
Полная версия
Sovyet Öykü Seçkisi
Üç yıldızcık.
Yeni fikir. Bizim inek aptaldır. Neden bu kadar süt verir? Tek bir buzağı var, ama o bütün evi besliyor. Bu kadar süt verebilmek için bütün gün çimleri yiyor, buna bakmak bile acı verici. Ben dayanamazdım. Neden at o kadar süt vermiyor? Neden kedi sadece kendi yavrularını besliyor ve başka kimseyi düşünmüyor?
Acaba konuşan papağanın aklına böylesi bir fikir gelir mi?
Bunun dışında. Tavuklar neden bu kadar yumurta verir? Tam bir felaket. Tavuklar hiçbir zaman mutlu değiller, uykulu sinekler gibi ortalıkta geziniyorlar, uçmayı tamamen unuttular, diğer kuşlar gibi şarkı da söyleyemiyorlar… Tüm bunlar hep şu kahrolası yumurtalar yüzünden.
Yumurtalara tahammül edemiyorum. Zina da öyle.
Eğer tavuklar ile konuşabilseydim, onlara bu kadar yumurta yapmamalarını tavsiye ederdim.
Her şeye rağmen foks köpeği olmak iyidir; çorba içmem, Zina’nın parmaklarının ucunda gezdiği bu kahrolası müzikte dans etmem, süt ve Zina’nın babasının dediği gibi “bunun gibi şeyler” vermem.
Çıt! Kalem kırıldı. Daha dikkatli yazmak gerek, kalemlerin hepsi çalışma odasında, orası da kilitli.
Gelecek sefer köpek şiirleri yazacağım, ilgimi çekiyor.
Foks Mikki,Yazabilen ilk köpekŞiirler, Kedi Yavruları ve PirelerYetişkinler her zaman kendileriyle ilgili şeyler okurlar. Bu yetişkinler sıkıcı insanlar. Tıpkı yaşlı köpekler gibi. Zina ise yüksek sesle şarkı söyler gibi okur, sürekli dönüp durur, ellerini dizlerine vurur ve bana dilini gösterir. Tabi ki böylesi daha keyifli. Ben minderde yatar, onu dinlerim ve pireleri avlarım. Bu, okuma esnasında çok hoş olur.
Zina’nın et doğrar gibi daha özenle okuduğu şeylerin olduğunu fark ettim. Duraksar, damağını şaklatır ve yine devam eder. Her satırın sonunda benim narin kulaklarımda birbirine benzer tınılar çınlar; “babaların çocukları, ölülerin ağları”… Ve bunlara şiir deniliyor.
Dün bütün gün koltuğun altında yattım, hatta zayıfladım. Hep böyle bir şiir yazmak istedim. Buldum ve acayip gururluyum.
Verandada keskin bir rüzgâr.
Yaprakları hızlıca büker.
Ben neşeli foks köpeği Mikki,
Hayvanların en akıllısı!
Muhteşem! Şiir yazdım ve öyle heyecanlandım ki yemek bile yiyemedim. Düşünsenize! Bu dünyadaki ilk köpek şiiri, hâlbuki ben ne okula gittim, ne de “şairler mektebinde” eğitim aldım… Acaba bizim aşçı kadın böyle şiirler yazabilir mi? Oysa o 43, ben ise sadece 2 yaşındayım. Hav! Bu cüce Zina’nın evinde kimin yaşadığına dair hiçbir fikri yok… Beni peçeteyle kundakladı, dizlerine yatırdı ve manikür yapmaya başladı. Susuyor ve kızıyorum. Acaba bu kız milleti yararlı bir şeyler düşünüyor mudur?
Ve yatarak içimden kendi şiirlerimi tersten okumaya çalıştım. Hav! Belki böyle kulağa daha hoş gelir?…
Sert rüzgâr verandada
Hızla savurur tüm yaprakları
Mikki foks neşeliyim ben
Hayvanların en akıllısı…
Ay, ay, ay! Bu da ne böyle?
Kedi yavruları! Söyleyin lütfen! Onların annesi, kurnaz yaratık, tüm gün parkta ortalıktan kaybolur; bir bakmışsın yok, ağaçtaki sivrisinek gibi. Ben ise onun yavrularıyla oynamak zorundayım… Biri benim burnumu yalıyor. Ben de onu yalıyorum, ama dişlerim nedense gıcırdıyor… Diğeri kulağımı emiyor. Sanki onun annesi benim… Üçüncüsü sırtıma tırmanıyor ve sanki elinde rende varmış gibi beni tırmalıyor. Mrrrr! “Sessiz ol Mikki sessiz…” Zina gözünden yaş gelene kadar kahkaha atıyor: “Sen, diyor, onların amcaları gibisin…”
Kızmıyorum. Onların da birini yalaması, emmesi ve tırmalaması gerekiyor. Ancak neden bu kız gülüyor?
Ne kadar tuhaf, ne kadar tuhaf! Bugün vicdansız kedi nihayet çocuklarına geri döndü. Biliyor musunuz, yavru kediler beni bırakıp annelerinin altına sokulunca masa örtüsünün altından baktım, hasetten tüm dişlerimi sıktım ve sinirle hıçkırdım. Bunun üzerine kesinlikle bir şiir yazacağım.
Dışarı çıktım. Yavru kediler ile artık oynamak istemiyorum. Benim değerimi bilmediler. Zina ile de artık oynamak istemiyorum. Burnuma ruj sürdü.
Bundan sonra vahşi bir foks olacağım, bir kestane kovuğunda yaşayacak ve güvercin avlayacağım. Uuu!
***Gramofon plağının üzerinde bir resim gördüm. Bir foks köpeği gramofon borusunun önünde oturmuş, kafasını yana çevirmiş, kulağını salmış ve dinliyor. Saçmalık! Hiçbir evcil foks köpeği bu hırıltılı ve deli saçması makineyi dinlemez. Zina’nın babası olsaydım, ben daha iyisini yapar ve salonda bir inek beslerdim. İnek de homurdanıyor ve bağırıyor, üstelik onu evde sağmak ahıra gitmekten çok daha rahat olur. Ne ilginç bu insanoğlu…
Zina ile barıştım: oyuncak bowling topunu rulo yapıp parke üzerinde yuvarlıyor, bense bacaklarımla onu yakalıyordum. Ah, yakalayabileceğim yuvarlak olan ve yuvarlanan her şeyi ne kadar da seviyorum!
Lakin kız çocuğu hep kız çocuğudur. Yere oturdu ve esnedi. “Hey Mikki, aynı şeyi yüz kere yapmaktan sıkılmadın mı sen?”
Öyle mi? Zina’nın oyuncak bebeği, kitapları, kız arkadaşları var, babası sigara içer, aptalca iskambil kartlarıyla oynar, gazete okur; annesi tüm gün giyinir, soyunur. Benim ise sadece bir topum var, ama beni hep azarlıyorlar!
Pirelerden nefret ediyorum. Ne-ff-rr-ee-t. Bence aşçı kadını ısırabilirler (Zina’ya kıyamam), ama nerde, bütün gün bana dadanıyorlar, sanki şekerim. Kedi yavrularından bile bana atlıyorlar. Pekiyi! Ön tarafa gideceğim, sırtımı yere doğru uzatarak kaba bir paspasın üzerine uzanacağım, onları kaşıyacağım ve böylece bayılacaklar. Hav hav hav!
Şömine yaktık. Ateşe bakıyorum. Ama ateşin ne olduğunu kimse bilmiyor.
Foks MikkiDünyada ondan daha akıllısı olmayan köpek şairFarklı Sorunlar, Rüyam ve Köpek DüşüncelerimSoru, sonunda bir balık kancasının, yani soru işaretinin olduğu bir satıra deniyor.
Beş soru kafamı kurcalıyor. Neden Zina’nın babası “gözlerinin yerinden fırladığını” söyledi ki? Onlar hiçbir yere fırlamadılar, gözlerimle gördüm. Neden aptalca şeyler söylüyor ki? Gardıroba doğru yanaştım, aynanın önünde oturdum ve var gücümle yukarı doğru baktım. Saçmalık! Alın da gözler de olduğu yerde duruyor.
Ayda foks köpekleri yaşıyor mu, ne yerler, benim aya doğru yaptığım gibi onlar da dünyaya doğru uluyorlar mı? Tabak şeklindeki ay birden günlerce ortadan kaybolduğunda foks köpekleri nereye gidiyordur? Mikki, Mikki bir gün aklını kaçıracaksın!
Neden balıklar livar48 denen boş ağa giriyorlar ki? Eğer suyun altında nasıl yaşayacağını bilmiyorsan, gölette sessizce oturursun. Balıklara çok üzülüyorum. Sabah yüzen ve baloncuk çıkaran balıklar, akşama karanlık ve dar bir insan midesinde sindiriliyor. Dahası, vahşi kedi tüm artık bağırsakları bahçeye dağıtıyor…
Neden Zina’nın dadısı hep esmer iken, bugün saçları saman demeti gibi? Zina kıkırdadı, bense korktum ve düşünceye daldım. Ah Mikki, iyi ki bir köpeksin. Seni böyle bir papağanla evlendirselerdi, salı günü siyah, çarşamba turuncu, perşembe mavi ve yeşil çizgili… Aman aman. Ateşim çıktı hemen.
Neden kötü davrandığımda suratıma hemen köpek namlusu takıyorlar, bahçıvan ise haftada iki kez sarhoş olur, sinirli boğa gibi kabadayılık taslar, ama ona bir şey yapmazlar? Zina’nın amcası bahçıvanın “gazi” olduğunu, bu nedenle ona hoşgörüyle yaklaşılması gerektiğini söylüyor. Mutlaka “gazinin” ne olduğunu öğreneceğim ve gazi olacağım. Bana da hoşgörülü davransınlar. Kemiğimi bitirmeye gideceğim (Onu sakladım… Nerede? Bunu söylemem!). Sonra tekrar yazacağım.
***Ah, rüyamda ne gördüm! Köpek okulunun müdürü olmuşum. Köpekler sınıfta oturuyorlar ve “ünlü köpeklerin tarihleri”, “doğru köpek davranış kuralları”, “beyin kemiğini nasıl yemek gerekir” ve köpekleri ilgilendiren diğer konularda dersler dinliyorlar.
Küçüklerin sınıfına girdim ve “Merhaba köpekçikler,” dedim. Hav hav hav, Müdür bey! “Bunlardan memnun musunuz Bay Mops?” Müzik öğretmeni olan Bay Mops gevelendi ve mırıldandı. Şikâyet edemem. Gayret gösteriyorlar. “İyi bakalım. Yetkime dayanarak köpekçiklerin yarım saat salıverilmesini emrediyorum.”
Aman Tanrım, birden olan oldu! Köpekçikler çete halinde üzerime atladı. Yere yapıştırdılar. Biri bana bir mürekkep püskürttü, bir diğeri beni kuyruğunun ucundaki bir tüyle deldi, ah! Üçüncüsü kulaklarımı yana doğru çekmeye başladı, sanki kauçuk gibi… Bir lokomotif gibi ses çıkardım ve uyandım. Ay! Yerde bir hamamböceği oturmuş Zina tarafından atılan bisküviyi yiyor. Panjur pencereye çarpıyor. Uu-uu-uu!…
Zina’nın odası kilitli. Mutfağın arkasındaki köşeye süzüldüm ve aşçının yatağının yanındaki halıya kıvrıldım. Tabii ki aşçıyı sevmiyorum, o bir horluyor, raftaki kavanozlar yerinden oynuyor, tombul ayağını battaniyenin altından çıkardı ve parmaklarını uykusunda kımıldattı… Ne yaparsın işte?
Pencereden ışık gelmeye başladı, ben ise yatarak düşünüyordum; rüyam ne anlama geliyor? Aşçının tozlanmış bir rüya tabirleri kitabı vardı. Şişman parmaklarıyla onun sayfalarını sık sık çevirir ve her seferinde rüyada damat görmenin ne anlama geldiğine bakar. Düşünsene, kim bu yağ tulumuyla evlenir ki?..
Benim neyime ki “rüya tabirleri kitabı?” Köpek rüyaları bu kitapta yer almıyor ki… Belki rüya benim iyiliğimeydi?
***Düşünceler…
Su kışın donar, ben ise her sabah. En iğrenç insan icadı, köpeğin boynuna takılan köpek derisinden yapılı tasmadır. Neden bizim komşu hemen yanı başında fırıncı varken toprağı sürer ve buğday eker? Bir köpek yavrusu eve çok ama çok küçük bir çiş yaptığında, onun burnunu çiş yaptığı yere sürterler; aynısını Zina’nın küçük kardeşi yaptığında altındaki bezi ipe asarlar, onu ise ayak tabanından öperler. Burun sürtülecekse o zaman herkesin burnu sürtülmeli. Kirpi ile kavga ettim, ama o dürüst değil; kafasını gizledi ve her tarafı dikenli. R-r-r! Nasıl bir kavga bu? Salam yiyordum ve istemeden salamın ipini yuttum. Apandisit mi olacağım yani?
Zina bademli süt, annesi sıcak çörek, babası eski çanta kokar, aşçı kadın ise, bilemiyorum…
Başka fikrim yok. Frr! Neden kimse bana bir parça şeker vermeyi akıl edemiyor?
Gerçekten profesör olması gerekenFoks MikkiSonbahar RezaletiSonbahar. Yağmur yağıyor. Tüm gün yağmaktan sıkılmıyor mu? Sarı yaprakların hepsi dökülüyor, yakında ağaçlar tam anlamıyla kel kalacaklar. Sonra ise sis çökecek, büyük köpek kulübeye girecek ve sabahtan akşama kadar horul horul uyuyacak. Ben bazen ona misafirliğe gidiyorum. Ama o aptal ve cahildir. Onunla oynadığımda ve dikkatlice kuyruğunu çektiğimde o patisiyle kafama vurur ve karnımı ısırır. Cahil köylü.
Sis, sis, sis. Çamur, çamur, çamur. Ve birden hava ısınır. Her yerden çıldırmış kuşlar uçuşur. Gökyüzü Zina’nın yıkanmış mavi eteği gibi olur ve kararmış odunlarda yeşil tomurcuklar açar. Sonra tomurcuklar patlayacak, büyüyecek ve çiçek açacak… Ne güzel! Buna bahar deniyor.
Ağaçlar, yaşlıları dahi, her bahar gençleşir. İnsanlar ve yaşlı köpekler ise asla. Niçin? İşte Zina’nın amcası tamamen kel, kafasındaki tüm tüyler dökülmüş, aynı bilardo topu gibi. Birden ilkbaharda onun kafatasında yeşil çimen çıksa? Ve çiçekler?
Ya da her köpeğin kuyruğunun ucunda nisan ayında gonca açsa?..
Dünyadaki her şeyi değiştirmek isterdim. Ama küçük bir foks köpeği ne yapabilir ki?
Evde tam bir curcuna var. Halıları değiştiriyorlar, bir çeşit naftalin döküyorlar. Nasıl da hapşırtıyor! Odaya girmek bile istemiyorum. Verandada yatıyorum ve patilerimle burnumu kaşıyorum. Malum hep yalınayak dolaşıyorum, patilerim pisleniyor. Ne bela!
***Zina kitaplarını topluyor ve mırlıyor. Zina’nın erkek kardeşi çiçek tarhınının karşısında bebek arabasında yatıyor ve küçük bir köpek yavrusu gibi cıyaklıyor. Sadece ben, köpek Mikki, insan gibi mütevazı ve kibar bir şekilde aksırıyorum: bronşit olmuşum. Bırakalım da toparlansınlar. Hiçbir koşulda Paris’e gitmeyeceğim. İneğin samanlığında saklanırım kimse bulamaz. Paris’te ne var ki, düşünsenize? Bir kere orada bulundum, köpek doktoruna götürdüler. Milyonların caddeleri, milyon ise ondan daha büyük. Nereye baksan ayaklar, ayaklar ve ayaklar. Otomobiller, sarhoş gergedanlar gibi, hepsi birden üzerime doğru hırlıyor ve hareket ediyorlar. Zina’nın eteğini bile dişlerimin arasından bırakmadım. Zincir çekiyor, namlu çenemi sıkıyor. Atlıkarınca parkı gibi olan bu şehirde nasıl yaşıyorlar ki!..
Hiçbir zaman gitmeyeceğim! Pencereye oturup üzerinde kadın ayağı olan bir tabelayı seyretmem için mi? Genç kapı görevlisinin bana “seni gidi domuzcuk seni” demesi için mi? Beni koltuktan ve divandan atsınlar diye mi? “Eve pire getiriyorsun sen,” diye yüzüme vurmaları için mi? Pireleri ben üretmiyorum ki, kendileri türüyorlar…
Ah ne kadar da rezil köpekler var orada! Aralıklı parmaklı, asık suratlı ve salyalı dilleri olan buldok köpekleri, kasapları andıran çizgili danua çinileri, köpek kılığına girmiş kurbağa gibi olan mopslar; balonkalar asık kulaklar ve yaşlı gözlerle kıllı böcekler gibiler… İğrenç! Hav hav hav! Neden bu köpeklerin hepsi farklı iken kediler hep aynı model? Bu arada biliyor musunuz, Zina onların birbirine benzediğini söylemişti; köpeklerin sahiplerine ve sahiplerin de köpeklerine. Ya Mikki ve Zina? Ne var, biz de benziyoruz, sadece fiyonklarımız farklı: onunki yeşil, benimkisi ise sarı.
Kapıdan nasıl da rüzgâr esiyor! Palto divanda, ama ben örtünmeyi bilmiyorum. Ne derseniz deyin eller bazen iyi şeylerdir.
Kamyon eşyaları aldı. Masada kâğıtlar ve çöpler. Neden insanlar bir yerden diğer yere taşınıyorlar? İşler, dersler, daire… “Köpek gibi yaşamak!” diyor Zina’nın babası. Yok ya, köpek hayatı daha iyi, ben bunu bilirim.
Beni bırakıyorlar. Ne yaparsın, sokak köpeği ile arkadaş olurum. Zina ağlamamamı söylüyor, eğer yaramazlık yapmazsam haftada bir kez ziyaretime gelmeye söz veriyor. Yapmam tabi ki! Onu çok seviyorum. Bugün onun gözlerini yaladım, o da benim burnumu. Muhteşem bir kız!
Bahçıvana beni beslemesi söylendi. Hele bir beslemesin, tüm şişelerini tek tek kırarım! Beni kasap da sever: her seferinde geldiğinde bana bir şeyler verir. Yavru kediler çok hızlı büyüdü. Beni neredeyse unuttular ve parkelerin içinde cin çarpmış gibi geziniyorlar (cin çarpmış ne demekse?). Mecburen onlarla da arkadaş olmak gerekiyor…
En üzücüsü ise son kalemimin ucunun bitiyor olması. Çalışma masasındaki her şeyi de topladılar. Neden kendime stok ayırmayı akıl edemedim ki! Elveda sevgili günlük… Zina’ya öyle yalvardım, öyle yalvardım ki elbisesinden çektim, çalışma masasının önünde divane oldum, ama o bir türlü anlamıyor ve ağzıma sürekli çikolata tıkıştırıyor. Ne kadar acı! Elsiz olmak zor, dilsiz olmak ise daha vahim!..
Benim altın, gümüş, pırlanta defterim. Seni rafa kaldırıyorum, gelecek bahara kadar orada kal… Ah ah! Hav! Zina yazdığımı fark etti… Bana geliyor! Elimden ald…
YalnızımEvde kimse yok. Bütün deliklerden köpek rüzgârı esiyor (neden köpek rüzgârı?). Genel olarak rüzgâr salaktır. Kuru bir parkta eser, orada da koparacak hiçbir şey yoktur. Avluda rüzgârla bir şekilde başa çıkıyorum, sırtımı rüzgâra dönüyorum, kafamı aşağı eğiyorum, bacaklarımı açıyorum ve bahçıvanın deyimiyle “bana vız geliyor”. Odanın içindeyse bu hayduttan gizlenecek yer yoktur. Kapının altından, penceredeki aralıklardan, duvardaki deliklerden içeri girer ve onun annesi köpek olmuş gibi öyle vızıldıyor, öyle cıyaklıyor, öyle uğulduyor ki. Halbuki ne suratı, ne gırtlağı, ne karnı, ne de poposu var. O neyle üflüyor, anlayamıyorum…
Divandaki yastığın altına sokuluyorum, gözlerimi kapatıyorum ve duymamaya çalışıyorum.
Eğer biri bana neden sonbahar, neden kış olduğunu bir şekilde açıklasaydı, yulaf lapasıyla dolu olan kâseyi ona verirdim (iğrenç bir şey). Ağaçlı yolda böylesi geçit vermez çamuru sadece hayvanat bahçesinde gergedanın altında görmüştüm. Islak. Kuru dallar birbirine çarpıyor ve aksırıyorlar. Karga, tüyleri dökülmüş korkuluk, beni kızdırıyor. “Gak! Seni neden şehre götürmediler ki?”
Çünkü kendim istemedim! Şimdi pişmanım, ama babayiğitliğimi sürdürüyorum. Dün şöminenin önünde ağladım, karanlıkta ve rutubette çok canım sıkıldı. Mum buldum, ama yakmayı beceremiyorum. Au, au, au!
***Fareler geziniyor. Foks köpeğinden beklenmese de ben fareleri çok severim. Bu kadar küçük oldukları ve her zaman yemek istedikleri için mi suçlular?
Dün fare yavrusunun biri çıktı ve geçen yıldan kalma bir cevizi yerde yuvarlamaya başladı. Ben de yuvarlak olan her şeyi yuvarlamayı severim. Onunla da oynamak çok istedim, ama kendimi tuttum: yat, salak, sessizce! Sen fil gibi büyüksün, yavruyu ürkütürsün, bir daha gelmez. Ne kadar akıllıyım ama!
Bugün başka bir yavru fare divanın tepesine çıkmaya ve benim burnumu koklamaya cesaret etti. Ben dilimi ısırdım ve içerledim. Tuhaf! Onu nasıl da seviyorum!
Fareler birbirinden nasıl ayırt edilir?
Eğer kedi onlara dokunmaya cüret ederse, kediyi en uzun çam ağacının tepesine kovalayacağım ve tüm gün onu orada asılı tutacağım… Hav! Süprüntü! Nefret ediyorum!..
Neden çamlar bütün kış yeşiller? Bence çamlar iğne yapraklı oldukları için. Rüzgâr yaprakların bir tanesini bile koparamazken, iğneleri bir denesin de görsün! İğneler ince, rüzgâr onların arasından geçiyor, elekten geçer gibi…
***Bahçıvana gitmiyorum. O, patilerimin her zaman kirli olmasına kızıyor; çarıkla mı gezeyim yani?
Oh, oh… Bugünün güzel haberi, dolapta unutulmuş sigara kutusunun içinde bir kalem buldum, büfeden gelir-gider defterini çıkardım ve işte yeniden günlüğümü yazıyorum.
Eğer bir insan olsaydım, köpekler için mutlaka bir dergi çıkarırdım.
Ne kadar zayıfladım, bir bilseniz. Zina’nın teyzesi eğer şimdi bana benzeseydi, çok memnun olurdu. Hep zayıflamak istiyordu. O ise bütün gün yemek yiyor ve tasmamı sıkıyor.
Kahrolası bahçıvan ve kapı bekçisi anlaşmışlar, tüm erzakı kendileri yiyor, bana ise sadece bu iğrenç yulaf lapasını hazırlıyorlar. Avludaki köpeğe büyük bir kemik ve bayat ekmekli çorba veriyorlar. O benimle paylaşıyor, ama ütüden daha sert olan bu kemiği nerede kırarım ki? Ya çorba… Böyle bir çorbayla restoranda tabakları yıkıyorlar!
Sütü bile esirgiyor, açgözlüler! Hâlbuki sütü inek veriyor, onlar değil. Sütü kendim sağabilirdim; inekle arkadaşız, ahıra her gidişimde gözlerime doğru soluyor. Lakin bu zavallı patilerimle nasıl süt sağarım ki?..
Bir şey düşündüm. Utanç verici, ama ne yaparsın yemek lazım. Yağmur kesildiğinde bazen yan taraftaki tanıdık restoran çalışanının yanına gidiyorum. Onun geceleri gramofon müziği eşliğinde dansları oluyor. Folksrot dansı yapıyorlar. Bunun bir çeşit köpek dansı olması lazım.
Ben arka patilerimin üzerine kalkıyorum, karnımı yukarı çekiyorum, dönüyor ve başımı sallıyorum. Tüm çiftler dans etmeyi bırakıyorlar… Halka olup, gramofonun duyulmayacağı kadar yüksek sesle kahkaha atıyorlar.
Bana öyle büyük bir porsiyon et ısmarlıyorlar ki güçlükle eve varıyorum. Dananın kemiğini ise dişlerimin arasında kahvaltı için getiriyorum…
Açlık yüzünden ne kadar da alçalabiliniyor!
İşin üzücü tarafı, başka küçük bir köpek yok. Onunla birlikte dans eder ve her zaman karnımızı doyururduk.
***Sıkıntılarımın hepsini yazmam gerek, sonra unuturum.
Horoz durup dururken beni gagaladı. Ben ise sadece selam vermek için yanına gitmiştim. Koca sesli küstah şey ne diye sataştı ki? Ağladım, ağladım, yağmur suyu dolu kovaya burnumu soktum ve akşama kadar sakinleşemedim…
Zina beni unuttu!
Benim lapa dolu karnıma kara bir hamamböceği girdi, nefesi kesildi ve boğuldu. Ne kadar da iğrenç! Horozlar hariç kuşlar bir oraya bir buraya uçuşuyorlar; kediler de pisler, ama yine de hayvanlar. Ancak hamamböceklerini kim ne yapsın?
Yolda az kalsın otomobilin altında kalıyordum. Dönerken neden kornaya basmadıysa? Neden bana çamur fırlattı? Kim beni yıkayacak? Otomobillerden nefret ediyorum. Anlaa-mı-yoo-ruumm…
Zina beni unuttu!
Bostanlıkta yabani bir tavşanı korkuttum ve dikenli tele tosladım. Ah, ah, ah, ne acıttı! Zina eğer paslı demir seni kestiyse, hemen iyota sürtünmelisin demişti. İyotu nereden bulacağım? İyot ise yakıyor, biliyorum…
Fareler benim günlüğümde delik açmışlar. Artık bir daha fareleri sevmeyeceğim!
Zina beni unuttu!
Bugün bilardo odasında küçük bir parça çikolata buldum ve yedim. Bu artık üzüntü değil, mutluluk. Amma velakin mutluluklar o kadar az ki, onlar için ayrı birer sayfa ayıramıyorum günlüğümde.
Yalnız, mutsuz, üşümüş ve açFoks MikkiParis’e TaşınmaTavan aralarını sever misiniz? Ben çok severim. İnsanlar tavan aralarına en ilginç eşyalarını koyarlar, odalara ise en sıkıcı masaları ile salak konsollarını yerleştirirler.
Zina’nın teyzesinin dediği gibi, “ne zaman kalbimi kasvet bağlasa” avlunun bahçesinden içeri giriyorum, divana patilerimi koyup tavan arasına koşuyorum.
Tavan penceresinin ardında serçeler uçuşuyor, onlar da fare gibiler, sadece kanatlılar. Cikcikler! “Günaydın, sivouple!”
Sonra Zina’nın eski bebeğine selam veriyorum. Veremli bebek, tozlu delik deşik olmuş küvetin içinde duruyor, topuklarını yukarı dikmiş halde. Onu düzelttim, adab-ı muaşerete uygun olması için. Onunla Zina hakkında konuştum. Kuşkusuz kızın kalbi karahindiba. Bebeğini de, Mikki’yi de unuttu. İleride onun da kızı olunca her şey yeniden başlayacak… Yeni kız çocuğu, yeni bebek, yeni köpek. Hapşu! Ne kadar da tozlu burası!
Kırık avizeyi kokladım, plastik köpeği yaladım, zavallı köpeğin karnı delinmiş, köpek kamçısını parça parça ettim.
Patini uzatacak kimsenin olmaması hem sıkıcı, hem üzücü!
Eğer daha güçlü olsaydım, eski küveti çeker ve kendime tavan arasında bir oda yapardım. Eski divanın yerine papağan kafesini koyardım, benim yatak odam olarak. Çin bilardo masasının yerine kendime bir çalışma masası ayarlardım. Eğik bir çalışma masası, yazmak için çok iyi olurdu!
Soyunma odasını çatıya yapardım. Bu hijyenik ve hoş. Bir denizci mürettebatı gibi merdivenlerden yuvarlak cama doğru tırmanacağım.
Namlumu duman borusunun içine atarım! Hapşu! Hapşurdum, demek ki dediklerim gerçekleşecek.
Ah, yolda bir araç… Kimin, kimin, kimin? Yoksa? Zina geld…
***Paris Rio D’assompsion (Uspenskaya caddesi), 16 numaralı binadaki üçüncü haftam. 3. katta, sağdaki ev.
Beni tanıyamazsınız, şöminenin önündeki döşekte porselen bir kedi gibi yatıyorum. Leylak kokuyorum, yandan yeşil bir kravat sarkıyor. Tasmamda da adres yazan gümüş bir kart var… Eğer konuşabilseydim, frank çalar ve kendime kolluk alırdım.
Zina okulda… Yan evin balkonunda iğrenç ötesi bir köpek duruyor. Kulaklarında ipler, gözlerinde ipler, dudaklarında ipler. Genel olarak ağlamalı bir manşon, çöp bezi, kördüğüm gibi köpek bağırsağı, ince sesli süprüntü şey! İsmi ne biliyor musunuz? Cio Konda… Kokuşmuş surat seni!
Balkonda kimse yokken, onu kızdırıyorum. Ah ne hoş! Ona arkamı dönüyorum, sokuluyorum ve beş dakika boyunca arka bacağımı oynatıyorum.
Ah, nasıl da sinirleri bozuluyor! Tıpkı otomobilin altındaki bir kedi gibi…
“Ay, ay, ay, uy, uy, uy!”
Yanıma hemen koşarak sahibi geliyor, onun gibi kısa, tüylü, göbekli, göbeğini gelirken kapatıyor ve aman Tanrım, neler neler söylüyor.
Yavrucuğum benim! Seni kim incitti? Ah zavallı gözbebeklerim benim! Harika patilim benim! Altın gibi kıymetli kuyrukçuğum!..
Ben ise kendi balkonumdan odaya doğru saklanıyorum, sanki yeryüzünde yokmuşum gibi, halının altında yuvarlanıyorum ve patilerimle burnuma vuruyorum. Çünkü ben böyle gülerim.
Aşağıda, yukarıda, sağda ve solda piyano çalıyorlar. Onların hepsinin burunlarına köpek namlusu takardım. Zina okulda. Neden kız bu kadar çok okuyor ki? Öyle ya da böyle büyüyecek, saçlarını kestirecek ve geniş koltukta bütün gün yuvarlanacak. Ben bu cinsi bilirim.
Dün çiftlikten bahçıvan geldi. Elma ve yumurta getirdi. Aşçı kadın için en iyilerini seçmiş (biliyoruz, biliyoruz!), en kötülerini de Zina’nın ebeveynleri için. İnsanları anlayın, gözlük takıyorlar, ama burunlarının dibindeki hiçbir şeyi görmüyorlar…
Öne doğru gizlice geçtim, sandalyeye çıktım ve paltosunun cebine balık bağırsağı koydum… Bırakın bilsinler!
***Zina ile sinemadaydık. Çok heyecanlandım. Nasıl, nasıl insanlar, otomobiller, çocuklar ve polisler keten beziyle koşabilirler? Ve neden herkes gri, kara ve beyaz renkte? Boyalar nereye kayboldu ki? Neden herkes dudaklarını kımıldatıyor, sözcükler ise duyulmuyor? Çatı arasında küçük bir kutunun içinde kurumuş kelebekler gördüm, ama onlar hareket etmiyorlardı, rengârenktiler…
“İşte Mikki, sen bir salaksın, bir de her şeyi anladığını sanıyordun!”
Gösteri oldukça ahmakçaydı: Erkek, kızın birine âşık oluyor ve arabasıyla bankaya gidiyor. Kız da erkeğe âşık oluyor ama erkeğin arkadaşıyla evleniyor. Ve üçüncü bir erkekle birlikte denize gidiyor. Sonra banyoda yangın çıkıyor ve deprem oluyor. Ve bir gemide sallantı. Zenci onların olduğu kabine giriyor. Sonra da herkes barışıyor.
Hayır, köpekçe aşk daha akıllıca ve üstün!
Köpekler için de hızla bir film çekmek lazım. Bu çok utanmazca, her şey insanlar için; gazeteler, at yarışı ve haritalar. Köpekler için hiçbir şey yok.
Bizi sadece haftada bir götürsünler, biz de patileri toparlayıp kültürlü bir şekilde tadını çıkaralım.