelerinden de o nispette müteessir olduğumdan ve dövülen adamın avlu içinde dövüldüğünü feryat ve figanın o taraftan gelmesiyle anladığımdan yerimden fırlayıp oda kapısını aralayarak baktım.

Müşahedem beni nasıl büyük bir hayrete düçar etmiş bulunduğunu şimdi hikâye edeceğim zaman sizin de düçar olacağınız hayret ile mukayese edebilirsiniz. Yalnız şu farkı ehemmiyetli nazarınızdan uzak tutmayınız ki, siz bu mühim müşahedeyi doğrudan doğruya muvaffak olmayıp yalnız hikâyesini dinlediğiniz hâlde o kadar şaşacaksınız. Ben ise doğrudan doğruya müşahede ediyordum. Hiç işitmek ile görmek kıyas mı kabul eder?

Müşahedem şu oldu ki:

Dayağı atan bizzat Prens Danyal’dır. Dayak yiyen de yetmişlik mi diyeyim, seksenlik mi diyeyim, hatta doksanlık bile desem layık olacak bir yaşlıdır. Gerçi buraların yaşlılarında öyle bizim yaşlılar gibi çirkin bir şey görülemez. Yüz yaşında Gürcü bulunur ki, hâlâ vücudu zinde olup bunaklık gibi, titremek gibi ayıplanacak şeylerden uzaktırlar. Dişleri bile düşmeyip gençlik zamanlarındaki paklığını, parlaklığını, kuvvetini muhafaza ederler. Onların doksanlık adamları bizim altmışlık adamlarımızla ancak kıyas kabul edebilirler ise de insan bu yerlerin ahvalini öğrendiği zaman bizim memleketler ahalisine kıyasen ancak altmışlık diye tahmin edebileceği yaşlılara yirmi otuz yaş daha eklerse büyük bir hata etmemiş olacağına emniyet edebilir.

Kısacası Prens Danyal saygı ve sevgiye layık olan bir ihtiyarı dövüyor. Ama nasıl dövme! Haşmetle kaldırdığı sopaları o haşmete münasip kuvvet ve şiddetle indirecek olsa ihtiyarın ne derisi, ne kemikleri tahammül edemez ve vücudu dilim dilim döküleceğine asla şüphe olunamaz. Fakat Prens Danyal büyük bir hışım ve sertlikle kaldırdığı sopaları o kadar hafif indiriyor ki, değneğin kendi ağırlığı bile şiddetinin artmasına yardım etmiyor. Değnek yaşlının vücuduna ya değiyor ya hiç değmiyor.

На страницу:
2 из 4