
Полная версия
Bahar ve Kelebekler
“Vallahi bunu çıkamam!” diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık, sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan’ı az daha isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, tekâpucu, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, haricî âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi, ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmaya başladı:
“Allah’ım, bana merhamet et.” dedi. “Açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir ‘binecek şey’ gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.”
Sonra, sürüklenerek, kurumuş çeşmenin başındaki çınarların gölgesine gitti:
“At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey… Bir topal eşek olsun Allah’ım! Merhamet, merhamet…” diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah’a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:
“Allah’ım, benim vücudumu yarattın. Onu ıstıraplarından da sen kurtar! Sana yalvarıyorum, mutlaka bana ‘binecek bir şey’ göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen… Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, adem kulağındır. İşit, hem bil ki, bana bir ‘binecek’ göndermezsen, buradan bir yere kımıldamayacağım, gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. ‘Binecek’ göndermezsen, Allah’ım, bu yokuşu katiyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim…”
Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyla mağrurlaşarak, sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir “binecek” gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah’ın en birinci vazifesiydi.
Zavallı Derviş Hasan, açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki… Hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeye başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler, mermer havuzlara nefti gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, sümbüller, güller; sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler, mahbuplar… Bütün bunların ortasında esirden yaratılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı, beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan, bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylana doğru yürüyor, binmeye çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler onu koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylan birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki… Mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu.
***Gözünü açınca iri bir Yürük’ün, başında, zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü:
“Kalk bakalım, derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?”
“Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.”
Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyla gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde, yüklü, yüksüz birçok at, katır duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah, istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile…
Yürük’e sordu:
“Nereye gidiyorsunuz, evlat?”
“Kazdağı’na.”
“Ben de oraya…”
Hiç şüphesiz, bu Yürükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak, dikilen Yürük’e baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Boş semerli birçok hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yürük dedi ki:
“Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.”
“Ne gibi?…”
“Şuracıkta, kısraklarımızın biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel sevabına, şu tayı kucağına al da, yokuşun başına kadar çıkarıver.”
Derviş Hasan, gözlerini fal taşı gibi açtı:
“Ne?” diye haykırdı.
Yürük:
“Ağır değil, yeni doğdu. Beş, altı okka ya gelir ya gelmez.” dedi. “Hem yokuşun başına kadar… Haydi, sevabına…”
“Ben sevap filan istemem.”
“Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslümanız, yapma, din kardeşlerine acı…”
Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan, geldiği ciheti göstererek:
“Ben Kazdağı’na gitmiyorum. Yolum bu taraf.” dedi.
Ama Yürük laf anlayacağa benzemiyordu:
“Zararı yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.” dedi.
Derviş Hasan, hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslümana, din kardeşlerine sövmeye başladı. Yürük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değillerdi. Derviş Hasan’ın başına üşüştüler; tekme tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine katlılar. Derviş Hasan, sırtına, beline, oyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersem, hatta “Eyvallah” bile diyemeyerek, nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak “binecek şey”in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah’ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında “Gönderdiğim bineceği beğendin mi?” diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan, sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah’ın, şüphesiz artık “istenildiği gibi” değil, “istediği gibi” vermek en haklı hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yürük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, “istediği gibi veren”den bir daha “bir şey istemeye” “Tövbe, tövbe, tövbe!” diyordu.
LOKANTA ESRARI
Yakacık, 20 KânunusaniSevgili Server!
Dün akşam mektubunu aldım. Bir sene içinde o ne dehşetli daüssıla… Diyorsun ki: “Bekârlık âlemleri gözümde tütüyor. Hele ‘Abey dor’un yemekleri… Acaba o vakit iştahımız mı çok açıktı? Şimdi artık evde o nefis yemeklerin tadını hiç bulamıyorum. En tatlı kompostolar bile bana saman gibi geliyor. Sonra beni yine eski lokantamızda bir yemeğe davet ediyorsun. Heyhat Server’ciğim, bu davetine icabet edemeyeceğim. Sen evlenip Beyoğlu’ndan, pansiyon hayatından çekildikten sonra ben de oralarda yaşayamadım. Vakıa beni ailemin köşkünden uzak tutan “Abey dor”un nefis yemekleriydi; çünkü bilirsin, müthiş bir oburum. Evet müthiş bir obur… Bu kusurumu bir felsefeye de istinat ettirmişim. İsmini hatırlayamadığım büyük bir adam demiş ki: “İnsanın hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla kaimdir!” Pek yanlış bir “kavli hekimane!” âdeta “bir binanın metaneti temelde değil, çatıdadır.” gibi bir şey… İnsaniyet hayvaniyetimizin derisidir. Vücut olmayınca deri nasıl yaşar canım!
Belki hatırlarsın, daima itiraf ederdim ki:
“Ben yaşamak için yemiyorum. Yemek için yaşıyorum!”
Kullarından çok fazla hâkim olan Allah, bütün mideli mahlukatını zevklerine lezzetli gelen şeyleri yesinler, içsinler, hazmetsinler diye yaratmıştır. Kâinatın, hilkatin bu basit, bu muazzam manasını sezmeyen budala filozoflar mahut meslekleri uydurarak hakikatten ne kadar uzaklaşmışlardır! Neyse… Pek derinlere dalmayalım! Sözün kısası; ben artık “Abey dor Lokantası”nın kapısından içeri giremem. Senin özlediğin o nefis yemekleri hatırladıkça şimdi gönlüm bulanıyor. Hani o masaldaki kör ihtiyar gibiyim! Dur, evvela masalı anlatayım: Vaktiyle kör bir şair varmış. Yetmiş seksen yaşına gelinceye kadar tabiatın o, göremeyip tahayyül ettiği güzelliklerine neşideler düzmüş. Bir gün bulunduğu şehirden bir hekim geçiyormuş. Onun gözünü açmış. İhtiyar şair zihninde o kadar yaldızlayıp da terennüm ettiği güzelliklerin hakikatini görünce bir feryat koparmış:
“Ah, benim hayalimdeki şiirler bunlar mıydı?” demiş…
Tıpkı ben de öyle. Zevkten, hazdan homurdanarak yediğim yemeklerin hakikatini gördükten sonra, sanki birdenbire hayatın lezzetini kaybettim. Evet, evin yemekleri katiyen lokantanınkine benzemez, âdeta saman… Artık “yemek için yaşamıyorum, yaşamak için yiyorum.” Ölmeyecek, verem olmayacak kadar… “Abey dor”daki nefis yemeklerin hakikatini nasıl gördüm, bak! Sen evlenip çekildikten sonra, ben pansiyonda öksüz kaldım. Ah, bir sevgili arkadaşın evlenmesi! Bu âdeta yarım ölüm demektir! Aradan sanki soğuk rüzgârlar savuran bir kara kedi geçti. Beyoğlu’nda kafa dengi bir arkadaştan mahrum yaşamaya başlayınca kendimi bütün bütün midemin faaliyetine hasrettim. Sabah akşam köşedeki masamda ihtiyar garson Mihal’le şakalaşarak tabakları karnıma indiriyordum. Yegâne zevkim bu idi. Fakat yavaş yavaş fiyatlar o kadar yükseldi ki… Perhiz eder gibi hesapla yediğim hâlde yine her yemek bir buçuk lirayı geçmeye başladı. Hâlbuki varidatım nihayet yüz lira idi… Kendi kendime:
“Bu olacak şey değil, ne yapmalı?” diyordum.
Tabakları eksiltmek… Hayır, hayır, bu olamazdı. Bir gece rüyada kendimi Abey’in mutfağında gördüm. Yeni kızarmış rostoları kesiyor, uçlarından kavruk parçalar kopararak ağzıma atıyordum. Uyandığım zaman hâlâ damağımda kalan bir tat duydum.
“Niçin bir aşçı yamağı olmayayım?” dedim. Madem ki yemek için yaşıyorum. Fazla muhakeme etmedim. Çünkü en son bir muhakeme, en kavi kararı gevşetir. Fakat nasıl nefis yemekli lokantaların birine aşçı yamağı gibi girmeli? Bu bir meseleydi. “Abey dor”un garsonları beni tanırlardı. Sonra serde Türklük var… Beyoğlu lokantalarının aşçıları Türk yamak kullanmazlardı. O sabah dünya cennetine, yani mutfağa nasıl gireceğimi düşüne düşüne lokantaya gittim. Mihal’le selamlaştık, bermutat günün en iyi yemeklerini haber verdi. Sonra dedi ki:
“Kozmos’tan bir aşçı çırağı kaçırdık, şimdi bize geldi. Atinalı… Kokoroç yapmasını biliyormuş. Yarın yaptırazayiz?”
“Kokoroç ne?” diye sordum.
“Ah, bilmezsin. Kuzu barsaği… Kız saçı gibi orulu… Ah beğimu, bak ne kadar güzel… Görezeksin, görezeksin.”
“Görürüz.” dedim, ama aklım Kozmos’taydı. Biliyorsun ya… Bu lokantaya da giderdik. Kuk Birahanesi’nin yanında. Aklıma gelen planı uygulamaya başladım. Doğru Galata’ya indim. Eskicilerden kaba bir elbise aldım. Sonra bir de kasket… Odama döndüm. Kıyafetimi değiştirdim. Boynuma mavili beyazlı bir ipek mendil bağladım. Dolabın aynasında kendimi tanıyamıyordum. Tam bir palikarya olmuştum. Nasıl güzel Rumca bildiğimi elbet hatırlarsın. Evet, bir sene beraber yaşadığım Rene Misyon’un yadigârı… Hâlbuki mekteplerde on sene içinde o kadar uğraştıkları hâlde öğretemezler. Zavallı terbiyeciler, bilmezler ki dünyanın en mükemmel lisan muallimi aşktır. Ecnebi lisanı için usul kadındır. Çince mi öğrenmek istiyorsun? Hemen bir Çinli kadın bul, sev! Onunla yaşa! Üç ay sonunda, elli beş senede grameri tamamlanmayan bu meşhur lisanı bülbül gibi şakırsın!
Kozmos’un mutfağına indim. Aşçı kır bıyıklı, bodur bir Rum’du. Rumca, yanında boğaz tokluğuna çıraklık etmek istediğimi söyledim. Mırın kırın etti. Kendime Atina’dan yeni gelmiş bir işsiz süsü veriyordum. Vatanperverlikten, milliyetperverlikten bahis açtım. Sonra çıkardım, eline yirmi beş lira toka ettim. Yumuşadı:
“Fakat sen işten anlamazsın.” dedi.
“Anlarım.”
“Hiç lokantalarda çalıştın mı?”
Yalan söylemedim:
“Hayır… Yalnız evlerde aşçılık ettim.”
“O hâlde çok acemisin. Lokanta yemekleri başkadır.” dedi.
“Öğrenirim.”
“Haydi bakalım…”
Soyundum. Önlüğü taktım. Ustamın gözüne girmek için gayet güzel bir kız kardeşim olduğunu, burada yer bulursam onu da getirteceğimi söylüyor, yalanları dallandırıyordum. Üç tane kara kuru küçük Rum çocuğu pirinçleri ayıklıyor, zerzevatları doğruyordu. Mutfak karanlıktı. O kadar pisti ki… Mahiyeti tayin olunamayacak derecede karışık bir taaffün insana nefes aldırmıyordu. Ben gösterilen işleri yapıyor, sabah akşam karnım tıka basa doyacağı için ayda açıktan doksan lira kâr edeceğimi hesaplıyordum. Yemekler filan hazırlandı. Saat on biri geçiyordu. Acıkmıştım. Ustanın çocuklardan birisine para vererek peynir üzüm aldırmaya gönderdiğini gördüm. Şaşakaldım. “Acaba perhizde mi?” diyordum. Sordum:
“Usta, hasta mısın?”
“Yok.”
“Neye peynir üzüm aldırıyorsun?”
“Yemeğe.”
“Burada yemek yok mu?”
“Buradaki yemekler yenir mi?”
Anlamadım:
“Patron, aşçılarına yemek vermez mi?”
“Verir ama kim yer!”
Yine bir şey anlamadım. Usta, kır bıyıklarının altından siyah çürük dişlerini gösteren geniş bir kahkaha ile güldü. Masumiyetim hoşuna gidiyordu:
“İstediğin yemekten al ye. Daha senin bir şeyden haberin yok. Yarın bakalım yiyebilir misin?”
Hâlâ anlamıyordum. Bununla beraber biftekten, pilavdan yedim. Ağzımı silerken usta benimle Atina’ya dair konuşmaya başladı. Lafı döndürdüm dolaştırdım, mutfağın sırrına getirdim. O söyledikçe gözlerim açılıyor, kristal, arjante kapların içinde şimdiye kadar neler yediğimizi öğreniyordum. Bir kere etler kasapların satılmayıp kalan, kokmaya bir karış kalmış mallarıydı. Patron, bunları piyasa fiyatından yüzde yetmiş noksanına topluyordu. Zerzevatlar da böyle idi. Yağlar piyasa fiyatından beş defa az bir para ile alınıyordu.
“Bu nasıl olur?” dedim.
“ Yağlarımız sahici yağ değildir ki.” dedi. “Ayrı bir fabrika vardır. Lokantalara mal verir. Bu fabrika, kapısından bir dirhem süt, bir dirhem et girmeden yüzlerce okka yağ çıkarır. Ama neden yaparlar bilmem. Bu onların sırrı… Fakat mideyi zaçyağı gibi bozar.”
Her sabah yemeğinde büyük büyük lokmalarla yuttuğum nefis omletleri hatırladım.
“Ya yumurta.” dedim.
Güldü:
“Gel!” diye beni mutfağın nihayetindeki kilere götürdü. Elektrik düğmesini çevirdi. Birden parlayan aydınlık içinde birçok çuval, gaz tenekesi, fıçı gördüm. Bu tenekelerden birinin kapağını kaldırdı. Gösterdi. Sarı, yağ gibi bir madde idi.
“İşte omletlerin yumurtaları…”
“Aa…”
“Evet.”
“Bunlar ne?”
“Sözüm ona yumurta işte! Balıkçılar, Hayırsızada’dan martıların filan yumurtalarını toplarlar. Kırıp kırıp tenekelere doldururlar. Getirip lokantalara toptan satarlar.”
“Vay!”
“Evet.”
Akşama kadar sanatın yan esrarını bana anlattı. “Lokantacılıktan maksat elâlemi doyurmak değil, kendini doyurmaktır.” diyordu. Havyara varıncaya kadar neden yapıldığını öğrendim. Okkasını sekiz on liraya yediğimiz o nefis havyarlar, meğerse hep öküz dalağından yapılırmış. Hele bir portakal şurubu reçetesini tarif etti… “Kavunların çürük tarafı çıkarılıp sıkılacak bu koku için. Helvacıkabağının kabukları renk için… Biraz da asit… Sonra alabildiğine su babam su…” Tatlılar için münhasıran sakkarin kullanıyorlarmış. Maydanozlar, salatalar, hasılı önümüze ne gelirse, bizim zannettiğimiz şeylerden pek başka, pek hasis maddelerden yapılıyordu. Nihayet dayanamadım:
“Pekâlâ usta…” dedim. “Bu kadar fena zahire ile bu kadar lezzetli yemek nasıl yapılıyor?”
“Bu da bir sırdır!” diye güldü. Sonra onu öğretti. Ah, keşke yalnız bu sırrı öğrenmeseydim! Bir kumanda verdi:
“Etrafına bak!”
…
Bir göz gezdirdim. Tabaklar, satırlar, bıçaklar, hasılı bin türlü alet, edevat… Kıyma makineleri, tazyik kapları…
“Belki ev mutfaklarında olan bir şey yoktur, onu bul bakayım…”
Aradım, aradım. Bulamadım. Ev değil, saray mutfağı bile alet, edevatça buranın yanında fakir kalırdı. Ben düşüne düşüne bakarken usta sabredemedi. Sanatın sırlarını acemi bir çırağa ifşa etmekten doğan bir neşeyle güldü:
“Sabun be.” dedi. Hakikaten ortada hiç sabun yoktu. Sonra buranın yemeklerindeki meçhul tadın, hani evlerde bir türlü verilemeyen tadın korkunç esrarını söyledi:
“Kaplar hiç yıkanmaz, her eski yemeğin artığı yeni yemeğe karışır. Bu, işte bir nevi mayadır, o tat buradan gelir.”
Ertesi gün, ayda bana doksan lira kâr getirecek işime gitmediğimi söylemeye hacet yok sanırım. Server’ciğim, o vakitten beri beni davet ettiğin “Abey dor ”a da veda ettim. Annemin köşküne geldim. Şimdi Sudanlı dadımın pişirdiği temiz yemekleri yiyorum. Fakat bunlar hakikat kadar tatsız… Ah, ne olurdu, yine karanlık içinde yaşasa idim, oburluk cennetinin içinde… Artık İstanbul’da bir işim oldu mu, gündüzleri sadece zeytin ekmeğe kanaat ediyorum. Çünkü Kozmos’un mutfağı hayalimdeki o şairane, o temiz, o masum mandıraları da berbat etti. Vallahi peynir bile yiyemiyorum!
ELMA
– Ali Canip Bey’e —Ateşin, hummalı, şedit muhabbetler iftiraksız bir rabita-i vefanın yakarak yelpazeleyen hararetli kanaatleri altında söndükten sonra, aşkın o nuşin ve muhrip heyecanları, fasılasız nöbetleri ebedi ve mutlak bir rahik-i malikiyetle tatmin ve tedavi olunduktan sonra duyulan sükûn-ı nekahat… Ah, bu taab-ı hayal ne kadar mahzun ve tatlıdır, bilir misiniz? Biz de Suzon’la, bu sahih ve genç artistle günlerce, haftalarca, aylarca, hatta yıllarca seviştikten sonra yorulmuş, hastalanmış, bitap kalmıştık. Evvela yataklarımız, sonra odalarımız ayrılmıştı. Artık geceleri geç vakte kadar benim odamda beraber oturuyor, ben yarın dershanede talebelerime yazdıracağım notlarla, meselelerimi tertip ile uğraşıyor, o daima müteheyyic ve mütelezziz olmak için meşhun-ı sevda ve zührevi romanlarını mütalaaya dalıyordu. Mahaza ayrılamıyorduk… Tedfin ettiğimiz aşk-ı mukaddesin matem-i hatıratı bizim için o kadar muazzezdi ki, bir gecelik iftirak, gayrikabili halas bir azab-ı vicdani bırakacak bir günah olabilirdi. Yemeklerimizi karşı karşıya yerdik. Ve bizi samimi ve sade soframızda bir yabancı görseydi, mutlaka bunamış iki kardeş zannedecekti. Evet, aşkla ihtiyarlamıştık. Ruhumuz sanki mefluç idi. İşte yine bir sonbahar akşamı ufacık yemek odamızda sade yemeklerimizi batî bir sükun içinde yiyorduk. Küçük, billur yemişlikten iri ve kırmızı bir elma almış, bıçağımla soyuyordum. Nasıl oldu bilmem, gözüm Suzon’a kaçtı. Bana gittikçe uzun görünmeye başlamış olan narin burnu sanki daha ziyade uzamış, kaşları daha ziyade incelmiş, boynu daha ziyade zayıflamıştı. Ve gözlerini garip ve şedit bir dalgınlıkla soyduğum elmaya dikmiş, kırpmadan bakıyordu. Gayriihtiyari sordum:
“Ne daldın azizem öyle?”
“Hiç…” dedi. Fakat ikazımdan muzdarip olduğunu yüzünden anladım. Önündeki bardakla oynamaya başladı. Ben yine elmamı soyuyordum. Boş ve mütereddit bir dakikayı sükût geçti. Sonra tuhaf ve garip bir sesle dedi ki:
“Bu elma sana bir şey ihsas etmiyor mu sevgilim? Sana kıymettar bir hatırayı yâd ettirmiyor mu?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.