
Полная версия
Kerem Gibi
Bakü’de yaşadıkları yıllarda, Zekeriya Sertel, eşi Sabiha Hanım ve kızı Yıldız Hanım ile ya babamlarda ya da onların evinde sık sık görüşürdük. Ne yazık ki, Nazım’ın üvey oğlu Memet Fuat Bey ile tanışamadım. İstanbul’dayken gazeteci ve şair dostum İrfan Ülkü aracılığı ile Memet Fuat Bey ile görüşmeyi kararlaştırmıştık, ama onu arayacağımız günün öncesinde kederli bir haber duyduk. Me-met Fuat Bey vefat etmişti.
Şairin Moskova’daki dostlarından meşhur Rus yazar Konstantin Simonov ile birlikte on gün boyunca Türkiye’yi, -Ankara’yı, İstanbul’u- gezdik. Bu seyahatimizde sık sık Nazım’ı andık. Nazım Hikmet’in Moskova’daki tercümanları ve onun hakkında araştırma yapanların çoğuyla, mesela Boris Slutski, David Samoylov, Muza Pavlov, Radi Fiş, Sverçevskaya ve Trevskoy ile zaten tanışıyordum. Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı Türkolog ve Nazım ile ilgili araştırmalar yapan Ekber Babayev’i çok yakından tanıyordum. Moskova’da yaşayan diğer bir bilim adamı ve Türkolog, “Nazım Hikmet” ve “Çağdaş Türk Edebiyatı” adlı kitapların da müellifi olan Tofik Melikli eski dostumdur. Tabii ki, Nazım’ın tercümanlarını, onunla ilgili araştırma yapanları, onunla temasta bulunan insanları çok iyi tanıyorum.
Bu yakınlarda, İstanbul’dayken düşündüm ki, şimdi Türkiye’de Nazım’ı şahsen -yani Nazım 1951 yılında Türkiye’yi terk edene kadar- tanıyanlar parmakla sayılacak kadar az. 1951 yılından sonra, şairi Moskova ve Bakü’den tanıyanların sayısı belki de Türkiye’de onu tanıyanların sayısından daha fazladır; ama maalesef Türkiye’de, Azerbaycan’da ve Moskova’da onu tanıyanların sayısı yıldan yıla azalıyor. Bu da acı bir gerçek…
Türkiye’de -gençleri kastetmiyorum- benim neslimden olan insanlar bile benim Nazım’ı tanıdığımı öğrenince çok şaşırıyorlar. Onlara göre Nazım çoktan tarihe mal olmuş bir şahsiyettir…
Türkiye, -şu andaki Azerbaycan ve Rusya gibi- siyasi ve ideolojik açıdan haddinden fazla kutuplaşmış bir ülkedir. Birçok siyasi parti olmasına rağmen, cemiyet esasen iki büyük kutba ayrılmıştır: Sağcılar ve solcular. Sağcılar ve solcular kendi içlerinde bile bir bütün halinde değildirler, parçalandıkça parçalanıyorlar. Solcular bazen duygusal davranarak sağcıları “tutucu, gerici, yobaz, faşist” diye adlandırıyorlar. Aynı şekilde sağcılar da solcuları ifrata varacak ölçülerde “vatan haini, Moskova uşağı, komünist ajanı” olmakla itham ediyorlar. Ben her iki tarafın birbirini yaftalamak için kullandığı bu kavramların (alıntı yapmaya mecbur kaldığım metinler hariç) hiçbirinden istifade etmeyeceğim; ancak sol, solcu, sağ, sağcı kavramlarını kullanacağım, çünkü onlar da kendilerini bu kavramlarla ifade ediyorlar.
Türkiye’de sağcılar ve solcuların çatışmaları bazen aşırı şekilde oluyor. Mesela bir şehrin belediye seçimlerini solcular kazandığında, sağcılar belediyeye ait sinema ve tiyatro salonlarını bile boykot ediyorlar. Belediye seçimlerini sağcılar kazandığında ise o mekânlara -örneğin İstanbul’daki Karaca Tiyatrosuna- solcular ayak basmıyor. Bu siyasi çatışmalar “dil” gibi milli bir mefhumu bile etkiliyor. Sağcıların kullandığı dili -o cümleden onların tercüme ettikleri kitapların dilini- solcular; solcuların metinlerinin ve çevirilerinin dilini de sağcılar yadırgıyor, kusurlu buluyorlar. Bu durumu kendi kitaplarımın tercümelerinde de gördüm. Lakin sağın ve solun en çok tartıştığı meselelerden biri de Nazım Hikmet meselesidir. Bu konuyu kitabın ilerleyen sayfalarında etraflıca anlatacağım, ama burada bir hususu özellikle vurgulamak istiyorum:
Türkiye’de hem solcular, hem de sağcılar arasında çok değerli insanlar, -altını çizerek söylüyorum- gerçek vatanseverler var. Bunlar arasında benim şahsen tanıdığım ve saygı duyduğum yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler de var. Onların bazılarıyla iyi bir dostluğumuz da var, ama bazı Azerbaycanlılar gibi ben onlara kendimi şirin göstermek için asla ikiyüzlü davranmadım. Yani sağcıların arasında olduğum zaman bile Nazım’ın arkasında durdum, hatta ateşli tartışmaların yaşandığı meclislerde Nazım’ın büyüklüğünü ve samimiyetini ispatlamaya çalıştım. Böyle yapmasaydım, ben yalnız Nazım’ın ruhuna değil, babamın ruhuna da ihanet etmiş olurdum. En azından kendi geçmişime, hatıralarıma saygısızlık etmiş olurdum. Kuşkusuz çok iyi dostlarım var, ama belki sırf bu nedenle sağcılar arasında beni sevmeyenlerin sayısı da az değil. Solcularla bir araya gelince de o dostlarıma, Nazım Hikmet’in 1950’li yıllarda SSCB’ye geldikten sonra, Sovyetler Birliği’nin iç yüzünü ve kötülüklerini görüp büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını, olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum. Elbette bu da çoğu solcunun hoşuna gitmiyor. Bunları şunun için yazıyorum ki, Türkiye’de “Kerem Gibi” kitabını okuyacak olan sağcılar “komünist şair” hakkında kitap yazdığım için bana darılacaklar; solcular ise Nazım Hikmet’in hayal kırıklıklarını kaleme almış olmamdan hiç hoşlanmayacaklar. Olsun! Ben sadece hakikati, elbette duyduğum ve idrak ettiğim hakikati yazıyorum. Amacım asla sağ ile solu tekrar karşı karşıya getirmek değil. Aksine bu hakikat, yani Nazım Hikmet’in dünya görüşünün farklı evrelerden geçerek bazı değişikliklere uğramış olması, onun büyük bir şair ve büyük bir şahsiyet olduğu gerçeğine zerre kadar zarar vermeyecektir.
Türk dilinin, Türk dünyasının bu en büyük şairlerinden birinin sanat dehasını idrak etmek, Türkiye kamuoyunu ayrıştırmaya değil, aksine poetika, güzellik, yüksek insani ve milli değerler etrafında birleştirmeye çalışmaktır.
Nazım Hikmet hakkında kitap yazan ve benim şahsen tanımadığım, ama yazdığı kitaptan solcu olduğu anlaşılan bir yazarın, Hikmet Akgül’ün, “Nazım Hikmet – Siyasi Biyografi” adlı kitabında ifade ettiği düşüncelere katılmam mümkün değil. Akgül şöyle diyor:
“Nazım Hikmet’in şiirini onun gibi okumak, onunla beraber yürümek, onunla beraber mücadele etmek için onunla aynı dünya görüşüne sahip olmak gerekir. Nazım’ın mirası da onlarındır…”
Hayır, bence öyle değil. Nazım’ın ölmez yaratıcılık mirası, yalnız onun dünya görüşünü paylaşanların değil, bütün Türk halkınındır. Sağcısıyla, solcusuyla ve ne sağcı ne de solcu olan büyük çoğunluğuyla… Onun mirası, önce bütün Türk dünyasınındır, sonra bütün insanlığın…
“Türk dünyası” ifadesine, eminim bazı solcular biraz ürkerek, şüphe ve endişeyle yaklaşacaklardır. Bazı sağcılar ise Nazım’ı bu dünyaya kabul etmek bile istemezler. Abesle iştigal etmektir bunlar. Halbuki Dede Korkut’suz, Yunus Emre’siz, Nevai’siz, Fuzuli’siz bir Türk dünyası olamayacağı gibi, Nazım Hikmet’siz bir Türk dünyası da olamaz.
O Nazım Hikmet’tir ki, 1914 yılında, daha henüz çocukken şu mısraları yazmış:
“ Yine büyük Türk adıDağlar, taşlar aşacakYine Türk’ün bayrağıKaleleri yıkacakYine Türk’ün gemisiDenizleri aşacakYine Türk’ün sanatıAvrupa’ya taşacakYine Türk’ün sinesiVatan aşkıyla dolacakİşte bundan emin olEmin ol ki, olacakYine Türk’ün tarihiYıldızlı sayfalar yazacak.”Kırk beş yıl sonra ise şöyle demişti:
“Memleketimi seviyorum:Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımıMemleketimin şarkıları ve tütünü gibi.Memleketim:Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,Kurşun kubbeler ve fabrika bacaları…Hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır.Çalışkan, namuslu, yiğit insanlarımYarı aç, yarı tok,Yarı esir…”Nazım Hikmet, Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nı, Türk edebiyatının en değerli eserlerinden birinde, “Kuvva-i Milliye Destanı”nda terennüm etmişti. İsmet Paşa “Nazım, bu eseriyle Kurtuluş Savaşı’nı bir kez daha kazandı…” demiş. O zamanlar hapiste yatan Nazım, Paşa’ya şu cevabı göndermiş: “Paşa dua etsin ki, savaşı kazandı. Yoksa o da şimdi burada, benim yanımda olurdu…”
Nazım Hikmet, memleketine ve halkına duyduğu karşılıksız sevgisini yalnız şiirlerinde, yazılarında değil, dostlarına gönderdiği, onlardan başka kimsenin okuyamayacağı en mahrem mektuplarında da ifade ediyordu Va-Nu’ya yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyor:
“Dünyanın en güzel halklarından biri olan Türk halkının ve dünyanın en güzel dillerinden biri, belki de birincisi olan Türk dilinin, yabancı memleketlerde tanınmasına vesile olabilmek ömrümün en büyük sevinci ve şerefidir.
Yaşasın büyük ve ölmez ve uğrunda hapislerde yatmaya değer Türk halkı.”
Va-Nu, Nazım’ın en yakın ve kadim, aynı zamanda şairin ölümünden sonra “Bu Dünyadan Nazım Geçti” adlı eseri de yazan Vâlâ Nureddin’in mahlasıdır. Bu kitabın sonraki sayfalarında, onun bu eserinden genişçe istifade edeceğim. Burada sadece onun bir düşüncesini aktarmak istiyorum. Va-Nu; “Ortak Türk dilini Nazım Hikmet yaratı,” diyor.
Gerçekten de yaşadığımız bugünlerde “ortak Türk dili”nin oluşturulması gerektiğinden sıkça bahsedilmektedir. Bu ortak dili, -ez azından Azerbaycan ve Anadolu Türklerinin anlaşabileceği bir dili- yıllar önce Nazım Hikmet oluşturmaya çalıştı.
Bin yıllık Türk şiirinin en büyük sanatçılarından birine, Türk dilinin mucizeler yaratan üstadlarından birine kayıtsız kalıp bu edebiyatı, bu dili sevmek nasıl olur, bilemiyorum. Bazı solcular ifrata varıp Nazım’ı yalnız ve yalnız bir “komünist” olarak değerlendiriyor, benzer şekilde bazı sağcılar da genellikle onun eserlerinin estetik değerini azaltmak, hatta yok saymak için çaba sarf ediyorlar ve ondan çok daha zayıf şairleri, sırf ideolojik yakınlığından dolayı Nazım’dan üstün tutuyorlar. Nazım’ın dünyaya yayılan şöhretini bile küçümsüyorlar. Bütün bu çabalar abesle iştigal etmektir. Kitapları dünyanın bütün önemli dillerine çevrilmiş ve onlarca ülkede basılmış olan bir şairin büyüklüğünü sadece milyonlarca okuyucu değil, XX. asrın büyük şahsiyetleri de tasdik etmişlerdir. Aklı, idraki olan hiç kimse bunları görmezlikten gelemez. Picasso gibi dahi bir sanatçı, Nazım’ın şiirlerinin kendisinde yarattığı etkiyi, “Sanki pınara gidiyorsunuz” sözleriyle ifade etmiştir. Ünlü Fransız şair Louis Aragon, “Nazım Hikmet XX. asrın en görkemli aydınlarından biridir, Eyzenşteyn, Brecht ve Picasso ile yan yanadır,” demiştir. Alman yazar Alfred Kurel’a ise şöyle der: “Nazım Hikmet dünyanın en büyük şairlerinden biri diyorlar. Hayır, biri değil en büyüğüdür.”
Nazım, “Ben dünyanın en hür komünistiyim,” derdi. Sovyet Devleti, ona fazlasıyla layık olduğu “Lenin Ödülü”nü vermedi, bu ödülü Nazım’ın ancak topuğuna çıkabilecek şairlere vermeyi uygun gördü. Şüphesiz bunun nedeni, onun “En hür komünist” olmasıydı. Batı dünyası ise onun çoktan hak ettiği Nobel Ödülünü, bir komünist olmasından dolayı vermedi. Bunlara rağmen Nazım’ın büyüklüğünü ve üstünlüğünü nice Nobel ödülü sahibi Pablo Neruda, Miguel Angel Asturias, Boris Pasternak, Frederic Joliot, Curie Joliot, Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve Halldór Laxness gönül rahatlığı ile teyit etmişlerdir.
“Vefalı dost, yiğit savaşçı, insan düşmanlarının amansız düşmanı; her yerde insana hizmet etmek, ama hiçbir şeye kayıtsız kalmak istemiyordu. Bilirdi ki, insan yaratılmış bir mahlûktur ve fakat asla dünyaya hazır gelmiyor, insanın durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratması gerekmektedir. Sözün kısası, dün Pascal’ın Hz. İsa hakkında dediği gibi ve bugün de Nazım Hikmet’in dediği gibi ‘asla uyumamak’ lazımdır. O asla uyumadı. Önemli olan odur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu.” Jean-Paul Sartre.
“Büyük Türk şairi Nazım Hikmet’in şahsiyeti Latin Amerika’da inanılmaz bir heyecan yaratmıştı. Onun, Türkiye’nin kurtuluşu için savaşması bizim şair ve yazarlarımızın verdiği mücadeleyle aynıydı. Çok farklı, birbirinden çok uzak yıllarda Nazım Hikmet ve bizim yazarlarımız aynı insani hasrette ve şairlerimiz de aynı insani problemleri ifade etmede birleşiyordu.” Miguel Angel Astuiras.
Latin Amerika’dan diğer bir Nobel Ödüllü şair Şilili Pablo Neruda, Viyana’da Zekeriya Sertel’e şöyle demiş: “Nazım’a sahip çıkın, biz onun yanında şair bile sayılmayız.”
Yalnız çağdaşları değil, daha sonraki nesillerden, bir zaman çok popüler olan sanatçılardan İngiliz drama yazarı Harold Pinter’dan tutun Rus şair Yevgeni Yevtuşenko’ya kadar birçok şair de Nazım’a hayran olanlar arasındadır.
Türkiye’de de Nazım’ın değerini, yalnız solcu yazarlar değil, onun “Türkçe’yi güzelleştirdiğini” itiraf eden Ziya Gökalp, “Türk şiirinde kudretini ispat etmiş ve sanat savaşında zafer bayrağını çok yüksek bir tepeye dikmiş” olduğunu söyleyen Halit Ziya Uşaklıgil, “Özgünlük, ilham ve kudret bakımından şaheserler sayılabilecek şiirler yazdığını” söyleyen Halide Edip Adıvar, “Nazım’dan sonra hiçbir şairin bu şöhrete ulaşamadığını” yazan Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi tamamen farklı düşüncelere sahip şahsiyetler, Türk edebiyatının ve fikir dünyasının mümtaz simaları da anlamışlardır.
Vaktiyle genç Nazım’ın hücumlarına maruz kalmış, şairin kırmak istediği putlardan biri, Türk edebiyatının büyük klasiği Abdülhak Hamid şöyle diyor: “Nazım Hikmet Bey, benim eserlerimi, hata yapmadan bir sayfa bile okuyamaz… Anlayamadığı halde nasıl tenkit edebilir? Ama ben hakkı teslim eden biriyim. Nazım Hikmet’i kendi tarzı içinde beğeniyorum, istidadı var.”
Vâlâ Nureddin’in rivayetine göre Türkiye Cumhuriyeti’nin milli marşını yazan şair Mehmet Akif de (Nazım Hikmet, Mehmet Akif -Tevfik Fikret çatışmasında Tevfik Fikret’in taraftarı olmasına rağmen) Nazım’dan övgüyle bahsedermiş.
İnançları, siyasi bakış açıları itibarıyla Nazım Hikmet ile farklı cephelerde yer alan görkemli siyasetçilerden Cemal Paşa, İsmet Paşa, Alpaslan Türkeş ve Süleyman Demirel de onun büyük bir şair olduğunu inkâr etmiyorlardı.
Benim için, edebi ahlak açısından görkemli Türk edebiyatı âlimi Ahmet Kabaklı’nın, Nazım Hikmet ile ilgili düşünceleri çok önemlidir. Ahmet Kabaklı, dev eseri olan beş ciltlik “Türk Edebiyatı” kitabında, Nazım’a ait bölümü ayrı bir kitap olarak yayımlamak istiyormuş. Ahmet Kabaklı, akideleri, dünya görüşü itibarı ile Nazım Hikmet ile taban tabana zıt konuma sahip olan, komünizm ve Sovyetler Birliği karşıtı biridir. Ama bunlardan daha önemlisi, vicdan sahibi bir edebiyat tarihçisi olmasıdır. Nitekim objektif ve ciddi bir ilim adamı olan Kabaklı, Nazım Hikmet’in bir şair ve sanatçı olarak hakkını teslim etmiştir.
Ahmet Kabaklı şöyle yazıyor:
“Nazım Hikmet, Abdülhak Hamid’den sonra Türk şiirinde en aşırı biçim, ritim ve muhteva yenilikçisidir. Servet-i Fünuncular ve sonraki nesiller, nasıl az ya da çok Hamid’in tesirinde kalmışlarsa, Nazım Hikmet’ten sonra gelen ve Birinci Yeni (Garipçiler) ve İkinci Yeni olarak adlandırılan edebi akımlar ve bu akımlara mensup olmayan diğer şairler de, Nazım Hikmet’ten biçim, tema, duyuş, üslup ve ilham aldılar…”
Nazım Hikmet’in siyasi görüşlerini katiyen kabul etmeyen, bu cihetten ona tamamıyla muhalif olan Kabaklı, “Bu memlekette hâlâ Nazım’ı tanımak ve tanıtmak konusunda çekingenlikler olmasından” yakınır.
Ahmet Kabaklı, Nazım’ı okuyup objektif ölçüler içinde tahlil etmektense, ondan hâlâ bir kavga ve öç alma vasıtası olarak yararlanmak isteyenler olmasından da yakınır:
“Nazım’a hain, satılmış, Moskof uşağı diyerek işin içinden sıyrılmak isteyen ve bu nefretini sanat ve edebiyat zanneden insanlar da vardır. Anlattığım bu her iki yaklaşım da edebiyat ilmi ve sanat anlayışının dışındadır…”
Ahmet Kabaklı daha sonra şöyle devam eder:
“Nazım Hikmet’i ilk kez ilim, edebiyat ve sanat ölçüleri içinde edebiyat tarihine geçirmenin ferahlığı içinde özellikle şunu düşündüm: XIV. yüzyılda yaşamış büyük divan ve tasavvuf şairlerimizden Nesimi de o zamanlar tasavvufun tehlikeli ve sapık bir kolu sayılan Hurufîliğe mensuptu. Zamanında bu nedenle sıkı bir takibe alınmış, hatta derisi yüzülerek öldürülmüştü. Bugün Hurufîlik unutulmuştur, buna rağmen Nesimi’nin eşsiz gazelleri ve mânâlı tuyugları kalmıştır…”
Kabaklı’nın bu sözlerinden kuvvet alarak, bugün şiirleri yaşayan ve şiirleri ezbere bilinen diğer çilekeş şairlerin akıbetini de hatırlatmak gerekir. Nef’i’nin başını kesmişler, Pir Sultan’ı darağacına çekmişler, Azerbaycan şairi Molla Penah Vagif’i de kayalardan atıp katletmişler…
Ahmet Kabaklı’ya göre, 1917 yılında, dünyanın başına kâbus gibi çöken ve sonunda kendi kendini yiyip bitiren komünizmle beraber, komünizm mücadeleleri ve kavgaları da sona ermiştir. Kabaklı, “Nazım Hikmet’in şiirlerinin en üstünleri hakkında bile, onun çağdaşı şairler hiçbir hüküm vermemiş, sadece övmüş ya da aşağılamışlardır. Ben gelecek nesillerin bizi ayıplamasını istemiyorum,” der.
***Türkiye, tarih boyunca olduğu gibi XX. yüzyılda da dünyaya birçok değerli insanlar bahşetmiştir. Büyük siyasetçiler, askerler, şairler, yazarlar, ressamlar, sanat ve ilim adamları… Ama XX. yüzyıl dünyasında Türkiye’yi iki büyük şahsiyetle tanıyorlar: Mustafa Kemal Atatürk ve Nazım Hikmet…
Atatürk’ün Nazım’a özel bir ilgisi olduğu birçok kişi tarafından rivayet ediliyor. Atatürk, Nazım’ın şiirlerini bilir ve severmiş. Falih Rıfkı Atay’ın anlattığına göre Kemal Paşa, Nazım’ın kendi sesiyle şiir okuduğu plaklardan, onun “Bahr-i Hazar” ve “Salkım Söğüt” şiirlerini zaman zaman dinler, dinledikçe de dalar gidermiş.
Hikmet Akgül, “Nazım Hikmet – Siyasi Biyografi” adlı kitabında anlatıyor:
“Atatürk, yakın dostu Ali Fuat Cebesoy’u (Nazımların ‘Paşa Dayı’ dedikleri akrabasıdır) uyarır, hatta: ‘Etrafında bulunan adamlar, çocuğu (genç Nazım’ı) kendi siyasi menfaatlerine alet etmek istiyorlar,’ der. Cebesoy’a göre, Mustafa Kemal, Nazım hakkında, ‘Ben onu tanıyorum, yiğit gençtir o, askerlerin arasında onun yazılarına benzer yazılar yazıp dağıtmışlar, başını yakmak istiyorlar çocuğun, hepsinden haberim var,” demiş.
***Nazım Hikmet, 61 yıllık ömrünün 44 yılını Türkiye’de, bu 44 yılın 15’ini de İstanbul, Ankara, Bursa ve Çankırı hapishanelerinde geçirmiştir. Birçok Türk şairi ve yazarı, Nazım’dan yaşça büyük çağdaşları yahut kendi akranları uzun yıllar Avrupa ülkelerinin başkentlerinde yaşamış, oralarda eğitim görmüş, çalışma imkânı bulmuş, hatta o başkentlerde büyükelçilik görevlerinde bulunmuşlardır. Ama hiçbiri de ömrü mahpuslarda geçmiş Nazım Hikmet kadar tanınmamıştır. Düşmanları, Nazım’ın bu şöhrete hapishanedeyken açlık grevine gitmesiyle ulaştığını söylüyorlar. Gerçekten de şair hapishanede açlık grevi ilan ettiğinde ve ölüm tehlikesi ile yüz yüze geldiğinde, onu ilk müdafaa eden Fransız toplumu olmuş, ardından da diğer ülkelerin insanları Nazım’ı savunmuştur. Ama Nazım, eğer bu olaydan önce kendini dünyaya tanıtmamış olsaydı, dış ülkelerdeki insanların sesi bu kadar yüksek çıkabilir miydi? Yoksa her açlık grevi yapanı dünyada büyük şair mi ilan ediyorlar yahut hapisten çıktıktan sonra da onun eserlerini döne döne başka dillere çevirip yayımlıyorlar mı?
Nazım Hikmet şöyle diyor:
“Şiirimin kökü yurdumun topraklarındadır. Ama dallarımla bütün topraklarda, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde uçsuz bucaksız yayılan bütün topraklarda, o topraklar üstünde kurulmuş medeniyetlere, bütün dünyamıza uzanmak istedim. Yalnız kendi edebiyatımızın değil, Doğu ve Batı edebiyatının bütün ustalarını tanıdım.”
Nazım’ın önüne koyduğu bu amacına ulaştığını, onun bir sanatçı olarak dünyaya yayılan şöhreti teyit ediyor. Elbette Nazım ilk önce bir Türk şairidir, ama aynı zamanda bir dünya şairidir. Nazım hakkında İngilizce yazılıp Londra’da yayımlanan “Romantik Komünist” adlı kitabın yazarları Semiha Göksu ve Edward Timms haklıdırlar:
“İngiliz şair Shakespeare ne kadar İngiltere’nin ise ya da İspanyol şair Lorca ne kadar İspanya’nın ise, Türk şair Nazım Hikmet de o kadar Türkiye’nindir.”
2002 yılının Ocak ayında, “Dünya Nazım Hikmet’in 100. Doğum Yıldönümü” etkinlikleri yapılırken ben de Türkiye’deydim. İstanbul’da üç bin kişilik Atatürk Kültür Merkezinde, bütün salonu dolduran insanlardan -özellikle gençler- başka, balkonlarda bile saatlerce ayakta duranları (ben de geciktiğim için ayakta kalanlardandım); sahnede Genco Erkal, Zülfü Livaneli ve diğer usta sanatçıların seslendirdiği Nazım şiirlerini ezbere tekrar eden insanları gördüğümde ve şarkılara tüm salonun eşlik etmesine, şiirleri bitip tükenmeyen alkışlarla karşılamasına şahit olduğumda bir daha idrak ettim ki, Türkiye’nin en büyük çağdaş şairini, bu halkın kalbinden çıkarmak isteyenler amaçlarına ulaşamamışlardır.
Tabii ki, Nazım’a düşmanca yaklaşımlar öncelikle onun siyasi düşünceleri ile alakalıdır. Ama bu konuda birçok sohbetten sonra ulaştığım bir kanaat var. Bu kanaatimde yanılıyor olabilirim. “Nazım komünist olmasaydı ve memleketinden kaçmasaydı bile, kendi ifadesiyle dersek onun ‘kanına susamış’ düşmanları, şaire nefret beslemek için mutlaka başka bir sebep bulacaklardı. Bu nefretin, edebiyat dünyasında ve yazı hayatında yer alan açık örnekleri, Nazım Türkiye’den kaçmadan çok çok önceleri su yüzüne çıkmıştır.”
Nazım, çevresindekilerden çok farklı ve çok üstün bir insandı. Öyle üstünlükleri ve çekici yönleri vardı ki, ona karşı nefret de toplu bir karakter taşıyordu. Ondan nefret edenler, nefretleri için çok çeşitli bahaneler (aslında yanılgılar) bulsalar da bunun mayasında esas itibarıyla çekememezlik ve kıskançlık vardı. O komünist olmasaydı, memleketten kaçmasaydı başka kusurlarını bulacaklardı. Ve başka kusurlar buldular, hâlâ da buluyorlar. Mesela, neden böyle dürüst, neden böyle şık giyiniyor gibi… Soyunu, şeceresini kurcalayacaklardı. Güya bilmem hangi büyük dedesi Türk değildir, Nazım’ı da Türk saymak yanlıştır… Başka bir kusur: Niye karısına sadık kalmadı? Bir başkası: Niye saçları dağınık, taranmamış… Yeter ki iste, bahane bulmak o kadar kolay ki!
Nazım zahiren öyle boylu poslu, yakışıklı bir erkek olmasaydı; topal, şaşı, kel-kötürüm olsaydı yahut öyle yakışıklı olmadan da kadınların dikkatini çekseydi, izah olunmaz kadın mantığına göre bu da mümkündür, yahut bu sahip olduklarına nazaran zayıf bir şair olsaydı ya da yetenekli bir şair olsa bile hak ettiği şöhreti bütün dünyaya yayılmasaydı -en çok da bunu kıskanıyorlardı- şüphesiz ondan nefret edenler de olmazdı. Bütün bu özellikler, mucizevî şekilde bir kişide toplandığı için, onu değişik sebeplerden dolayı kıskananlar, ne yazık ki, kendi gözlerinde ve vicdanlarında aklanmak, beraat etmek için Nazım’a sadece siyasi görüşlerinden dolayı nefret beslediklerini söylüyorlar. Şüphesiz, sadece siyasi görüşlerinden dolayı samimi şekilde karşı çıkanlar da var. Ancak bana öyle geliyor ki, “onun kanına susamışların” bir kısmı, ideolojik ihtilaflarından, mefkûre çatışmalarından daha çok, şahsi haset ve çekemezliklerinin esiriydiler. Belki kendileri de bunun farkına varamıyorlardı. Moskova’da, Nazım’ı Sovyet IKP Merkez Komitesine ihbar eden Türk komünisti de şairlik iddiasındaydı, Nazım’a vatandaşlık hakkının geri verilmesine itiraz eden milliyetçi şair de şiir yazıyordu.
Ama bütün bunlara rağmen şüphesiz Nazım Hikmet, benim bu düşüncelerime rıza göstermezdi. Çünkü gerçekten de şairlik iddiasında olmayan ve yüzünü bile görmediği; dünyanın değişik kıtalarında yaşayan düşmanları da vardı.
“Çin’den İspanya’ya kadar Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadarHer mil denizde, her kilometrede dostum var, düşmanım var.Dostlar ki, bir kez bile selamlaşmadıkAynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebilirizVe düşmanlar ki, kanıma susamışlar,Kanlarına susamışım.Benim kuvvetim bu büyük dünyada yalnızOlmamamdadır.”Evet, Nazım’a düşmanca yaklaşımlar siyasi fikirlerle, düşünce farklılığıyla, sınıf çatışmalarıyla ilgilidir. Bu, bir dereceye kadar doğrudur. Ancak “bir dereceye” kadar. Çünkü Nazım Hikmet “Bir Hasetçi Adam” şiirinde:
“Ne hasetçi adamsınAçmış kanatlarınıUçup giden kuş kıskanılır mı?”mısralarını yazmış ise de siyasi, sınıfsal, fikri düşmanlığa ağırlık veriyor, şahsi, psikolojik yönleri dikkate almıyordu. İşte hakikat bence bu iki amilin ortasında, kavşağındadır.
***“Kerem Gibi” adlı bu kitabımı, deneme şeklinde kurguladım. O nedenle üslup bakımından Nazım hakkında şimdiye dek yazılanlardan farklı olacaktır. Şair hakkında ciddi ve kapsamlı bir kitap yazmak niyetim olduğu için elbette kendi hatıralarımla, bana anlatılanlarla yetinemezdim. Tabii ki, Nazım’ın yayımlanmış neredeyse bütün eserleriyle tanışmış, şiirlerini defalarca okumuştum. Şiirlerinin bazılarını ezbere de biliyordum. Onunla ilgili filmleri ve tiyatroları izlemiştim. Nazım’ın hayatı ve sanatı hakkında Moskova’da yayımlanan kitapları da okumuştum.
Son yıllarda sık sık Türkiye’ye gidip gelmemin bir semeresi de orada Nazım Hikmet hakkında yazılan ve yayımlanan kitapları elde etmem oldu. Türkiye’ye yaptığım bu seyahatlerde Nazım hakkında yayımlanan; Vâlâ Nureddin’in “Bu Dünyadan Nazım Geçti” adlı kitabını, Nazım kültürünü korumak ve yayımlamakta emsalsiz hizmetleri olan, şairin oğulluğu, Piraye Hanım’ın önceki eşinden olan oğlu Memet Fuat’ın “Nazım Hikmet” adlı 700 sayfalık kitabını, şairin sadık dostları Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ve Yıldız Sertel’in “Mavi Gözlü Dev”, “Hatırladıklarım”, “Nazım Hikmet’in Son Yılları”, “Roman Gibi”, “Ardımdaki Yıllar” adlı kitaplarını, Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı kitabını aldım. Bunun yanında, Nazım’ın hapishane arkadaşı İbrahim Balaban’ın, yazar Orhan Kemal’in, şair A. Kadir’in, Türkiye’de Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle “Nazım’la Söyleşi” adıyla yayımlanan Nazım’ın son karısı Vera Tulyakova Hikmet’in (Moy Posledniy Ragavor s Nazımom: “Nazım’la Son Sohbetim”) kitaplarını da aldım. Yine Aydın Aydemir, Nedim Gürsel, Hikmet Akgül, Atilla Coşkun, Kıymet Coşkun, Emin Karaca ve Zühtü Bayar’ın araştırmalarını, Kemal Sülker’in tertip ettiği “Nazım Hikmet Dosyası”nı, Hilmi Yücebaş’ın hazırladığı “Nazım Hikmet Türk Basınında” adlı derlemeyi ve Nazım’ın muhalifleri, Türk fikir hayatında önemli yerleri olan Peyami Safa, Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek’in kitaplarını, günümüz yazarlarından Yavuz Bülent Bakiler ve Ergun Göze’nin “Peyami Safa – Nazım Hikmet Kavgası” kitaplarını, Nazım’ın cezaevlerinden Piraye’ye, Memet Fuat’a, Vâlâ Nureddin’e, Müzehher Nureddin’e, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarını, Saime Göksu ve Edward Timms’ın Türkçeye çevrilmiş “Romantik Komünist” adlı eserlerini ve onunla ilgili diğer metinleri de aldım. Bütün bu kitaplar, makaleler ve mektuplar, şairin keşmekeşli hayat macerasını daha iyi öğrenmem, onun dostunu düşmanını daha iyi tanımam için çok faydalı oldu. Şunu da belirteyim ki, son yıllarda “Gösteri,” “Yazın” ve “Diyalog Avrasya” dergilerinde Nazım ile ilgili çıkan yazılar, şaire çağdaş bakışı izlemek ve anlamak için son derece önemlidir.