bannerbanner
Hüzün Bestesi
Hüzün Bestesi

Полная версия

Hüzün Bestesi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Öncüleri, dağların zirvesini tuttu. Sonra nöbetleşe indiler ovalara, kırlara, yollara, şehirlere. Bembeyaz neferler gibi yayıldılar arza! Gökyüzünün askerleri, müşfik elçileri, beyaz bir sancak olup serildiler yeryüzüne.

Geldiler! Göğün masum yürekleri… Bir kanundan tane tane dökülen nağmelerle, bir ney sesiyle… Sanki etraf buluttan bir düş! Çiçekli bembeyaz bir gülüş! Ya semavat inmiş yeryüzüne ya da kürre-i arz yücelmiş bulutlu göğe. Sanırsın gökle yer, sarmaş dolaş hasbihal eyler. O, kim bilir ötelerden neler anlatır toprağa, susa susa, döne döne, sağa sola konup kaçarak neler der, neler söyler?

Bütün yer ahalisinin, dağın, taşın, yek pare mevcudatın beklediği güvercinler gelmiş mi, pür-ü pâk, ser-ü sefid kanatlarını çırpa çırpa? Ayaklarında mıdır, ağızlarında mı beklenen müjdeler? Yoksa bu inen beyaz mucize, güvercinlerden dökülen nameler midir?

Boşuna değildir bunca hengâme, bunca coşku; bu her şeye ara veren, bütün perdeleri çekip göğü ve yeri yalnızca bu şenliğe teslim eyleyen; bu inkılap, bu felak bu doğum boşuna değil!

Bir kapı açılmıştır göklerin ülkesinden. Yeri göğü kaplayan yüce bir kürsüden emir çıkmıştır. Akın akın inmiştir melekler rahmet ülkesinden. Avuç avuç serpilmiştir kerem, izzet, af, ümit, sükûnet! Hayat, akışına; dünya, dönüşüne mola vermiştir. Toprak göğsünü, ağaçlar avuçlarını açmıştır rahmete. Bütün sızılar dinmiş, canhıraş koşturmacalar bitmiştir. İnsanoğlu sokaktan elini eteğini çekmiş; evine, sıcak yüreğine, penceresinin kenarına çekilmiştir. Şimdi dua vaktidir, seyir vakti, sükût vaktidir.

Geldiler! Eski zaman yolcuları. Bin yıllık yoldan gelir gibi geldiler. Bana dünlerin rengini, yitik resimlerimi getirdiler. Art arda indirdiler hatıraları avuçlarıma. Ahşap evlerin bahçelerine serpildiler, geniş saçaklı çatılardan sarktılar, sokak lambalarının sarı ışığında eğleştiler.

“Kalplerin divane şarkısı!”, “Güvercinlerin şiirleri”, “Yasemin yaprağı, ıslak bulut”. Her yanda “Elhan-ı Şita”. Acaba şairin dediği gibi midir onlar? “Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi, geçen eyyam-ı nevbaharı (mı) arar?” Bu yüzden mi “Semadan düşer düşer ağlar?”

İşte! Nedir “Yağan üstümüze geceden!” Kimi şairin kaleminde kelebek, kiminde hüzün, kiminde dua… Bu beyaz geline sevdalı nice yüreğin niyazıyla yağsın yine. Durmasın bu “bin yıldan uzun gecenin bestesi!” “Sırf unutmak için unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın!” Durmasın “Kış göğünün eli” “Ey göğün eli, izzetin eli, kışın eli dök!” “Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına/ Allah aşkına/ Gök, deniz aşkına/ Yağsın kar üstümüze buram buram.”

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 26.01.2015)

BİR ŞEHRE SEVDALANMAK

Ruhumu kanatlandıran görüntüler geçiyor zihnimden. Kendimi, her yanını parlak, metal bir renge boyamış, uzaklara diktiği gülümseyen bakışlarıyla akordeon çalan, korsan kıyafetli, orta yaşını çoktan geçmiş bir sokak şarkıcısının önünde buluyorum. Müziği, ufak kare taşlarla döşenmiş sokak boyunca takip ediyorum; az önce yağmur yağmış ki nefesime ılık bir nem karışıyor.

Yokuştan inerken sivri çatılı tarihi taş binaların, karanlık kapılarının küçük bir bahçeye açıldığı sinagogların; girift, heybetli mimarisiyle insanların yanında minicik bir böcek gibi kaldığı katedrallerin önünden geçiyorum. Yolum, caddeler ve sokaklar boyunca dönüp dolaşıp ferah meydanlara çıkıyor. Salkım söğütlerin gölgelediği banklarda nefeslenirken ağır ağır giden faytonları, tramvayları seyrediyorum.

Nehrin bir yakasını diğer yakasına bağlayan, üzerinde hayretengiz hikâyeleriyle birbirinden farklı heykellerin dizildiği; satıcıların cezbedici sergileriyle, ressamların şövaleler üzerine sıraladığı portrelerle, dilencilerin şovlarıyla karnaval hengâmesindeki tarihi bir köprüyü, bütün bir şehri dolaşır gibi dolaşıyor, bütün bir şehri izler gibi izliyorum.

Bahar yağmurlarının bulandırdığı nehre, gökyüzünün grisi sızmış. Sular, hırçın, dalgalı ama üzerinde hiçbir şeye aldırış etmeden akan beyaz feribotlardan müzik sesi yükseliyor. Nehir kenarında uzanan güleç söğütler, güneşten değil göğün mat renginden koruyor insanları. Yağmur, cıvıltıyla, aceleyle tekrar yağıyor sokaklara, nehre, köprüye… Her yanda şeffaf yağmurluklar, şemsiyeler… Neşeli damlalar, günün en tanıdık misafiri, hayat onlarla akıyor bu şehirde.

Burada ruhuma tanıdık gelen ne var, bilmiyorum. Kanallar üzerinde küçük bir kurdele gibi duran köprüleri de bilirim ben ve yel değirmenlerini, lale bahçelerini de. Ne zaman yolum bir uzak şehre düşse, ömrümün güneşli günlerini aramaya çıkarım. Belki bir şehre sevdalanmak böyle bir şeydir! Gezdiğim, gördüğüm her yeni yerde onu arayışım bundandır belki. Bütün şehirlerde onu görüşüm. Vedalaşırken vuslatın hayaliyle avunarak yola düşüşüm.

Benim özlediğim bir şehrim var dünya yüzünde, sanki gittiğim her yerde ondan bir parça vardır, aynı göğün altındaki bütün şehirler ondan bir iz, bir hatıra taşır.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 15.01.2015)

YILDIZLAR

Geceye inen yıldızları izleyesim var şimdi. Yaz gecelerinde ne güzel olur seyre dalmak onları. Güneş, arkasına dönüp ışıltılı eteğini peşinde sürüyerek giderken; dağlardan, ovalardan ufka doğru uzanan koca okyanuslar, bir anda karanlığa teslim olur. Sonra yıldızlar çıkar ortaya. Gözlerini kırpıştırarak art arda dökülürler göğün atlasına. Geceye lacivert sürerler. Yücelerden; öyle günahsız, öyle ümitvar, öyle suskun izlerler dünyayı.

O koca yürekleri, dünya kurulduğundan beri; neler görmüş geçirmiştir, nelere şahit olmuştur? Bu izleyiş, bilgece bir seyir gibi gelir bana. “Beş vakit sabrın gül suyuyla yıkanan” “Kepez” misali yıldızlar da uçsuz bucaksız semaların “dilsiz bir görgü tanığı” değil midir? Onlar gökyüzünün gözleri olarak, “ağır ağır uyanmaya başlayan deniz dibinin devlerine” ve ya “koç sürüsü dalgaların gerine gerine toslaşmasına” tanık olmuşlar mıdır? “Her dilden hüzünlü şarkılar dinleyip” bir “yosun tarlasında ölümü” görmüşler midir?

Yoksa Ali Akbaş’ın dediği gibi midir: “Yıldızlar, / İri, şehlâ gözlerdir/ Geceyi gamlı kılan/ Uzaktan süzerler bizi/El değmemiş terütaze tenleri/Ölmüş ergen kızlardır/Yıldızlar”

Bir Anka kuşu olup efsanelere doğru uçuyorum şimdi. Ad Kavminin İrem Bağlarından, Nemrut’un rüyasından geçiyorum. Babil’in Asma Bahçelerinden süzülüp dillere destan kulesinde konaklıyorum. Elinde yıldız namesi eksik bir müneccimim şimdi. Bana haberlerini anlatsınlar diye gözlerini gökyüzüne dikmiş bir yıldız bakıcısıyım. Yıldızlar, hangi çağda insanın gönlünü kendisine ram etmemiş ki…

Ben onları daha çok, karanlığa bir noktacık ışıklarıyla meydan okuyan yiğit yürekler olarak görürüm. Hep güzelliği haber veren, iyiliğe, öze, manaya çağıran… Onlar, göğü şenlendirmeseydi; insanlar masallar yazabilir miydi çağlar boyunca, karanlıkta iz sürebilirler miydi? Kervanlar yönünü nasıl tayin ederdi zifiri çöllerde? Onlar asırlardır kocaman asalarıyla karanlık gecelerde yol gösteren ışıktan dedeler gibi ve ya denizin ortasında yardıma hazır birer deniz feneri gibi nöbettedirler.

Göğün bu güzelim ateş böcekleri olmasaydı gecenin bir yarısı kağnısıyla tarlasından ekinini yüklenmiş bir çiftçinin mutluluğu yarım kalmaz mıydı, diyorum. Peki ya şairler? “Çakılların elmas olduğu” yıldızlı gecelerin şiirlerini yazabilirler miydi acaba? Mahkûmlar, sürgünler, yolu gurbete düşmüşler; kan sızan yaralarına nerden ümit sürebilirlerdi? Bazen, yıldızlı bir göğün, daracık bir pencereden görüldüğü kadarı bile paha biçilmez bir servet değil midir? Nitekim yıldızlar, ölümü değil, hayatı müjdeler; onlar yokluğun değil, sonsuzluğun habercisidirler.

Bu yüzden gökyüzünün yıldızlarını, fikir sancısı çeken dava adamlarına benzettiğim de olur. Onlar, gökten yere kaymış yıldızlardır. Yerdeki yıldızlar… Toprağın, hududun, cefanın yıldızları… Göktekilerle aynı havayı solur, aynı ruhla yaşarlar. Onların diyecek sözü vardır; bir duruşu, uğruna öleceği bir sevdası vardır. Herkesi kucaklayan, kurtaran bir çaresi… İyi güne değil kötü güne şifa nefesi, imkânsız nedir bilmeyen felsefesi vardır. Yeryüzünün yıldızları, yaşadıkları toplumlara yol gösteren, bir ümidin, bir davanın insanıdırlar. Bunlar, gökten yere kaymış yıldızlar, toprağa düşünce adları Mehmet Akif’tir, Necip Fazıl’dır, Sezai Karakoç’tur, Cemil Meriç’tir, Kemal Tahir’dir ve daha niceleridir. Onlar yaşadıkları çağlardan günümüze uzanan yıldızlardır.

Zannımca, onları bu denli aydınlık yapan, bir ütopyalarının olmasıdır. Onlar yaşadıkları çağlara, bir vecd ve neşve kazandırmaya çalışan, yeni bir dünya arzulayan, söyleyecek sözleri ve kavgaları olan adanmışlar; kimileri farklı iklimlere, kimileri de kendi içindeki iklimlere sefere çıkmış, beyaz kanatlı yelkenlilerdir.

Yeryüzündeki yıldızlarımız, “Avazeyi âleme Davud gibi salmış; gök kubbede baki kalmış sadalardır.” Hepsi de “birer yaralı bilinçtir.” Aynı silahla açılan yaralarının merhemi de birdir.

Karanlıklar mıdır, onların yıldız olmalarına sebep derim bazen. O sorguladıkları, çareler ürettikleri, yok etmek için yollar yöntemler çizdikleri karanlıklar ortadan kalksaydı eğer, aydınlık gökte onları görmeye gözlerimizin gücü yeter miydi? Sezai Karakoç’un, “Bengisu bengisu kaynayıp çağlayarak” gözlediği “Diriliş” düşüncesi hakikat olsaydı mesela? Ya da Akif, “Asım’ın Nesli”ni görebilseydi? Necip Fazıl, düşünce, tarih ve bir coğrafya sevdasına isim olmuş Büyük Doğu’ suna vasıl olabilseydi? O vakit karanlıklar çekilmiş olacaktı, bu yüzden kendi ışıklarına da lüzum kalmayacaktı, kim bilir? Ama ne zaman karanlıkta kalsa gökyüzü, onlar kâinattan topladıkları bütün ışıkları kendi özlerinde harmanlayıp yansıtacaklardır.

Onlar… Yıldızlar… Semanın ve arzın için için yanan yürekleridir.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 08.01.2015)

GİTMEME SEBEP

“Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Yeryüzünde bir halife yarataca ğım.” demişti. Melekler: “A! Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tespih ediyor ve takdis ediyoruz” dediler. Rabbin, ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi. (Bakara Suresi/30) “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip: “Eğer (her şeyin iç yüzünü bilen) sadıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin.” buyurdu. (Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki sen her şeyi bilensin ve hikmet sahibisin. (Bakara 31-32)

Bugün şehri izlemekten vazgeçiyorum. Patiskalarını indiriyorum penceremin. İçimdeki ince sızıyı, gözümdeki karanlığı, ellerimin hüznünü alıp Bakara Sûresi’nin kapısına varıyorum. En başa, ilk güne, insanın yaratılış hikâyesine gidiyorum. Her şey gitmeme sebep!

Dünya toprağının bütün renkleri tutuştu atlasımda. Kalbine kor düşmüş yeryüzünün. Kıvılcımları semayı almış. Haritalar molozdan yığınlara benzer şimdi. Dumanlı bir göğün altında artık yeryüzü! Her şey gitmeme sebep! Doğumlar, ölümler, demirler, mermiler, çocuklar, ille aynalar, aynalar gitmeme sebep.

Elimde tek cümlelik yüküm var ama ağırlığı dağlara bedel. “Neydi insandaki hikmet?” diyeceğim. O eşikte, o yüce kelamın kapısında bu tek cümlelik yükümle bekleyeceğim. “Neydi insandaki hikmet?” Bu tek cümlenin yanında getirdikleri de, kelimesinden, hecesinden doğan başka sorular da düşecek eşiğe. Varoluşun sırrı neydi? Yeryüzünde bir insan varlığının lüzumu neydi? Hayatın manası neydi? Gitmeliyim, sorular gitmeme sebep.

İnsanın insana yaptığını deyince sular, yangınlar, dağlar, taşlar… Tarih söndüremeyince renkleri sevmeyenlerin çıkardıkları yangını ve denizler söndüremeyince… Mahiler sorunca yeryüzünde doymayan canavarın etten mi, kemikten mi, çelikten mi olduğunu ve gökyüzünde öbek öbek göç eden kuşların Ayşe mi, Ali mi, Hasan mı olduğunu? Yoksa koca arzın insana dar mı geldiğini sorunca toprak! Ateş gitmeme sebep, toprak gitmeme sebep, yangın gitmeme sebep!

Meleklerden dökülen soru kaplıyor bütün sayfamı şimdi. “Yoksa yeryüzünde kan döküp, bozgunculuk yapacak bir varlık mı yarattın?” Hikâyenin ortasında mıyım, başında mı bilemiyorum. Meleklerin sorduğu gündeyim ya da onların korkusunun, hüznünün içindeyim. Saf iyilikten ibaret bir varlığın sorusuyla vuruluyorum. Kan döküp bozgunculuk yapacak bir varlık! Yoksa o ben miyim?

Sırtlarına sorulardan yükleriyle gidenler ne olmuştu? Yoksa çok soru sorduğu için helak olan milletler gibi sonsuza dek pişman olmaya mı yazgılıydı benim ömrüm? Bütün hayatlar, umutlar, cevaplar gitmeme sebep.

Âdem’ den dökülen kelimeleri buluyorum eşikte. Melekleri hayran bırakan kelimeleri buluyorum. Hangi eşyanın adıydı, nasıl bir lisandı bilmediğim ama meleklerin bağlanışıyla teslim olduğum, geri çekildiğim kelimeleri. Yoksa dilde miydi bütün hikmet? Seçilen kelimelerde miydi? İnsan, seçtiği kelimelerden mi ibaretti? Varlığın özü, sessiz ya da sesli bir lisan mıydı yalnız? “Ben, sizin bilmediğinizi bilirim” diyen bir kudretin öğrettiği kelimeler, meleklerin secdesi için, rızası için kâfi gelen belki de her insana nasip olmayan meçhul kelimeler?

Sema için arz için, ateş için su için, Âdem’in bildiği ve dediği bütün lisanların hürmetine, melekleri ikna eden en özge kelimenin hürmetine, bir dua bırakıyorum o eşiğe. İnsana kaybettiği lisanı buldur Rabbim. Cennet yurdunda Âdem’e öğrettiğin lisanı…

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 30.05.2015)

SIRASI GELEN YOLCULAR

Zaman denen nakkaş, ustaca işler izlerini yüzümüze. Hiç fark ettirmeden ince dokunuşlarla gün gün derinleştirir çizgilerini. Yorulmadan, vazgeçmeden, kararlılıkla bir siler, bir çizer biteviye. Eski fotoğraflarımıza şaşırmamız bundandır işte. Kendi yüzümüz, biz hiç anlamadan değişmiştir.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2