bannerbanner
Geçmeyen Geçmiş
Geçmeyen Geçmiş

Полная версия

Geçmeyen Geçmiş

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

– Neyiniz var? diyerek hiçbir muayeneye bile gerek görmeden bizi birkaç tahlile yönlendirdi. Hastane koridorlarında her yerin yabancısı olduğumdan tanıdığın da yardımı ile tahlilleri yaptırıp üç gün sonra sonuçları almak üzere bıraktık.

Bu arada babam zaman zaman bütün direncini kaybediyor, ayakları üstüne basamıyordu. Dışarıdan gelen yardımı da kabul etmiyordu. Getirdiğim yürüme destek arabasını da kullanmadı. Onu kullanırsa, ona bağımlı kalıp bir daha yürüyemeyeceğini takmıştı kafasına, ne diller döktümse ikna edemedim. Başkasına muhtaç olması, üç aydır evden dışarı çıkamaması, dizlerinde yürüyecek derman olmaması onu aşırı sinirli, sabırsız bir duruma sokmuştu. Selin’le tahlilleri almaya gideceğimiz gün morali aşırı bozuktu, gözünü saatten ayıramadı. Morali bozuk olduğu günler vücudu tamamen kendini bırakıyor, hiç kalkamıyordu. Tahliller sonucunda doktorun verdiği ilaçları almak için eczaneye girdiğimizde masanın yanında, vitrine yakın yerde duran tekerlekli sandalye ilişti gözüme. Daha önce bunu da sormuştum babama…

– Baba! dedim. Yürüme destekli arabayı kullanmak istemiyorsun, o zaman sana tekerlekli sandalye alayım, hem hastane önünde sandalye bulmak için eziyet çekmezsiniz hem de güzel havalarda bahçeye çıkar, temiz hava alırsın.

– İstemem! dedi hemen.

– Babacım çok rahat edersiniz.

– Kim itecek o arabayı, diye tersledi yine.

– Selma Abla var ya…

– Siz onu çok mu sağlam zannediyorsunuz? Anlamıştım, yine yokuşa sürüyordu. Selma Abla, Allah razı olsun, elinden geldiği kadar iyi bakıyordu babama, bunu hepimiz biliyorduk.

– Baba, seni kolundan tutup kaldırmak onun için daha ağır, sandalye asıl onun için kolaylık olacak, dedimse de dinletememiştim. Sonunda “Senin paran çok galiba, ne yaparsan yap!” diye beni bir güzel payladı. Biz, babamın artık bu tür sitem dolu sözlerini ciddiye almak istemesek de bazen diğer odaya geçip gözlerimizi silerek o anı atlatıyorduk. Eczanede sandalyeyi görünce, duyacağım sözleri hiçe sayıp hemen o anda kararımı verdim, Selin’e dönerek.

– Biz bu sandalyeyi alalım ama eve gidince saklayalım. Babam görmesin, dedim. Selin soran gözlerle yüzüme baktı.

– Bugün olmazsa bile yarın babamın buna ihtiyacı olacak, en azından o zaman hazırda olur böylece hastane önünde sandalye aramak zorunda kalmazsınız, dedim. Sandalyeyi alıp eve geldik ve bir suçlu gibi hemen ortadan kaldırdık. Daha sırada doktorun tahlil sonuçları vardı, hesap vereceğimiz… Önce ben anlattım, sonra Selin’e anlattırdı tekrar.

– Yalan, vallahi de billahi de yalan, dedi.

– Yalan olan ne baba?

– Doktorun dedikleri… Doktorun dedikleri, o kadar hastalık arasından ona çok basit gelmişti, teşhisin doğru olduğuna ya da bizim gerçeği söylediğimize inanmıyordu.

– Benim babama bile güvenim yok, dedi. Çünkü daha önce başka doktorlar aylarca yanlış ilaç vererek yanlış tedavi uygulamışlardı. Ben bundan habersiz olduğumdan o anda istemeden de olsa sesimi yükseltmiştim.

– Baba ne söylemelerini istiyorsun?

Dedim ve dediğim anda çok pişman oldum. Ama ne çare ki söz ağzımdan çıkmıştı bir kere, toparlayamadım. Babacığım ağladığımı görüp, üzülmesin diye kendimi hemen banyoya attım, bir süre ağladıktan sonra hepimizin yaptığı gibi elimi yüzümü yıkayarak hiçbir şey olmamış gibi odaya döndüm. Babam zor günler geçiriyordu. Biliyordum, tekerlekli sandalyeyi de yine istemeyecekti, ta ki Allah korusun, bir daha yürüyemeyeceğine ikna olana kadar…

Şu kısacık ömrümüzde sevdiklerimizi doyasıya sevmek, doyasıya sarılmak, sarılabilmek varken neden bunu başaramıyoruz diye sürekli kendime sorduğum halde hâlâ anlayabilmiş değilim…

Anlatmak mı zor olan, anlaşılmak mı yoksa anlayışlı olabilmek mi?


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

İSTERSEK OLUR

Araba ile yola çıktığımızda Ağustos’un son sıcak ve yakıcı günleri yaşanıyordu. Üç gün süren bu yolculuğumuzun beni yavaş yavaş vatanımdan uzaklaştırdığının farkındaydım. Her ne kadar birçok yerde dinlenmek için mola vermiş olsak da babam günlerdir direksiyon başındaydı. Uykusuzluk ve sıcaklar yorgun düşürmüştü. Bir an önce eve ulaşmak ve rahat bir uyku uyumak istiyordum. Ve nihayet öğleye doğru yolun sonuna, annemle babamın “Evimiz!” dedikleri yere geldik.

Bahçe içinde, panjurları yeşil boyalı, iki katlı, dış görünüşü bayağı eski bir evdi. Ama evin eskiliğini düşünen kim, o anda bir yatak olsa yeterdi bana. Ben bunları düşünürken, babamların aile dostları çaldı kapıyı. O zamanlar kimsede telefon olmadığından “Geldiler mi acaba?” diye merak edip bakmaya gelmişler. Kısa bir hoş beşten sonra annem bana yatağı gösterip “Senin çok uykun var, hadi sen yat uyu.” dedi. Zaten kimseyi tanımıyordum, seve seve gittim yattım. Gözlerimden uyku akıyordu. Ben yorganı kafama kadar çeker öyle uyurdum. Yine öyle yaptım…

Bir ara uykum açıldı, etrafımı araştırır gözlerle süzerken tepemde bir sivrisineğin manevralar yaptığını fark ettim. Gittikçe bana doğru yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyordu. Etrafımda dolanmaya başladı. O kadar yaklaştı ki nerdeyse nefes alışını bile duyacak gibiydim. Elimi, kolumu ona engel olabilecekmişim gibi sallamaya başladım. Bana mısın demiyor, başımda fırfır dönüyordu. Her ne kadar yorganı iyice kafama kadar çekmiş olsam da vızıltısı şimdi de sanki saçlarımın arasındaymış gibi kulaklarımda çınlıyordu. Deli gibi kulağımın arkasına düşen saçlarımı üstüne bastıra bastıra karıştırmaya başladım. Bir süre sesi kesiliyor, “Oh, sonunda bitti!” dediğim anda yine başlıyordu. Ben uyumak istiyordum… Ama tepemde dönüp dolaşan sivrisinek sayesinde bu hiç de mümkün görünmüyordu. Annem, babam da ortalıkta yoktu. Kalktım, kapıyı açarak dışarı çıktım. Yol boyunca yürümeye başladım, evimiz ana caddeye yakın, etrafında çeşitli mağazaların, alışveriş yerlerinin olduğu bir meydanlıktaydı. Vitrinlere baka baka ilerlerken, köşedeki vitrinde ilâç paketleri, malzemeler dolu bir dükkân dikkatimi çekti. Elimle cebimi yokladım. Babamın yolculuk sırasında lazım olur diye verdiği paralar duruyordu. Fazla düşünmeden içeri girdim. İçerde biri bayan, üç eczacıdan başka kimse yoktu. Açılan kapının çıkardığı ses ile gözlerini kapıya, bana doğru çevirdiler. Yüzünde ilk tebessümü gördüğüm bayana doğru yaklaştım.

“İyi günler!” dedim. Eczacı şaşırır bir halde baktı ve gülümsedi. O da bir şeyler söyledi ama ben ne dediğini anlamadım. Bu defa:

“Merhaba, kolay gelsin!” dedim. Eczacı yine bir şeyler söylüyordu ama yine anlamıyordum.

“Şey!” dedim ve kaldım öylece. Utandım. Soğuk soğuk terlemeye başladım. Sağıma, soluma “Ne oluyor?” diye baktım. Bizim dilimiz Türkçe değil mi, bunlar beni neden anlamıyorlar, hem neden Türkçe konuşmuyorlar diye düşünürken diğer eczacının arkadan İngilizce olarak “Size yardım edebilir miyim?” dediğini duydum. Tam “Oh be, sonunda anlayabildim.” diye düşünürken kafamda başka bir soru belirdi. Ortaokulda öğrendiğim İngilizce sayesinde bu kadarını anlayabilmiştim ama ben şimdi ona başımın bir sivrisinekle belâda olduğunu nasıl anlatacaktım? Bir taraftan ellerimi kollarımı kanat çırpar gibi sallarken aklıma gelen İngilizce küçük, siyah, uçmak gibi kelimeleri sıraladım. Başka kimse de yoktu etrafta, bu kadar insan nereye gitmişti? Çaresiz eczacı bana, ben eczacıya bakışıyorduk. Sonunda aklına bir şey gelmiş gibi bana “Gel!” işareti yaptı. Arka sırada raflarla dolu bir bölüme götürdü beni ve “Bak!” dedi. İşte oradaydı. Sinek ilâcını alıp eline verdim. Ücretini ödedikten sonra çıkmak için arkamı dönüyordum ki yüzüme damlayan sularla sıçradım. Babam elinde bir bardak su ile tepeme dikilmiş “Kalk bakalım uykucu! Saatlerdir uyuyorsun, annen yemek hazırladı, hadi gel de yemek yiyelim.” dedi.

O an anladım ki ben artık yurdumdan çok uzak bir yerdeydim. Ve bir kez daha anladım ki öğrendiğim hiçbir şey boşuna değildi. Nasıl zor durumda kalınca bildiğim tek yabancı kelimeler olan İngilizceye sığınmışsam, demek ki acil olarak geldiğim yerin dilini öğrenmem ve kendimi daha da geliştirmem gerekiyordu. Önce babamın vermiş olduğu Türkçe Almanca sözlüğü ile çalışmaya başladım. Çok geçmeden de dil kurslarına katıldım.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

ÖNCE CAN

Akşam masanın üstüne koyduğum su bardağından birkaç yudum su içerek, bardağın yanında duran cep telefonuna uzandım. İnternetten yaşadığımız bölgenin gündem haberlerine baktım. Yine canım sıkıldı.

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız ülkede de zor günler yaşanıyordu. Her gün ayrı bir yasakla uyanıyor olmak, arkasından “Yarın acaba ne olacak?” sorusunu getiriyordu. Kimse ne olacağını kestiremiyordu. Çünkü adına “Korona Virüsü” denilen bir salgın, sanki tüm dünyayı esir almıştı. Ne kadar tehlikeli olduğu ortadayken ne yazık ki büyük bir kesim tarafından hâlâ ciddiye alınmıyor gibiydi. Aradan geçen kısa bir zaman sonra görüldü ki bu virüs hiç de öyle küçümsenecek gibi değildi. Her ne kadar “Panik yapmayın!” denilmiş olsa da ortada bir panik havası görülüyordu. Birçoğu kendine göre gelecek senaryoları yazdığından alışveriş merkezlerine koşup erzak ve temizlik malzemeleri depolamaya başladı. Herkes tedirgindi, korkuyordu ve ilk önce ailesini düşünüyordu.

Hükümetten ilk önce okulların bir süre kapanacağı haberi geldi. Ülke çapında öncelikle tüm organizasyonlar iptal edildi. Gümrükler kapatıldı. Kalabalık grup faaliyetleri yasaklandı. İş yerleri her ne kadar önlem almaya çalışsalar da bu yeterli gelmedi, salgın gitgide büyümeye başladı. Merakla her gün yeni çıkacak yasaklara odaklanırken biz de iş yerimizde kendimizce önlemler alıyorduk. Kapının girişine içeri giren herkesin kullanması için dezenfekte ilâcı koyduk. Ellerin sabunla sık sık yıkanması zaten herkesin bildiğiydi. Yabancıların içeri girmesini engelledik. Her odada birer kişinin çalışmasına özen gösterdik. Kalabalık bölümlerde çalışanların aralarında en az iki metre mesafe bırakmasını sağladık.

Dün, yani son iş günümüzde işyerimizin bir süre kapanacağı haberi ulaştı hepimize. Çok üzüldüm. “Beni bu kadar üzen ne?” diye kendime sorduğumda olayın ciddiyeti soğuk esen bir rüzgâr gibi suratıma çarptı. Daha önce de değişik salgınlar geçirmiştik ama hiçbiri işyerlerinin kapatılmasına sebep olmamıştı. Durum bu kadar vahimdi yani…

Ben telefonla son durumları muhasebecimize bildirirken pazarlama müdiremiz Simone, hızlı hızlı merdivenlerden iniyordu. Muhtemelen bize yeni haberler getiriyordu. O esnada bir gürültü oldu ve arkasından inleme ve ağlama sesi… Simone merdivenin alt basamaklarında acıyla kıvranıyor, ağlıyordu. Nasıl olduysa düşmüş, yuvarlanmıştı. Zaten zayıf ve narin olan vücudu yaşadığı şokun ve acının etkisiyle titriyordu. Hemen yanına koştum:

– İyi misin Simone? Bir şey oldu mu? Kalkabilecek misin? diye sordum.

O sadece;

– Düştüm, çok acıyor! Ayağımı hissetmiyorum, diyebildi.

Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Ben ve Avusturyalı iş arkadaşım Daniel şirketin ilk yardım elemanıydık. Böyle durumlarda ilk müdahale bizden bekleniyordu. O esnada gelen Daniel’le birlikte Simone’yi hem sakinleştirmeye hem de ambulans çağırmak için ikna etmeye çalışıyorduk. O ambulansı, hastaneye götürülmeyi kesinlikle istemiyordu.

– Su ister misin? dedim.

– Hayır, diye cevap verdi.

Onu çok iyi tanıyordum, korkuyordu. İş yerinde kimseye bir şey olmasın diye her türlü önlemleri aldırtan, her gün herkese, “İyi misiniz?” diye soran oydu. Acıdan kıvrandığı halde kendisine virüs bulaşabilir korkusuyla hastaneye gitmeyi, herhangi birinden yardım almayı reddediyordu.

Daniel’e dönerek;

– Soğuk bir şey, buz falan koyalım, dedim. Birbirimizle “Nerede var ki?” diye bakıştık. Hemen karşımızdaki bina şefin eviydi. “Şeften iste!” dedim. O şefe giderken ben de kapalı bir şişe su getirip verdim.

– Bunu içebilirsin, bak kapalı, dedim.

Teşekkür ederek alıp, birkaç yudum içti. Biraz sakinleşmiş olsa da kimseyi yanına yaklaştırmıyor, sürekli “Uzaklaşın, lütfen uzaklaşın, yaklaşmayın!” diyordu. Biraz kendine gelince telefonu ile eşini arayıp kendisini almasını istedi. Az sonra, iyi dileklerle onu yolcu ederken ne kadar reddetse de eşine onu mutlaka bir hastaneye götürmesini söyledik. O ise bize “Uzaklaşın birbirinizden! Aranızda en az iki metre mesafe olsun!” diyordu.

Simone haklıydı. Korona Virüsü aslında hepimizin dengesini bozmuştu, endişeliydik, tedirgindik. Herkes yanındaki arkadaşından korkar olmuştu. Her an yeni yasaklar bekliyorduk. Korona Virüsü, sosyal hayatın, ekonominin, bilimin, sanatın ve dünyanın dengesini bozmuştu.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

GECE GİBİ KARARDI HER ŞEY

Annem ve babam yurtdışında çalıştıkları için biz, dört kız kardeş Karabük’te anneannemin yanında kalıyorduk. Babam tatile yakın bir zamanda yazdığı mektupla kız kardeşimle benim okullar kapanınca köye, dedemlerin yanına gitmemizi istedi. Okullar kapandı ve biz bir yakınımızla gece terminalden otobüse binerek çok sevdiğimiz dedemin köyüne doğru yola çıktık.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2