bannerbanner
Kardeş Sesler 2015
Kardeş Sesler 2015

Полная версия

Kardeş Sesler 2015

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Uyandığımda başucumda duran yaşlıca bir adam bana elindeki bardaktan şekerli su içirmeye çalışıyordu. Şekerli su midemdeki sancıyı geçirmeye başlamış, gözlerim açılmıştı. İhtiyar adam tatlı tatlı yüzüme bakıyor, sanki bir şeyler söylememi bekliyordu. Yerimden doğruldum, yattığım sedirin sırt kısmındaki sert minderlere yaslandım. İçinde bulunduğum mekânı incelemeye başladım. Karşımda sıvası dökülmüş bir duvar, duvarın ortasında beyaz bir yazı tahtası, yazı tahtasının iki yanında kırmızı ciltli kitapların bulunduğu kitaplıklar vardı. İçerisi, gündüz güneş ışığıyla aydınlanıyordu. Geceleri de duvardaki gaz lambaları ile aydınlatılıyor olmalıydı. Oturduğum sedirin sağ tarafında ufak bir çalışma masası, masanın üstünde bir deste saman kâğıdı, çeşitli kalemlerin bulunduğu bir kalemlik, bir kül tablası ve kirli bir çay bardağı vardı. Yazma yeteneği olmayan birisi bile şair olabilirdi burada. Ben bu düşüncelerle etrafı incelerken, ihtiyar sessizliği bozdu:

–Nasıl hissediyorsun delikanlı? Seni içeri taşıdığımızda yüzün sapsarıydı. Şekerli su iyi gelmiş olacak. Karnın aç mı bir şeyler hazırlayayım mı?

–İyiyim amca teşekkür ederim. Son günlerde beslenmeme dikkat etmiyorum pek. Aslında hiç yemiyorum. Yaşamımı devam ettirebileceğim işleri yapmak gelmiyor içimden.

–Bir derdin mi var delikanlı? Yaşın genç… Ömrünün baharında hayattan vazgeçmek yakışıyor mu hiç?

İhtiyar bunları öyle tatlı bir ses tonuyla söylüyordu ki, derdimi bir çırpıda söylemek geliyordu içimden. Aşktan amca, beni bu hâle deniz gözlü bir yâr getirdi demek istiyordum ama diyemedim. Başımı önüme eğmekle yetindim. İhtiyar omzuma dokundu, yüzünde anlamlı bir tebessüm vardı. Belli ki görmüş geçirmiş adamdı. Âşık adamın halinden anlamış olmalıydı.

Amca yerinden kalkıp, tozlu raflara doğru ilerledi. Bir şey arıyor gibi kitapların arasını karıştırdı. Az sonra elinde bir deste saman kâğıtla geri gelip karşımdaki sandalyeye oturdu. Boynundaki gözlükleri burnunun üzerine yerleştirip bir süre kâğıtlara baktı ve anlamlı bir gülümsemeyle elindekileri bana verdi. Sayfalar iki sütundan oluşuyor, bir tarafında Arap harfli metin bir tarafında Latin alfabesi kökenli metin yer alıyordu. Ben metni okurken amca:

–Bu hikâyeyi bilir misin delikanlı? Dedi.

–Bilinmez mi amca? Bildiğim en iyi aşk hikâyesidir bu belki dedim. Leyli hasretiyle yanıp, Mevla’ya varan kaç âşık vardır ki?

Aşkın amacı Mevla’ya varmaksa sen neden kavuşamadığın yâr için kendinden vazgeçiyorsun?

Amcanın sözleri istemsizce gülümsetmişti beni. İçimde yaşadıklarımdan haberdar gibiydi. Oysa duygularımı açıkça anlatmış olmama rağmen en yakın arkadaşım bile anlamamıştı hislerimi. Aramızdaki yabancılık duvarı kırılmaya başlamıştı.

–Kime anlatsam derdimi; geçer, daha gençsin dedi. Sen de öyle diyeceksen hiç girmeyelim bu konuya bey amca.

–Derdi olana geçer denir mi delikanlı? Bu saçlar değirmende ağarmadı.

Bu sözleri söylerken bir tebessüm belirdi amcanın dudaklarında. Boynundaki gözlüğü, kareli gömleği, keçe yeleği ve keten pantolonuyla filmlerdeki babacan karakterlere benziyordu. Tahmin ettiğim yaşa göre haddinden fazla beyazlamıştı saçları. Tıraşına bakılırsa da ya asker ya öğretmen emeklisi olmalıydı. Ben amcayı incelerken, sigaradan kaynaklandığını düşündüğüm çatallaşmış sesiyle konuşmaya başladı:

Önce tanışalım istersen delikanlı ya da sadece ben tanıtayım kendimi ki konuşmak istediğinde rahat ol yanımda. Adım Hulusi ama burada ki esnaflar bana baba der, en az babaları kadar sever sayarlar beni, sağ olsunlar… Edebiyat öğretmeniydim birkaç yıl öncesine kadar. Öğretmenlikten emekli oldum ama edebiyattan vazgeçebildiğim söylenemez, görüyorsun ya işte yer gök kitap benim için hâlâ…

Kitaplarına bakarken hüzünle bakan gözlerinden sevgiyle dolu bir ışık geçti. Hiç böyle bir öğretmenim olmamıştı geçmişimde. Kim bilir öğrencileri ne kadar seviyordu Hulusi Hocayı ve o mesleğinden ayrılmak zorunda olduğunda ne kadar üzülmüştü. Dersini sevdirmek için gülümsemesi bile yetiyordu belki. İlk kez bu kadar kısa sürede kanım ısınmıştı birisine. Anlatmaya karar verdim yaşadıklarımı. Zaten anlatmazsam delirecektim. Ben de onun gibi kendimi tanıtarak başladım söze:

–Benim adım Sercan, bir konuda ortak sayılırız hocam. Eğer devam etseydim bu sene edebiyat öğretmeni olarak mezun olacaktım. Duygularıma yenik düştüm ve geçen senenin sonunda kaydımı dondurdum. Sanırım bir daha dönmeyeceğim okula…

Hulusi Hoca üzgün görünüyordu. Bir şey söylemek istiyor ama sözlerimi bölmemek adına susuyordu. Güçsüzlüğümü açığa çıkarmak istemiyordum ama dayanılmaz hale gelmişti bu suskunluk.

–İkinci sınıfın sonuna doğru bir kız girdi hayatıma. Yağmur… İlk görüşte takılı kalır ya insanın yüreği, öyle sevdim işte. Adını duymak bile nefesimi kesmeye yetiyordu. Bütün hayatımı ona adamaya hazırdım. Çok seviyorduk birbirimizi, her anımızı birlikte geçiriyorduk. Benimle aynı evde yaşamayı bile kabul etmişti. Yanında uyanamadığım her sabah bana acı veriyordu.

Konuşurken gözlerim yanmaya başladı. Gözyaşlarımın yanağımı ıslatmaya başladığını hissediyordum oysa erkek adam ağlamazdı. Hoca ne düşündüğümü hissetmiş olmalı ki elindeki mendili bana uzatırken ‘’Çekinme evlat, erkekler de ağlar.’’ dedi. Nefesimi kontrol etmeye çalıştım, biraz sakinleştikten sonra anlatmaya devam ettim.

–Bir gece uyandığımda Yağmur bir şeyler yazıyordu. Ne yaptığını sorduğumda suçüstü yakalanmış gibi hızla defteri kapatıp yastığının altına koydu. Önemsiz şeyler dedi ve yattı. İçimde parçalanan bir his vardı. Güven… Sekiz aydır beraberdik ve ona kendimden daha fazla güvendiğimi düşünüyordum. Canımı istese hiç düşünmezdim feda etmek için ama o gece içime derin bir şüphe düştü. Bu şüpheyle yaşamaktansa yazdıklarını okumalıydım. Ders saatlerimiz farklıydı. Onu okula yolladıktan sonra gidip defteri buldum. Nefesim duracak gibiydi. O defterde karşılaşmak istemediğim şeyler yazdığına emindim. Cesaretimi toplamak uzun sürdü, üstelik defter kilitliydi. Kilidi kırıp hızla sayfaları çevirdim, en son yazdıklarına ulaştım. Okuduklarım yüreğimi paramparça etti. Çünkü bana dair sevgi dolu tek bir sözcük bile yoktu. Birlikte olduğu, sarıldığı, öptüğü bendim ama sevdiği başkasıydı. Onu unutmak, ondan uzak kalmak için benim yanımdaydı. Geriye doğru okudum yazdıklarını, her sayfasında o adam vardı. Boyunu, kilosunu, kaşını, gözünü en ince ayrıntısına kadar yazmıştı. En kötüsü de beni hiçbir zaman sevemeyeceği yazılıydı o satırlarda…

Bir yandan ağlıyor, bir yandan o günü tekrar yaşıyor, bir yandan da anlatmaya devam ediyordum. Hulusi Hoca’nın ise yüzünde buruk bir tebessüm vardı.

–Dersten geldiğinde elimde defteriyle yatakta amaçsızca oturuyordum. Her şey açıktı, ona soracak hiçbir şeyim yoktu. Sadece git diyecektim, bir daha görmek istemiyorum seni ama düşündüğüm gibi olmadı. Çünkü defteri elimde görünce bağırmaya, bunları okumaya hakkım olmadığını söylemeye başladı. Suçluydu ama yüksek sesinden aldığı bir güç vardı. Sadece dinledim. Ağlamamak için direniyordum. Güzel olan bütün anlamları yüklediğim kadın gittikçe küçülüyordu karşımda. Sözlerini bitirdiğinde sadece git buradan diyebildim. Bu olaydan sonra birkaç defa gidebildim okula ama bahçede karşılaşmak bile acı veriyordu bana. Kaydımı dondurdum, kendimi dünyaya kapattım. Onunla olmazdı ama onsuz da olmazdı. Onunki mış gibi bir sevdaydı. Sev-miş gibi yanımday-mış gibi bana ait-miş gibi… İşte böyle hocam… Karşında aciz, güçsüz ve kendinden vazgeçmiş bir adam duruyor. Eğer teselli etmeye çalışacaksan şimdiden vazgeç, bu konuda kimse başarılı olamadı.

İhtiyar adam dizlerinden destek alarak yerinden kalktı. Eline bir kalem aldı ve karşımızda duran yazı tahtasına Arap harfleriyle Ayn, Şin, Kaf yazdı. Biraz durakladı, sonra altına Elif, Şin, Kef harflerini yazdı. El yazısı çok güzeldi. Geri dönüp yerine oturdu. Yüzünde hiç solmayan bir gülümseme vardı hâlâ. Bakışları insanın içini ısıtan türden ve yumuşacıktı. Sesini de bakışlarına uydurdu ve yumuşak bir ses tonuyla konuştu:

–Biliyorsun evlat; üstte aşk, altta eşk yazıyor. Aşka eşk yakışır derler, ne kadar doğru bilemem ama görüyorsun ya aşkın boynu bükük, eşkin başı dik… Boyun eğmesini becerebildiğin sürece sararsın sevdiğini Kaf gibi, başım dik duracak diyorsan ağlarsın köşende Kef gibi…

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 08.03.2015)

Ebabekir CAMBOLAT


1981 Yılında Karaman’ın Ermenek İlçe’sinde doğdu. İlkokulu köyünde, Ortaokulu ise imkânsızlıktan ve yakınlarda okul olmamasından dolayı üç yıl ara vererek dört ayrı ilçede okudu. Lise olarak Sağlık Meslek Lisesini seçti. Liseyi üç ayrı şehirde bitirebildi. Meslek Lisesi mezunu olduğu için üniversite engeline takıldı. O yıllarda üniversite okuyamadı.

Ancak üniversite okuyamamak, onun eğitimden ayrı kalmasına kendini geliştirmesine engel olmadı. Ortaokulda öğretmenleri tarafından “Bülbül-i Şeyda” isimli şiir kitabı bastırıldı. Ressam Yüksel Yalvaç’ın yedi resim sergisinde resimleri sergilendi. Öğretmenler günü için yazdığı şiir, ülke çapında dereceye girdi.

Lise yıllarında ise “Nevai” adında edebiyat dergisi, “Bozkirbey” ismiyle haftalık gazete çıkardı. Çalışmaları Selçuk Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi öğretim üyelerince takdirle karşılandı ve desteklendi.

Şu anda Ankara’da geç kaldığı eğitimine Kamu Yönetimi bölümünde devam etmekte olup, kendi çabalarıyla orta seviyede iki yabancı dil (Arapça-İngilizce) ve üç Türk Lehçesi (Özbekçe-Uygurca, Azerbaycan’ca) bilmektedir. Çeşitli dergilerde yazıları yayınlanmakta olup, ayrıca bazı yayın organlarında köşe yazarlığı yapmaktadır. E-ticaret uzmanı olan yazarın, ticaret alanında ve Özbek Dilinde Türkiye’yi anlatan iki adet e-kitabı (Elektronik Kitap) mevcuttur.


HİKÂYE:

Ahretlik

Darı Ambarı

Bundan Sonrası


DENEME:

Hasret takvimi

AHRETLİK

Yan yana eşit aralıklarla dizilmiş lataların arasından kararmış nemlenmiş tahtalar sırıtıyordu. Birkaç tanesi çatlamış bir tanesinin düğüm yeri çıkmış olmalı ki oraya zift yapıştırmışlardı. “Neden bakıyorum ilk defa mı gördüm sanki? Hepimizin evlerinin tavanları aynı değil mi?” diye geçirdi aklından. Ama başka da yapacak bir şeyi yoktu ki! Tavandaki lataları sayacak, tahtaları sayacak, o damı nasıl yaptıklarını, tahtaların üstüne serdikleri pürü nasıl güle oynaya getirdiklerini hatırlayacak, pürler başka bir anıyı hatırlatacak böylece vakit geçecekti. Düşüncelerinden bitkin bir ses uyandırdı onu.

–Çavuşuuum…

–Buyur çavuşum, dinliyorum.

–Üşüdüm. Çavuşum, üşüdüm.

–Merak etme, şimdi hallediyorum

Gözleri gaz lambasına gitti Ahmet Çavuş’un. Fitilin bitmesine az zaman kalmıştı. Sabahı bulur diye tahmin ediyordu Kendini zorlayarak ayağa kalktı. Gaz lambasını aldı, evin arkasındaki bölmeye doğru kapılara lambrilere dayanarak yürüdü. Bölmeye girdi. Gaz lambasını kenara koydu, odunları yoklamaya başladı. Eline geçen odunda yaşlık hissetmişti. Ellerini gözünün önüne getirdi, ıslaktı.. Kulağının arkasına bir soğuk dokunmuştu. Şıp… Birden önüne bir damla daha düştü. Doğrulup lambayı koyduğu yerden aldı, tavana baktı. Dam akıyordu, hem de birkaç yerden.

Hava yağıyor olmalıydı. “Normal” diye mırıldandı kendi kendine, “Kasım ayına geldik”. Odunlar ıslanmış olmalıydı. “Bu odunlar yanmaz ki, ah Süleyman Çavuşum ah. O kadar dedim “Camiye gitme evde kıl, sonra hastalanırsın, gerekirse bende gitmem evde cemaat oluruz” diye. Dinlemez ki, hep kafasının dikine dikine gider. Al işte hastalanıverdi ansızın. Ben demiştim, ama nafile, hastalanmanın sırası mıydı?”

Gece yarısı kendi evine de gidemezdi ki. Bir yorgan daha buldu. Palto, çul ne varsa getirip üstüne koydu. Yorganın kenarlarını yastıklara sıkıştırdı. Yine de içine sinmedi Ahmet Çavuş’un. Lambaya baktı alev ifil ifil titriyordu. Çocukken beraber yattıkları aklına geldi. “Altmış küsur yıl sonra yeniden ha” deyip dikdörtgen yorganları uzunlamasına çevirdi. Lambanın zembereğini kısık şekle gelecek şekilde çevirdi. Başucuna koyup, arkadaşının yatağına yatıverdi.

Horozların sesleri ile hasta yatmakta olan Süleyman Çavuş gözlerini araladı. Her tarafı tutulmuş olmalıydı. Kendini bağlanmış şekilde hissediyordu. Yorganı sağından çekmeye çalıştı, gelmedi. Ayaklarını zorla kıpırdatmaya çalıştı, sanki bir yere bağlıydılar. Pencerenin kenarcığından sabah güneşi evin içine vuruyor taze bir hayat müjdeliyordu insanlara. Zorla soluna döndü. Gözleri Ahmet Çavuş’un boynuyla karşılaştı. Kafasını çevirdi emin olmak için. Başka yerlere baktı sonra yeniden soluna döndü. Ahmet yanında yatmaktaydı. İçini sıcak bir his doldurdu. Acemilikte Erzurumlu komutanının sözünü hatırladı. “Kayserili, kazanacaksan insan kazan. Para kazanırsan bir gün kaybedersin. Dost kazanırsan hep kazanan sen olursun” Alnından öpsem diye geçirdi aklından. Yok ya olur mu öyle şey yaşlı başlı oturaklı adamlarız artık. Yerinden yavaşça doğruldu. O an arkadaşının belinin açık olduğunu gördü. Üstü elbiseler çullar ile doldurulmuş ağır mı ağır yorganların kendi tarafından bir parça çekerek arkadaşı tarafına geçirmek istedi. O an uyandı Ahmet Çavuş. İki çocukluk arkadaşın gözleri birbiri ile buluştu.

Her ikisi de birbirine minnetle saygıyla bakıyordu. Yavaşça doğruldular. Bir ressam gelse her ikisini de delikanlı olarak resmetse ancak birbirine sarılmak üzere olan insanlar olarak yorumlanabilirdi bu manzara. Nasıl yorumlanmasın ki! Beraber büyümüşler, aynı zamanda askere gitmişler, her ikisi de askerde çavuş olmuş, hatta aynı gün aynı evin kızları ile evlenmişler bacanak da olmuşlardı.

Süleyman Çavuş’un eşi doğumda çocuğu ile beraber ölmüştü. O zamandan bu yana hiç evlenmemişti, hep yalnızdı. Ahmet Çavuş ise geçen ay kaybetmişti yoldaşını. Ahmet Çavuş yaşça birkaç yıl büyük olmasına rağmen, daha genç duruyordu. Askerlikleri aynı yerde değildi ama birbirlerine saygılı davranmak istediklerinden “çavuşum” diye hitap ediyorlardı.

–Uyandın mı Çavuşum?

–Uyandım da seni de uyandırdım baksana. Çok rahatsız ettim mi seni?

Dedi Süleyman Çavuş.

–Olur, mu çavuşum? Rahatsızlık ne demek? Hem ben alışkınım senin hastalıklarına..

–Ne demek o bakayım. Çıkar şu ağzındaki baklayı

Gülüşüyorlar birbirlerine takılıyorlardı ihtiyarlar. Ahmet Çavuş devam etti.

–Unuttun mu küçükken de yataklara düşmüş, beni günlerce başında bekletmiştin.

–Unutur muyum Çavuşum unutur muyum? Ama o hastalık üzüntüden idi be? Bu farklı o farklı.

Yaşlı çınar birbirlerine anlamlı-anlamlı baktılar. Ahmet Çavuş ağır-ağır yerinden kalktı. Sırrı yine söyleyememişti. “Kahvaltıdan sonra söylerim” dedi içinden. Perdeleri kaldırıp, üstteki çiviye bağladı, pencereyi hafiften açtı. Dağ çayı yapmak ve kahvaltı yapmak için odadan ambara doğru yürüdü. “Yine geçirdik sabah namazını. Allahım ne olacak bu yaşta benim halim?” diye düşünerek çay tomurcuklarını sıyırdı. Süleyman çavuş sadece tomurcuklarını seviyordu.

Yavaş adımlarla kümese girdi. Tavukların sepetine baktı. Bir tane yumurta görünüyordu. Fol mu diye alıp kulağına doğru tutup salladı. Ses gelmiyordu. Fol yumurta değildi. Kümesten eve geri geldi. Tahta sahanlıktan bir tava aldı.

Tahtadan yapılma kahvaltı sinisini yuvarlayarak getirdi. Arkadaşından ses gelmiyordu. “ Yeniden uyumuştur” diye düşündü. Sacayağının üstünden yumurta tavasını aldı. Kahvaltıyı hazırlamıştı. Süleyman Çavuş’un başına geldi. Süleyman Çavuş’un yüzünde tatlı bir gülümseme hareketsiz yatıyordu. Ahmet Çavuş’un gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.

Sır öbür tarafa kalmıştı.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi,25.04.2015)

DARI AMBARI

-Annen baban ayrı mı yaşıyorlar delikanlı?

–Yoo, hiç ayrılmadılar ki…

İsteksizce cevapladım. Ailemi, aile sırlarımı tanımadığım adamlara anlatmaya mecbur muyum? Daktiloma eğilip işime koyuldum. İyi ki gitmişim şu daktilo öğreten Meslek Lisesi’ne. Gitmemiş olsaydım şu koca şehirde ne yapacaktım?

O zaman neden geldin buraya? Korktuğun kaçtığın biri mi var?

Adamın susacağı yoktu. İlla konuşturacaktı beni. Belki güvenmiyordur insanlara da o yüzden böyle saçma sorular soruyordur diye kendimi yatıştırmaya çalıştım. Gerçekten de ben niye gelmiştim bu koca şehre? İşlerim kötü gidip batınca, memlekete gün doğmuştu. Artık; salı günleri, ilçe sinemasının kadınlar matinesinde konuşulacak biri vardı. Elimi harama değmediğim halde kim bilir hakkımda neler söylüyorlardı? Konu komşudan hısım akrabadan uzak olmak için atmıştım kendimi buralara. Dükkânı Kalfaya devretmiştim. Verdiğim haftalıkları biriktirmiş, küçük bir birikim oluşturmuştu, onu verebildi ancak. Bekleseydim yüksek paralara devredebilirdim. Beklemedim, Kalfayı tercih ettim, çünkü o, arkamdan kötü laf etmeyeceğinden emin olduğum, beni anlayan, temiz bir çocuktu. Başka iş bulamaz da amelelik yaparsam diye lastik ayakkabılarımı, kalın kumaştan elbisemi ve diğer giyeceklerimi bir valize doldurmuş, gelmiştim.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3