Полная версия
Sıcak Taşlar
Öfkeyle homurdandı. Ayıcıklardan en oburu ise annesine aldırmadan tırmanmaya çalıştı ve çevik hareketleriyle kolayca ıhlamura çıktı. Annesi kızdı ve pençeleriyle ağacı itip kakarak onu inmeye zorladı. Fakat balın kokusunu alan minik ayı, annesinin ihtarını duymak bile istemiyordu. Pençesini kovuğun içine soktu ve korkunç bir sesle avaz avaz bağırdı. Öfkeli arıların vızıltısı bir anda ormanın akşam sesliğini bozdu.
Arılar kovuktan çıkarak küçük canavara acımasızca saldırdılar. On kadarı ayıcığın küçük burnuna yapıştılar ve ip ince iğnelerini batırdılar. Diğerleri de üşüşerek, büyük tüy kalpağı misali kafasını kapladılar. Ayıcık ağrılarından ulumaya ve kıvranmaya başladı. Aşağıda ise annesi pençeleriyle ıhlamur ağacını itip kakıyor ve ona çabucak ağaçtan inmesini istiyordu. Fakat ayıcık hiçbir şey duymuyor; ulumaya ve çırpınmaya devam ediyordu. Nihayet dallardan yere sıyrıldı.
Bu defa arı ailesi tüm gücüyle ayı ailesine saldırdı. İhtiyar ayı korkmuyordu. Gözlerini korumak için kocaman başını öne eğdi, arıların soktuğu ayıcığı kavradı ve korkunç bir homurtu ile dere doğru koştu. Ayıcığı derenin en derin yerine attı; kardeşini de onun yanına itti. Arkadan da kendisi suya daldı..
Sırtlarına, yüzlerine gözlerine yapışan arılar şimdi su üstünde yüzüyordu. Soğuk su, küçük ayıyı kendine getirdi ve ağrılarını hafifletti. Fakat kafası öylesine ağırlaşmış ve şişmişti ki, gözleri güçlükle fark ediliyordu.
Arıların kovuğa döndüklerini görünce, ayı ailesi de dereden çıktı ve mağaraya doğru yola koyuldu. Yaşlı ayı önde yürüyor ve öfkeli öfkeli mırıldanıyordu. Canı yanan ayıcık da aksayarak ve uluyarak peşinden gidiyordu.
Bir soyka ağaçtan ağaca uçuyor, çığlıklar atıyor ve sanki gülüyordu. Her şeye tanıklık eden ağaçkakan ise şiddetli bir sesle uzun zaman:”Ha,ha, ha, ha, ha haaa!”diye yaygara koparıyordu.
PAVEL VEJİNOV
9 Kasım 1914’te Sofya’da doğdu. Yine doğduğu kentte yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Septemvri ve Plamık gibi ülkenin en itibarlı dergilerinde redaktör olarak çalıştı. Bir süre de, edebiyatta ve sanatta kuram konularını işleyen “Sıvremennik” adlı derginin Genel Yayın Müdürü görevini yürüttü. 1970’li yıllarda Bulgar Sinematografya Genel Müdür Yardımcısı ve kurum nezdindeki sanat konseyinin başkanlığını yaptı.
Fevkalâde hikâyeleri ve romanlarıyla Bulgar edebiyatının usta yazarları arasında yer aldı. Birçok eseri sinemaya aktarıldı. Bulgar bilim – kurgu edebiyatının da temellerini atan yazarın “Zvezdite Nad Nas“ (Üstümüzdeki Yıldızlar), “Vtora Rota” (İkinci Tabur), “Noştem s Belite Kone” (Beyaz Atlarla Gece Yolculuğu), “Sinite Peperudi” (Mavi Kelebekler) adlı eserleri büyük bir beğeniyle okunmaktadır.1983 yılında vefat eden Pavel Vejinov’un yapıtları Rusça, İngilizce, Çekçe, Macarca gibi birçok yabancı dile çevrilmiştir. Filmleştirilmiş eserleri de bulunmaktadır.
ŞOSEDE BİR SONBAHAR GÜNÜ
Beyaz iskemlenin arkalığı yoktu, bütün sırtımı uyuşmuş hissediyordum. Bir saatten fazla burada oturuyordum. O ise, daracık yatağında bu zaman zarfında hiç kıpırdamadı. Belki de bunun için çarşafları bu kadar pürüzsüzdü; sanki onların içinde insan yatmıyor, bir ceset yatıyordu. Yorgunca bir sesle:
– Anlamı yok! Bütün bu hikâyede hiçbir anlam yok… diye söylendi.
Ona itiraz etmek istedim, ama kendimde bu gücü bulamadım. Biraz sustu, sonra hiç ilgisizce devam etti:
– Bütün subjektif dediğimiz hayat, esas itibarı ile gerçek dışıdır. Sakin bir gölde bulutların yansıması gibi. Eğer göl dalgalanıp da yansımalar kaybolursa, bu demek değildir ki bulutlar da kaybolmuştur. Onun yüzeyinde vuku bulan her şey anlamsız bir ölümdür…
– Yine de yaşamak lâzım! diyerek anlamsızca cevap verdim.
– Niye?
– Çünkü böylesi doğaldır.
– Tereddütte herhâlde haklısın! dedi ve devam etti. Tabii, fakat… Hiçten varoluyorsun, yaşıyorsun, yeniden hiçe dönüyorsun… Senin düşüncenin gerçekleşmesi bir hedefe ulaşacaksa, o başka bir meseledir…
Ben sustum. Beyaz oda yavaşça karanlığa büründü, uzaklardan bir uğultu duyuldu… Yalnız onun yüzü, hep öyle beyaz, yanakları temiz, pürüzsüzce traşlı, göz kapakları karıncalaşmış titreyerek donup kaldı. Pencereye bakarak, sessizce:
– Fırtına geliyor, gitmen gerek… dedi.
– Yok bir şey! dedim. Arabaylayım.
– Hayır, hayır sen git! Yol kayganlaşacak, yolculuk tehlikeli olur…
Hakikaten burada daha fazla kalmanın hiçbir anlamı yoktu. Kalktım ve cesaretle elimi uzattım; gülümsedi ama elini uzatmadı.
–Git,sen git!…, dedi.
Doktor Veselinov, muayenesinde röntgen filmlerinin üzerine eğilmiş inceliyordu. Elindeki film anlayamadığım bir şekilde bana çok uzaklarda karanlık içinde dağılmış bir galaksiyi andırıyordu.
– İlerleme var mı? diye sordu.
– Tereddütle: Başını kaldırmadan var diye düşünüyordum! diye cevap verdim.
– Velhasıl onu ikna etmeniz lâzım dedi. Cerrahi müdahale olmadan hayatını garanti edemem…
– Evet, biliyorum! dedim.
Ancak bundan sonra o biraz doğruldu ve acayip zeytin renkli gözleri ile bana baktı.
Hasta kokuları ve endişe ile ağırlaşan yüreğimle dışarı çıktım.
Daha önce dikkatimi çekmediği geçidin üstünde hakikaten kara yağmur bulutları dolaşıyordu. Betonla kaplı avlunun içinde arabamı toz duman sarıyor. Kısa, sert rüzgâr dans ediyordu. Tam yola çıktığım sırada kurşun gibi kocaman ve iri damlalar düşmeye başladı. Lâstiklerimin aşınmış oldukları o zaman aklıma geldi. Bu ağır konuşmanın ardından kendimi zayıf ve ezik hissediyordum, ama yine de telaşlı değildim. Arabayı geri çektim ve yavaşça sürerek yokuşu tırmanmaya başladım.
Daha ilk kilometrede fırtına beni yakaladı. Gürültülü Eylül fırtınası biraz geç kalmıştı. Arabanın ön camına vuran sudan yol görünmez oldu; durmaya mecbur kaldım. Arabayı dikkatlice bankete çektim ve stop ettim. Yağmur aynı şiddetle şapırdıyor, bulutların gümbürtüsü devam ediyordu. İskar geçidi’ndeki ıslık çalan bu fırtınaları tanıyordum; bir zamanlar onları seviyordum da. Asfalt yolun üzerinde biriken su dere gibi akıyor, ara sıra şimşeklerin ölü yansımaları ile parlıyordu. Yolun öte yanında hiçbir korkuluğu olmayan, buhar kokan dibi görünmeyen korkunç bir uçurum başlıyordu.
Yan camı açtım, yağmur ıslatmasın diye direksiyondan birazcık sağa kaydım. O an mide bulantısı hissediyor, ölüm düşüncesi beni takip ediyordu. En korkuncu o bunu kabullenmişti. Ölümü kabullenmek, bunu hiç anlamıyordum ve bu duyguyu hissedemiyordum. Elbiselerime sinen sanatoryumun o iğrenç kokusu hâlâ midemi bulandırııyordu. Acaba ne olurdu doğrudan uçuruma doğru yürüsem? Herkes bunu delilik zannederdi. O zaman niye hayatta bütün yaptıklarımız delilik olmasın ki? Belki de arkadaşımın kalbinde olan duygu da budur.
En sonunda fırtına biraz diner gibi oldu. Yine de rüzgârla gelen, bulanık ve hafif kurşuni yağmur yağmaya devam ediyordu. Motoru yine çalıştırdım.
Herhâlde uzaklarda, batıda koyu bulutların içinde küçücük bir pencere açılmıştı ki, asfalt pembeleşmişti. Motoru çalıştırarak yokuşu tırmanmaya başladım. Pembeleşme daha da belirginleşti, dağın eteklerindeki akçaağaç ormanları kırmızımsıya bürünüyordu.
İki kilometre yol ya aldım ya da almadım, gözüme uzaklarda bir insan göründü. Tek başına yolun solunda yürüyordu. Arkasından gördüğüm kadarıyla yaşlı bir adama benziyordu. Sıska endamlı ve omuzları sarkıktı. Cılız boynunda yaşlı bir öküzün arabayı bir tarafa çeken gerginliği hissediliyordu. Daha fazla yaklaştığımda üzerinde eski, kaba bir pantolon ve çadır bezinden dikilmiş bir parka olduğunu gördüm. Onu geçmiştim ki, gayriihtiyari bir şekilde durdum. Ani fren yaptığımdan arabanın hafifçe kaydığını hissettim, fakat yine de umursamadım. Kapıyı açıp arkamda yürüyen ihtiyara baktım. Oysa pek de yaşlı değilmiş. Yüzü zayıf, derin kırışıklı,kaba, ve her mevsim bu ormanlarda dolaşarak mantar toplayan ihtiyarlara benziyordu. Adam hafifçe bana baktı, onun için durmadığımı düşünerek yoluna devam etti.
– Binebilirsiniz! dedim…
– Çamurlu ayakkabılarına üzgün üzgün bakarak:
– Kirletirim…
– Yok bir şey, binin…
Adam tereddütle arabaya yaklaştı. Döndüm ve arka kapıyı açtım. Yavaşça:
– Teşekkür ederim, dedi ve arka koltuğa oturdu.
– Mantarları arabada unutacağından korktuğundan mıdır ne, sırt çantasını indirmediği dikkatimi çekmişti. Belki de arabaya hiç binmemiş ve böyle bir alışkanlık edinmemiş de olabilirdi.
– Lâf olsun diye nereye gittiğini sordum.
– Fark etmez! diye cevap verdi. Rüzgârın götürdüğü yere…
Bu kelimeler basitti, ama sesi beni şaşırttı. Böyle işlek ve kültürlü sesin en az eski bir lise öğretmenine ait olması gerekirdi. Ona kısaca yolculuğumun Vlado Triçkov’a kadar olacağını söyledim.
– Evet, biliyorum, dedi. Sizin orada yazlığınız var…
– Afedersiniz, acaba tanışıyor muyuz?… Ben simaları pek belleyemem de!
– Yoo, hayır! Siz beni hiç görmemişsinizdir. Fakat ben sizi bir defa pompalı tüfeğinizle gördüm…
Bu hoşuma gitmedi. Hakikaten iki yıl önce oğlum için böyle bir tüfek satın almıştım. Etraftaki bütün serçe kuşlarını temizlemeden içim rahat etmedi. Bu hatıranın yükünü üzerimde hissediyordum. Ne kadar zaman geçse de kendimi baskı altında hissediyordum. Gayri memnun bir tavırla:
– Evet, doğru! O zamanlar beni bir delilik tutmuştu.
Yol arkadaşım sakince bir sesle:
– Galiba ihtiras insanları en son terk edecek olan tutku olacaktır, dedi.
– Hangi ihtiras?
– Şu öldürme tutkusu…
–Buna cinayet demek biraz fazlaya kaçmıyor mu? Esas itibariyle bu bir avlanmaktır.
– Evet, avlanmak! diyerek kabul etti. Fakat ekledi: Sonuçta canlı bir varlık yok oluyor…
Döndüm ve ona baktım. Daha fazla kederli ve hüzünlü görünüyordu. Gözleri anlamsızca camdan dışarı bakıyordu.
– Siz vejeteryansınız galiba? diye ahmakça soruverdim.
– Değilim. Seneler önce atlar her şeyimizdi. Memleket atlarla doluydu. Şimdi onları traktörlerle değiştirdik… Bundan atlar ne kazandı. Tabii ki hiçbir şey… Belki de gelecekte atları sadece hayvanat bahçelerinde göreceğiz. diye cevap verdi.
Üzülerek:
– Galiba öyle olacak! dedim.
– Hakikaten acıklı bir durum… Tabiattaki iyi bir şeyi tanımlamak zor bir olaydır… Böyle basit bir insandan bu gibi kelimeler duymayı beklemezdim. Bu civarda oturduğunu sanarak mekânını sordum.
– Tanımadığım bu adam :
– Pek yakında değil,diye cevap verdi.
– Bana öyle geldi ki, sanki yakınlardaki bir evden çıkıp geldiniz.
– O oo, hayır! Niye öyle sandınız ki?
– Çünkü karşılaştığımızda üzerinizdeki elbiseler hemen hemen kupkuruydular.
Yarı şaka ile:
– Evet, tamamen unutmuşum. Siz cinayetli olaylarla da ilgileniyorsunuz, dedi.
Söyledikleri beni şaşırtmıştı. Arkaya dönüp yüzüne baktım. O an bana öyle geldi ki, sanki böyle sakin ve keskin bakış şimdiye kadar görmemiştim. Birdenbire gözlerinde bir ürperti sezinledim.
– Dikkat edin! diye bağırdı.
Sesinde korku yoktu , ben de hiç irkilmedim. Ancak biraz sonra arabanın kaydığını hissettim. Hemen önüme dönüverdim. Virajlarda kaybolan uzun ve epey dik yokuştan henüz iniyordum. Şimdi araba hiç kontrolsüz var gücüyle aşağıya doğru uçuyordu. Hiç kımıldayamadım. Daha önce de böyle donakalmış anlar başıma gelmişti. Direksiyonun arkasında duruyordum ve kendimde değildim: Korku, düşünce, önsezi-bende hiçbir şey yoktu. Fakat arabanın yoldan çıktığını ve uçuruma yuvarlandığını anlamıştım. Korkunç darbeyi beklerken, gözlerimi dahi kapatamadığımı hatırlıyorum. Arabam önünü yukarı doğru kaldırdı ve kuş gibi uçurumun üzerinden süzülüverdi. Ben yalnız direksiyonu tutuyordum, araba hafifçe döndü, şose tarafına doğruldu, yavaşça, hiç hissedilmeden lâstikler yolun asfaltına yapışıverdiler. Bir an hareketsizce donakaldım. İlk düşüncem elbette rüya gördüğümü sandım. Yok. Bu hiçbir şekilde rüyaya benzemiyordu. Ben her şeyi hatırlıyordum. Kirlenen asfaltı, dökülen yaprakları, yarılmış yamaçlardan akan suları görüyordum. Telefon tellerine konan kuşları da gördüm, boğazdan geçen trenin uzaklardan gelen düdüğünün sesini de duydum. Fakat her şeyden daha çok belirgin olarak uçurumu ve sağ tarafımda bulanık akan nehrin sularını görüyordum. Rüya gördüğümü sandım; belki de halüsinasyondu?
O an arkamdaki adamı tamamen unutmuştum. Birden onun her zamanki sakin ve alçak sesini duydum:
– Hayır, ürkmenize gerek yok… Ne olduysa her şey normal ve hakikatti…
İrkildim ve dönüverdim. O sakince yerinde oturuyordu, sanki hiçbir şey olmamıştı.
–Nasıl hakikat olabilir ki?..
Ciddi bir sesle:
–Tamamen hakikat! diye cevap verdi.
– Siz kültürlü insansınız, bu olayın ne olduğunu bilmiyor musunuz?
– İşin aslı o ki, böyle bir olay yoktur. Hiç olmazsa yaşayan insan bunu görememiştir.
– Kendinizden o kadar emin olmayınız… Levitasyonun1 ne olduğunu hiç duydunuz mu?
–Evet, elbette, bu bir Hint hokkabazı düzenbazlığıdır… Ama bunu binek otomobillerle yapabilecekleri sanmıyorum…
Tanımadığım adam gülümsedi:
– Evet, arabayla daha da zordur. Fakat prensip olarak aynıdır…
– Demek yerçekimine karşı olan güçleri biliyorsunuz!
–Evet, buna benzer…
Çekingence mırıldanarak:
– Ama bunun için herhâlde çok büyük miktarlarda enerji gerekiyordur, dedim.
–Enerjiler insanların onlar haklarında bildikleriyle tükenmezler.
İnsanların bildikleri! Bu sözler ile ne demek istemişti? O da insan değil miydi?
Hakikatler ortada dururken bütün kelimelerin ne anlamı olabilirdi. Uçurumun kenarında bile arabanın çamurlu izleri hâlâ gözlerimin önünde. Benim, uçurumdan aşağıda parçalara dağılmış olmam gerekirken, yolda, bu korkunç yerin birkaç metre ötesinde sakince duruyordum. Batıl inançlı değildim, gözlerimle eğer görsem şeytanın var olduğuna dahi inanabilirim.
Fakat arkamdaki insan her şeye benziyor, fakat şeytana benzemiyordu.
–Benim için mi yaptınız bunu? diye yeniden sordum.
–Tam olarak değil… Ama siz benim yüzümden kaydınız. Eğer arabanıza binmemiş olsaydım, belki de bu olay olmamış olabilirdi… Arkaya döndü ve ekledi:
– Gidelim!
Ben sessizce motoru çalıştırdım. O zaman fark ettim ki ben arabayı hiç durdurmamışım. Sonra vitese geçtim ve yavaşça yürüdüm. Ellerim hâlâ hafifçe titriyordu. Yüz metre kadar geçince tekrar sordum:
–Yer yüzündeki her insan, az veya çok mucizelere inanır… Taa şimdi anladım sebebini. Bu, onun ölümü kabullenmeyişinden ötürüdür…
–Bu öyle anlı şanlı bir mucize değildir ki, diye cevapladı. Özel bir nimet de değildir. Bilincin ölümsüzlüğü var olan ve mümkün olan doğada problem değildir. Problem başka yerdedir…
–Bilhassa nerededir?
Şakayla karışık:
–Çok bilmek istiyorsanız! Problemin var olmasının ta kendisindedir, dedi.
– Siz dünyalı mısınız?
– Bu mesele hakkında sizin düşüncelerinizi duymak ilgi çekici olabilir.
– Bu bana hepten imkânsız gibi görünüyor, dedim. Bu yaptıklarınızı insanlar, herhâlde yüzyıllar sonra yapabileceklerdir.
– İyimserlik iyi bir şeydir, – Yine de bu kadar erken olabileceğine inanmıyorum.
– O zaman, siz dünya dışı bir medeniyetin elçisi gibi gözüküyorsunuz.
– Böyle düşünmeniz mantıklıdır, diye cevapladı.
– Doğru değil mi?
– Peki niye olmasın, kendi mantığınıza güvenin…
– Doğrudan neden cevap vermiyorsunuz?
– Çok basit, dedi. Formalite icabı da olsa bana verilen talimatlara uymaya çalışıyorum.
– Evet anlaşıldı, diye başımı salladım.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Levitasyon-bilimsel olarak kanıtlanmamış olan cisimlerin güçlü bir iradeyle yerlerinden oynatılması ve yerlerinin değiştirilmesi.