
Полная версия
Kazıgurt Öyküleri
O günden itibaren sakallı kızı yakından görmeye çok hevesliydim. Ancak yakın zamanı olmadı. Beni görününce kurttan ürken ceylan yavrusu gibi uzaktan hızla kaçar oldu. Kimin söylediğini bilmiyorum ama köylüler arasında: “Şehirden gelen ressam sakallı kızın resmini çizecekmiş”, -diye bir dedikodu yayılmış.
Öyle bir düşünce benim aklıma bile gelmemişti. Güldüm geçtim. Ancak sakallı kızın yüzünü yakından görme hevesim köyde yalan yanlış söylenti oluşturmakla kalmamış, zaten milletin gözünden ve sözünden sakınan, iyice siniri bozulan zavallı kızın kalbini yaralamışa benziyor. Ama ben bu durumu çok sonraları öğrendim…
Ertesi gün dönmek için yola hazırlandığım günün akşamında beni o köyde yapılacak olan bir düğüne davet ettiler. Eğlenceye düşkünlüğüm, kadına kıza yatkınlığım yoktu, temayülsüz olan ben ne yapacağımı bilemeyip, düşünceye dalmışken ev sahibinin yaşlı hanımı: “Yavrum, sabah akşam bir ala kâğıda bakacağım diye hayatın diğer güzelliklerinden mahrum kalma. Baş iki olmadan malın iki olmaz” diyerek, aklımı karıştırdı. Buna istinaden beni “düğüne davet etmeleri” de bu kocakarının fikri olmalı diye düşündüm.
Yine de benim o düğünde köyün gençleriyle sıkı fıkı olduğum, onlarla iyi vakit geçirdiğim söylenemez. İnsanlarla pek kaynaşamadığımı bir kez daha kanıtlayıp, hiçbir gruba katılamadan en sonunda tek başıma bir köşede oturdum. Daha sonra eski bir sütun gibi kimseye lazım olmadığım için bir başıma durmaktan rahatsız oldum, eğlenmekte olan kalabalığın arasından dikkat çekmeden sıyrılıp, eve doğru yöneldim.
Ansızın köydeki dar sokağın kenarındaki ağaç çitlerin arkasından birinin: “Ağabey!” diyen çekingen, nazik sesini duydum. – Ağabey diyorum, dursanıza! Ben aniden duraksadım.
– Ağabey, -dedi deminki çekingen ses tekrar. – Size bir şey söyleyeyim diyordum.
– A-a… Neredesin?
– Ben… Ben buradayım.
– Şimdi fark ettim, ağaç çitlerin öbür tarafından biri gizlice bakıyor gibi. Bir iki adım attım, ne diyecekmiş diye dinledim. O, bir taraftan koşarak gelmişçesine hızlıca soluyarak nefes nefese kalmış gibiydi.
– Sen kimsin? -diye sordum yavaşça seslenerek.
– Ben… Ben Ümit’im.
“E-e-e… Sakallı kız?” diye, geçirdim içimden şaşkınlıkla biraz duraksadım. O da ses çıkarmadı. Sanki bana “bir şey” söyleyemediği için heyecanlanıyor gibiydi.
– Evet, ne söyleyeceksin? -dedim fısıldayarak.
– Ağabey, siz benim resmimi çizmeyin, olur mu? Lütfen. Çizmeyin…
– Haa-y-ır… Onu kim söyledi sana?
– Bu köydeki herkes söylüyor.
– Ben senin resmini çizmeyeceğim, -dedim kafamı sallayarak. – Öyle bir düşüncem yok. Aslında, ben… Buraya sadece doğanın peyzajlarını yazmak için gelmiştim.
– Nasıl?
– Normal.
– Harflerle mi? – O, kıs kıs gülmüş gibi oldu. Ben de gülümsedim.
– Hayır. Boyayla yazacağım, -dedim onun gülmesine sevinerek. – Biz, ressamlar, böyle konuşmaktan hoşlanıyoruz. Çünkü “resim çizeceğim” demeye göre “resim yazacağım” demenin anlamı oldukça derindir. Anladın mı?
– Evet. Ağabey…
– Efendim?
– Siz benim resmimi çizmeyeceksiniz değil mi? Doğru mu?
– Demin söyledim ya, bana inanmıyor musun?
– Haa-y-ı-r, inanıyorum… Ama köydekiler diyor ki, siz benim resmimi çizip sergiye götürüp asacakmışsınız. O zaman, o zaman insanların hepsi görecek ya…
Ben artık ne diyeceğimi bilemeden sessiz kaldım, o, yine şüphelenerek bana ürkerek bakıyordu.
– Eğer… Eğer, -dedi o tekrar boğazı düğümlenerek, “siz benim resmimi çizerseniz var ya, o zaman… O zaman ben ölürüm!”.
O, için için ağlamaya başladı. Böyle bir şeyi beklemeyen ben ne yapacağımı bilemeden baka kaldım.
– Kim… Kim… Ümit, yavrum, sen ağlama. Onlar yalan söylüyorlar. Ben senin resmini hiçbir zaman çizmeyeceğim. Öyle bir düşünce benim aklımın ucundan bile geçmiş değil. Sen bilmiyor muydun, bazen insanların böyle yalan söylediği zamanlar olur. Sen onlara inanma! Anlıyor musun, inanma!
Ben çitin arasından elimi uzatıp başını okşadım. Sonra masum kızın gözyaşlarını silmeye çalıştığımda parmağımın ucu sakalına değdi ve tüylerim diken diken oldu. O, hissetti… Hissetti ve kafasını hemen geri çekti.
– Ben yarın döneceğim, -dedim elimle çitin dalından sıkıca tutunarak, sen hiçbir şeyi merak etme, aynı eskisi gibi arkadaşlarınla oynayıp, gülmeye devam et, olur mu? Ben hiçbir zaman, hiçbir zaman senin resmini çizmemeye söz veriyorum. Her ressamın kendisinin istediği konusu, düşüncesi, fikri olur. Resim vasıtasıyla insanlara bir şeyleri anlatmak ister. Öyle bir düşünce sende de olur muhtemelen… Belki, Ümit, sen de ressam olursun?
– Haa-y-ı-r, -dedi o sesini şaşkın bir şekilde uzatarak. – Benim buna yatkınlığım, yeteneğim yok ya, ağabey. Resim çizemiyorum. Sadece size söyleyeyim, tamam mı, ben… Ben doktor olmak istiyorum. İlk önce kendimi tedavi etsem diyorum. Ağabey… Sizin sohbetiniz ilginçmiş. Ben bu şekilde, insanlarla gece konuşmayı seviyorum. Eskiden sizden çok korkar, uzaktan bakar kaçardım.
– Biliyorum… Artık korkma, tamam mı? Utanmaya da gerek yok. İşte, gördün mü, benim de sakalım var.
– Evet. Fakat siz erkeksiniz. Erkeklere o… yakışır. Kız çocuklarında olması ise zulüm! Eğer ben erkek çocuk olduğumda var ya, o zaman her şey farklı olurdu. Kimseden utanmadan, çocuklar “ihtiyar” diye dalga geçseler de, horlanmadan, hepsiyle tartışarak ve kavga ederek dolaşırdım. Bazen bunu düşünerek bütün gece ağlıyorum.
– O da nedir, Ümit?! Sen ağlama…
– Allah beni böyle yaratarak ağlatmışsa, ne yapayım, ağabey!
Yüreğim cız etti. Gencecik kızın ağzından böyle bir sözü duyacağımı düşünmemiştim. Hey gidi kader hey, senden usta, senden büyük üstat yok, sen her şeyi öğretirsin.
– Hadi, hoşça kal, Ümit, -dedim ben, ertesi gün yola çıkacağımı hatırlayarak. – Görüşmek üzere! Şehre gelecek olursan haberleşmeyi unutma. Ressam Sağındıkov dersen, beni herkes bilir.
– Güle güle, ağabey! -dedi, o çitlerin öbür tarafından kafasını çıkartarak.
Ben kendi yoluma giderek uzaklaştım. Aniden:
– Ağabey, – diye seslendi o arkamdan. – Siz bizim köye yine gelecek misiniz?
– Bilmiyorum, -dedim ben omzumu kımıldatarak. – Belki, gelirim de.
Ancak o köye benim bir daha yolum düşmedi. Sakallı kız da yavaş yavaş bilincimden silinip aklımdaki resmi de belirsizleşmeye başladı.
Bu kısma geldiğinde kahverengi defterin iki üç sayfasını ressamın kendisi yırtıp atmış. Ondan sonra başlayan ilk paragrafı da karalayarak silmiş. Niye öyle yapmış? Bu artık bir sır.
Benim elimdeki ressamın yazıları daha sonra şöyle başlar:
… Ah, alçak! Alçak! Foto muhabiriysen ne yapayım, kendinde hiç namus da, ar da yokmuş!
Bugünkü gazetedeki fotoğrafı gördüğümde kanım başıma sıçrayıp, öfkelenip, kabıma sığamadım. Rezillik! Şu fotoğrafın yayımlandığını öğrenirse gururu kırılarak ölecektir zavallı kız!
Sansasyon arayan gazetedeki sakallı kızın fotoğrafını görenler iki gözleri yerinden çıkarak birbirine parmağıyla işaret ederek gösteriyorlar. Otobüste, sokakta gelirken de ben öyle yapanların birkaçını fark ettim.
Aman Allah’ım, bu insanlar neden böyle?! Neden birinin derdi başkası için enteresan bir şey olarak görünür?
Şerefsiz, hilebaz! Fotoğrafını çekmeyi nasıl başarmış acaba?! Belki, zavallı kızın kaçmasına da bakmadan önünü kesip bir şekilde çekmiştir. Evet, o, öyle arsızlık yapmaktan çekinmez. Ümit, hatta yüzünü eliyle kapatmaya bile fırsat bulamamış, kalın sakalı dağınık vaziyette fotoğrafta net bir şekilde gözükmüş.
Doğru, ben ona verdiğim sözümü bozmadım. Yine de o arsız gazeteciyle aynı şehirde yaşadığımdan dolayı kendimi bir türlü suçlu hissediyorum.
Bundan sonra o dağın eteğindeki köyden uzun bir süre kötü haber bekledim. Hatta kaynağı belirsiz bir felaketi önlemek için o tarafa özellikle gidip gelmeyi de düşündüm. Fakat bir şeyden korkarak kendi yolumu kendim engelledim durdum. İyi olan ise, o taraftan hiçbir kötü haber duyulmadı. Zaman geçtikçe bu olayın da etkisi azalarak, gönlümdeki kuşku kayboldu. Hatta o hilebaz foto muhabiri de istediğini elde edemeden fotoğraf önemini kaybetti.
Bir taraftan, bu abes olayın bizim ilk başta fark etmediğimiz olumlu bir etkisi de oldu mu diye düşünüyorum bazen. Niye derseniz, bu olaydan sonra ben dünyanın dört bir tarafında sakallı kadınlarla ilgili pek çok şaşırtıcı bilgi, ilginç hikâyeler duydum ki inanamazsınız. Onlar, hatta kendi başlarına bir sirk açıp dünyayı gezerek, gösteri yapıyormuşlar. Sakallarını özellikle uzatarak her şeyi merak eden, her şeye ilgi gösteren insanları eğlendirerek, onların güldürdüğü şöyle dursun bu sayede bol gelir elde edip zenginleşiyorlarmış da.
Bizim şehirde ressamlara hava gibi lazım olan boya, tuval, fırça, şövale, palet gibi şeyleri sadece merkezdeki bir dükkânda satarlar. Belki ondandır, bunların fiyatları çok pahalıdır. Alırsan al, almazsan bırak, yine de tekrar dönüp geleceksin der gibi.
Bir keresinde o dükkâna cebimdeki bütün paramı vermiş vaziyette boya alıp çıkıyordum, ansızın arkamdan biri: “Ağabey!” diye seslenmiş gibi oldu. Hemen döndüm, gencecik bir kız bana bakarak gülümsüyor.
– Ağabey, beni tanıdınız mı? -diyor.
Böyle anlarda şakacı gençler gibi hemen bir espri bulup, kolayca sohbeti sürdüren biriyim aslında ama safça şaşkınlığımı gizleyemeden:
– Hayır, diyerek gerçeği söyledim.
O, benim gözümün içine bakıp gülümseyerek:
– Siz eskiden bizim köye resim çizmek için gelmiştiniz ya, -dedi.
“Aman Allah’ım, hangi köydü? Ben şövalyemi koltuğuma sıkıştırıp hangi deliğe, hangi uzak yerlere gitmedim ki!”.
– Dağın eteğindeki köy aklınızda mı? Size ben resmimi çizmeyin diye yalvarmıştım ya.
– A-a-a!
Ben saf bir şekilde farkında olmadan “O, sakallı kız sen miydin?” der gibi çenemin altını okşayarak yine bir uygunsuz davranışta bulundum. Artık bu yaptığım tam bir beyinsizlikti.
– Evet, -dedi o iki yanağı kızarsa da kafasını sallayıp gülümseyerek. – Ben sizin tanıyamayacağınızı biliyordum.
– Nereden tanıyayım, -dedim ben, artık kendi hatamı telafi etmek isteyerek, “o zaman sen küçücük kızdın, işte şimdi! Büyümüşsün! Okulu da bitirmişsindir” -dedim.
O, kafasını salladı.
– Geçen sene mezun olmuştum, ağabey. Şimdi burada tıp kolejinde okuyorum.
Aniden benim kulağıma o eski küçücük kızın: “Resim çizemiyorum, doktor olmayı hayal ediyorum” -dediği çalınır gibi oldu. Fakat onun sakalı vardı…
– Hâlâ eskisi gibi resim çiziyor musunuz?
Ben kafamı tekrar tekrar salladım. “Ondan başka benim elimden ne gelirdi?!”.
Ondan sonra kendimce şaka yaparak:
– Sen de aynı eskisi gibi resminin çizilmesine hâlen karşı mısın? -dedim.
O, bilmiyorum dermişçesine omzunu kımıldattı. “Zaman çok şeyi değiştirirdi, ağabey!”
– Dersten çıkınca vakit bulup benim atölyeme gel, ikimiz uzun uzun oturur konuşuruz, -dedim, ona.
O, kafasını sallayıp geleceğim diye söz verdi ve el çantasından küçük bir not defterini alıp, bana uzattı. Ben ona atölyemin bulunduğu sokağın adı ile evin numarasını yazıp verdim.
– O-oy, yazınız ne güzel, -dedi o gülümseyerek. – İnci gibiymiş!
– Çocukken kaligrafi dersini çok severdim.
Sonra ikimiz vedalaştık ve ben atölyeme doğru aceleyle yöneldim.
Onun buraya nasıl geldiğini, ne zamandan beri beni izlemekte olduğunu hiç fark etmemişim. Tuvalin bir köşesindeki dağdan akan çamura benzeyen koyu kahverengi boyanın rengini biraz açmak mı gerekir, ya da gerek yok mu diye şövalyeden bir iki adım geri çekildiğimde gördüm, o eşikten bir bana, bir tabloya bakarak gülümsüyordu.
– Evet, sen gelmişsin bile, -dedim ben, kendim ne söylemekte olduğumu anlamamıştım.
– Siz demin çalışırken şarkı söylediniz, -dedi o. – Yavaşça… Sadece mırıldanarak.
– Mümkün. Öyle şeyler olur bizde.
– Benim daha önce duymadığım bir şarkıymış. Adı ne?
– Bilmiyorum, -dedim ben ensemi elimle sıkarak. – O, belki, sadece sana değil, genel olarak, halka malum olmayan, sadece burun altından mırıldanarak söylenebilecek bir şarkı olsa gerek. Yalnızken insan ne diye mırıldanmaz ki!
O, gümüş çan gibi şıngırdayan gülüşü duyuldu. Sonra, o sefer bizim köye geldiğinizde çizdiğiniz resmi gösterir misiniz, diye rica etti. Hay aksi, o zaman yazdığım peyzajları buradaki büyük bir şirketin açılışında hediye etmiştim. Sadece çerçevesiz eski bir çalışması kalmıştı. Raftan alıp onu uzattım.
O, kendisinin doğup büyüdüğü dağ eteğindeki köyün küçük bir kısmını pencereden izliyormuş gibi tablodan gözünü ayırmadan uzun süre baktı. Ben onun yüzüne tekrar tekrar bakarak gönlümdeki sorunun cevabını arıyordum adeta. Şakağından aşağı doğru inen mavimsi izi net fark ettim, yoksa usturayla tıraş mı oluyordu…
O, benim neden rahat edemediğimi hissetti sanırım, tablodan gözünü ayırmadan:
– Çooook pahalı bir Fransız kremini sürüyorum. Fakat o sadece iki üç gün etki ediyor, sonra tekrar çıkmaya başlıyor, -dedi.
Ümit ondan sonra bir ay boyunca atölyeye kesintisiz geldi ve aniden bana söylemeden köyüne dönmüşçesine birden kayboldu. Bir gün, üç gün, beş gün geçti. Altıncı gün olduğunda benim aklım başıma geldi. “Aman Allah’ım, neden hemen aklıma gelmemişti. Onun kullanmakta olduğu kremi bitmiştir. Fransız kremi, çok pahalı demişti ya!”.
Hemen giyinip atölyeden çıktım ve merkezdeki bir tanıdık doktorun çalıştığı polikliniğe doğru gittim. Bahsettiği krem gerçekten de çok pahalıymış!
Ondan sonra satılır diye düşündüğüm tablolarımı oraya buraya taşıyarak, merkezdeki zengin insanların ofislerini dolaşıp, her birine yalvarıp yarı fiyatına zar zor satarak Fransızların o pahalı kremini satın aldım, Ümit’in yurdunu nasıl arayıp bulduğumu ayrıntılı olarak söylemesem de olur.
O, medresedeki dindar kızlar gibi sadece yüzünü göstererek kafasını beyaz ipek başörtüsüyle sarmış.
– Ya, bu siz miydiniz? -deyip, beni gördüğü zaman zor gülümsedi. Fakat gözleri bulutlu gölün çehresi gibi kararmış, hüzünlenmişti.
Çay hazırlamak istemişti ama dilim damağım kurumuş olmasına rağmen kabul etmedim.
– Resim çiziyor musunuz? -diye sordu.
– Evet.
– Ne gibi resimler?
– Çeşitli… Genelde resim deyince duramadan konuşan tavrım kaybolup, dilim bağlanarak, konuşacak söz bulamayıp düşüncelerimi ifade edemedim. Vedalaşırken cebimdeki pahalı kremi ona fark ettirmeden masanın üzerine bırakıp gittim…
… Bugün de şanslı bir gün oldu. Sabah saat dokuz surlarında belediyede çalışan iki memur gelerek yakın bir zamanda bitirdiğim tablomu satın aldılar. Benimle hiç pazarlık bile yapmadılar, eski binanın içindeki atölyemi beğenmeyerek, alelacele gitmiş gibi göründüler gözüme. Kendi aralarındaki konuşmalarından fark ettiğim kadarıyla onlar benim tablomu T. şehrinin kuruluşunun 2000.Yıldönümü münasebetiyle hazırlanan şenliğine gelecek yabancı misafirlere hediye edeceklermiş. Yazlık gömleğinin düğmeleri kopacakmış gibi duran büyük göbekli sarı adam: “Kolay kurtulacağız” deyip kıkır kıkır güldü. Belki, benden değil, yabancı misafirlerdendir. Olsun, kim hediye etse de, kime hediye etse de sanat halkın arasında yayılmalı, dağıtılmalı değil mi? Er ya da geç ona değer verecek birileri bulunur.
Öğlene doğru Ümit geldi. Ben bugün ansızın nasıl zengin oluverdiğimi söyleyerek övünüp, akşamleyin şehir dışındaki “Sayalı Bak” (Gölgeli Bahçe) lokantasına gidelim diye teklifte bulundum. O, gülümseyerek kafasını salladı.
O-o-o, biz bugün ne kadar bahtlıyız. Sayalı Bak’ın tepesinden bakarak dingin bir şekilde duran merhametli gece benim anam gibi lacivert kadife cepken giymiş. Lacivert kadife cepkenin üzerine takılan parlak düğmeler gibi ışıldayan bembeyaz yıldızlar ne kadar da harika!
Baht dediğinizin kendisi de insanın gönül âlemine göre, onun gönlüyle ilintili bir şeymiş. “E-ey, baht, ben senin sırrını anlayıp, gizemini çözdüm! Sen şu yeryüzündeki insanlar olmadan yaşayamazmışsın. Senin kıymetini bilen de, bilmeyen de, seni yükselten de, yükseltmeyen de bu yeryüzündeki insanlarmış!” demek istedim neşelenerek.
Ben Ümit’in remini çizmekteyim. O, atölyeme her gün geliyor. Uzun süre oturuyor. – Resim çizmek de zormuş ya, diyor şaşırarak. “Bu sadece resim çizmek değil, sanat, betimleme sanatı” diyorum. – Burada boyaların konuşması, şarkı söylemesi, dans etmesi gerekir!
Ondan sonra ben ona kutsal sanattan bahsedip, yedi kat gökyüzünden gelen tılsımlı düşünceleri anlatmak istedim. Böylece, konuştukça coşarak kendimi unutuyorum. Onu da unutuyorum.
Gün geçtikçe ona alışıyor ve kendime yakın hissediyor gibiyim. Biraz gecikirse meraklanarak bekliyorum. Gelmezse onu arayarak yanına gidiyorum. O, benim hayattaki çiftime, bu zamana kadar bakımsız kalan ıssız yerdeki eski bir kümbet gibi yalnızlık içinde olan iç dünyamın bekçisine dönüşmüş gibi sanki.
Bugün işte ikinci gün, Ümit atölyeye uğramadı. Öğleye kadar sabırsızlıkla bekledim ve yine gelmemeye mi başladı diye düşünerek sabrım tükenip, aceleyle giyinip otobüs durağına doğru yöneldim. İstikametim belliydi… Onun neden gelmediğini de içimden hissediyorum.
Yine o.. Bitmiştir! O neden bu kadar pahalı? Bizim için… Elbette, bizim için pahalı. Bundan dolayı biz: “Allah kaderimize yazdı, biz de boyun eğdik” diyoruz. Zenginler için ise hiçbir şey değil. Onlar yani Allah’ın yazgısına karşı da mücadele edebilecekler mi? Tövbe, tövbe, ben ne diyorum ya?
Fakat artık borç isteyecek de kimse kalmadı. Bu zamana kadar borç isteye isteye arkadaşlarımın da, tanıdıklarımın da huzurlarını kaçırdım, onlar beni görünce arkalarına bile bakmadan gidiyorlar.
Yurda gittim. Ümit ile görüştüm. O, yine kafasını başörtüsüyle sarmış… Şimdi ne yapacağım? Hiçbir yere gitmek istemeyerek atölyedeki tahtanın üzerine kıyafetimle uzanıverdim.
Sabahleyin sertleşmiş ekmek ile su içerken son bir ayda Ümit’in portresinden başka hiçbir şey yazmadığımı düşündüm. O portre ise, tabi ki, satmak için değildi. Kendim için yapılan bir eser. Henüz bitmedi. Bir şey eksik gibi. Ancak neyin eksik olduğunu bilmiyorum…
Ben, Ümit’in portresinin önüne gidip gözümü ayırmadan bakarak biraz durdum. Daha dün gönlümü nurla doldurup, kalbimi altın beşiğe koyarak sallayan resim bugün hiç hoşuma gitmemişti. Cansız görüntü. Ne güzel, ne de çekiciydi. Bir yapmacıklık var. Evet, gayritabiîlik! Gayritabiîlik, gayritabiîlik…
Hayır, ben onun resmini böyle görmek istemiştim. Bu benim arzum, hayalimdi. Sanatım idi! Fakat bunun hepsi yapmacılık oldu. O farklı, tamamen farklıydı. Allah onu farklı olarak yarattı. Ben ise, ona karşı çıkmaya çalışıyorum. Allah Teâlâ’ya da, insanlara da karşı çıkmaya çalışıyorum. Ha-hayır! Böyle olması mümkün değil, olamaz…
Aniden benim iç dünyamı kara bir bulut kapladı, sonbahardaki sis gibi serin bir duygu kalbimi sarsarken fırçaya doğru elimi uzattım. Sonra onu simsiyah boyaya daldırıp aldım ve merkezdeki pahalı mağazaların cam raflarından somurtarak bakan mankenlere benzeyen cansız resmin şakağından çenesinin altına kadar kat kat sürdüm.
Bitti! Yaradılışa kimse karşı duramaz! Kimse. İsyanın tamamı hayaldir. Şeytanın oyunu.
– Evet, artık doğru oldu -dedi, sessizce konuşarak. Ben birden ürktüm. Eşikte kafasını bembeyaz başörtüyle sarmış olan Ümit, öbür dünyadan gelmiş ruh gibi kirpiğini kıpırdatmadan dik dik bakıyordu.
– Evet, şimdi her şey yerli yerine oturdu! -dedi o yine. – Böyle olacağını biliyordum. Çünkü siz Tanrı değilsiniz!
Ondan sonra kafasındaki başörtüsünü çıkarmaya başladı…
Elime tesadüfen geçen kahverengi defterdeki ressamın yazıları böyle bitiyordu.
* * *Otelin balkonuna çıkıp gecenin olmadık bir vaktinde eğlenceye doymayan şehrin kırmızı yeşil ışıklarına bakarak: “Sakallı kız, sen neredesin şimdi?” -diye düşündüm, içimi bir heyecan kaplayarak. – Bu şehirde mi yaşıyorsun?”.
Çeviren: Ufuk TuzmanBORANBAY BARON VE TERS AĞAÇ
Şu an bahsetmekte olduğumuz hikâye Boranbay Baron hakkındadır. Kendisi bu fani dünyanın ilk uzun yolculuğuna köyün sekiz yıllık okulundan güç bela mezun olduğu yıl çıkmıştır. Evet, ya! Onun eğitim yuvasından zar zor mezun olmasının nedeni, beşinci sınıfa kadar elin çocukları gibi iyi bir eğitim alsa da, altıncı sınıfa başlar başlamaz, bu gidişat birdenbire olumsuz olarak değişir. Neden mi? Nedeni ise başlarda diğer çocuklarda görülmeyen ve yalnız yağız Boranbay’da bulunan kıvırcık saçlar, iri gözler gibi kimi ilginç özelliklerini fark etmesiydi.
Bundan dolayı eğitim durumu hiç doğru gitmedi. Çünkü okulu, eğitimi aklından çıkarıverir ve haftalarca, hatta aylarca haber alınamaz, ortadan kaybolurdu. Aslında Kazıgurt Dağı’ndaki yılkıcı çobanlarının, Kumsay’daki çobanların, Şoşkabulak’taki tavukçuların yanına gitmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Kısacası, Boranbay kindiği sokakta kesilmiş bir serseriye dönüşmüştü. Tabii ki, dağdaki yılkıcıya, çöldeki çobana ve sokak çeşmesinin başında oturan tavukçulara da daima bir yardımcı hava kadar gerekliydi. Üstelik işleri baştan aşıp, yakaya yapışıp, dönüp bakacak zaman bulamayıp uğraşırlarken, kendilerine Tanrı’nın bir mükâfatı olarak yardıma yollamışçasına uzaktan beliriveren, kepçe kulak bir çocuğun kolkanat olacağına sevinmişlerse de kırılmamışlardı. Çat pat çay içirip, köyde olup biten haberi alelacele öğrendikten sonra çocuğun baş edebileceği bir işin başına koyarlar. Hatta onu kimse “Neden buraya geldin? Okullar kapanmadı mı? Dersini kaçırmadın mı?” gibi sorularla rahatsız etmezdi. Yolda rastgelen ve durdurduğu herhangi bir taşıtın vasıtasıyla ve ara ara yaya yürüyerek, epey meşakkatli bir yolculuktan sonra buralara kadar gelmek Boranbay için bir ömre bedeldi. Kısacası ona lazım olan da buydu, yani “Kimsenin ona bunları sormaması”. Hatta ona, biri gelip bütün hadiseyi ayrıntılarıyla anlatmasını istediği an, yanıtlayabileceği hiçbir cevabı yoktu. Çünkü buralara neden geldiği, nasıl geldiği ve ne amaçla geldiği bize malum olmadığı gibi, kendi için de bir muammadır. Her neyse, sürekli onu buralara sürükleyen, çeken, gönlünü hoş tutan, cezbeden bir yerdir ve üstüne söylenecek söz yoktur, olup biten sadece bundan ibarettir…
Bir de, Boranbay kendini bir misafir olarak gören herhangi biri değildi, yalnızca yerinde duramayan, eline aldığı uğraşa dört kolla sarılan sadık bir çocuktu. Köyde babaannesi: “Kerata, tıpkı babasına çekmiş. O da, bunun kadarken köyde kendini paçasından tutturmayan bir serseriydi. Ben gelin geldiğim yıl birkaç ay ortalıktan kaybolmuştu ve zor bulmuştuk benim herifi. Bu da kanına çekmiş, kerata!” diye mırıldanarak, anlatırdı.
Geçtiğimiz son birkaç yıldır, işi gereği tahıl toplama noktasına taşınan sınıf öğretmeni Bağısbay öğretmen ise: “Ah, işte Altayev’den gördüğüm şey ortada, yapmadığını bırakmadı!” diye yakınırdı.
Elbette, okuldaki dersini birçok kez kaçırmış bir çocuğun şefkatle karşılanacağı açıktır. Boranbay Altayev, altıncı sınıfta bir yıl, yedinci sınıfta iki yıl peş peşe sınıfta kalmış ve sonra tekrar tekrar okuyup sekizinci sınıfa geçmiştir. Son senelerinde ise, muhtemelen öğretmenler ondan kurtulmak için çok acele etmişler ki, artık onu engellemeye çalışmamışlar. Oysa çoğulculuk görüşü dediğimiz şey okulda da mevcutmuş, Tanrıya çok şükür! Bu nedenle, “Genel olarak, Altayev kötü bir çocuk değildir. Örneğin, edebiyat dersine biraz eğilimi var …” diyenler olmuştur. Fakat Boranbay’ın kendisi daha fazla kafa yorup okumaya gerek duymamış ve tekerine takviye bir teker eklemeyi edepsizlik olarak hissetmişti. Neymiş! Sekiz yıllık eğitim değerini bilen için de bir dersmiş, bu birikim küçsenemezmiş. Buna bir de sınıf atlayamadan kalmayı ve tekrar tekrar okumayı ekleyin! Genel olarak, bu da yeterli. Sekiz yıllık eğitimle gelecekte bol maceralı, birçok zamanı yaşamaya imkânın olur.
Boranbay sekizinci sınıfı bitirdiği yılın yazında, bir çingene grubu köyümüzün kenarına gelip yerleşti. Üzerine çadır örtmüş at arabalarını Küçük Keles ırmağının kıyısına yan yana dizerek, gece boyunca ateş yakıp, şarkılar söylediler, dans ettiler. Irmağın karşı tarafındaki Kazak köyü uykusuz kaldı ve sabaha kadar ara sıra yastıktan başlarını kaldırıp, farklı farklı düşüncelere daldılar. Çok etekli, kızıllı, yeşilli elbiseler giymiş çingene kızları ne güzel, ne nazlı ve ne özgürce görünüyorlardı…
Serseri Boranbay Çingene grubunu gördükten sonra, sürüsünü bulmuş bir kuş gibi suyun karşı tarafında rahat duramadı. Ayak topuğu yüksekliğinde akmaya devam eden, çok berrak ve durgun Küçük Keles ırmağını bir köpek misali geçerek, çingenelerin yanlarına çabucak geliverdi. Çok zaman geçmeden onlarla nasıl yaptıysa, anlaştı. Er ya da geç, yani gözünü açıp kapayana kadar ki zaman dilimi içerisinde onların dilinden anlar hale gelip, hemen kaynaştı. Bundan bir gün sonra köyümüzde bir koyun, iki-üç hindi, beş-altı tavuk ve Boranbay birdenbire ortalıktan kayboldu. Dün akşam ki Küçük Keles ırmağının kenarına yerleşen çingene grubunun bulunduğu yerde, şimdi arabaların karışık teker izleri ile hala sönmemiş odun kalıntıları tütmekteydi…
Boranbay’ın bu sefer ki gidişi uzun sürmüştü.
* * *Sonraki yıl, bizim derin uykuda yatan asude köyümüzü gece vaktinde soymaya devam eden rastgele bir hırsız grubunun varlığı tespit edildi. Onlar başlangıçta Kazıgurt’taki yılkı çobanları ile Kumsay’ın koyun çobanlarına büyük zarar verdi. Daha sonra bizim köyümüze kadar ulaştı. Hırsızların “Besmelesi” Baykazak’ın ertesi gün Şorapazar’a götürüp satacağı kırmızı düvesi olmuştu. Pazar koyduğun an en az beş yüz bin tengeye tereddütsüz satılacak kadar değerli bir hayvandı. Nasip değilmiş. Baykazak yaşananların karşısında çok üzüldü ve bir süre dövündü. Birkaç hafta çoluk çocuğuna bağırıp, eşiyle kavga edip evinin huzurunu kaçırdı. Kırmızı düvenin çalındığına dair hiç şüphesi yoktu. Kesin çalınmıştı. Çünkü birisi düvenin boynuna bağlı olan kalın ipi dikkatlice toplamış ve giriş tavana asmıştı. Bunları yaparken hırsız acele etmeden, hatta dayısına yeğen muamelesi yapıyormuş gibi alıp götürmüştü.