bannerbanner
Adı Konamayan Katil
Adı Konamayan Katil

Полная версия

Adı Konamayan Katil

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Adam elindeki ekmeği önündeki kaba doğraya-doğraya:

–Allah aşkına bırak da yemeğimi yiyeyim, yine başlama. Kalk da bir kuru soğan getir, soğansız bozbaş mı yenirmiş?

Ana, söylene söylene kalkıp soğanı getirdi:

–Kendin soğansız bozbaş yemiyorsun; ama çocuk orada ne yiyor umurunda bile değil.

Baba, yumruğu ile vurup soğanı ezdi ve cücüğünü çıkardı, alıp elma gibi ısırdı:

–Herkes ne yiyorsa o da onu yiyor. Tatile gitmemiş ki, asker olmuş. Ben iki yıl Çita’da hizmet ettim, anam-babam yanıma mı geldi?! Yoksa bize sabahları paça, akşamları da bozbaş mı yediriyorlardı? Kışın yazdığım mektubun cevabı yazın bin-bir güçlükle gelip bana ulaşıyordu.

Ana söylenmeği bırakmadı:

–O devir başka idi, herif. Buradan Çita’ya bir ay yol sürüyordu. Çocuğun yanına gitmek için ise bir saat gerekiyor. -Söylenmekten bir sonuç çıkmadığını görünce tavrını değiştirdi; -Kurbanın olayım Kişi, bundan otuz beş yıl öncesidir diye düşün ve beni görmek için buradan ta Bakü’ye gidiyorsun. Şimdi de beni özlemişsin diye var say. Ben de Bakü’de değil, bak şu görünen dağın öbür tarafındayım. Vallahi rüyada gördüm…

Adamı galiba zayıf yerinden yakaladı, Baba gülümsedi:

–Peki, yarın oğlanı yollarım, istersen sen de git.

Yine kafasını salladı:

–Komutan’la ben mi konuşacağım?

–Gidip görüşürsünüz. Komutan da nereden çıktı, oğlumuz çocuk mu?! Üniversiteyi bitirmiş, asistan olmuş. Özlediysen git gör. Benim bilmem hangi komutanın önünde yaltaklanıp kuyruk sallamaya ne vaktim var ne de hevesim.

O anda bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Büyük oğlu kapıyı açtı, dönüp arabaya bindi ve evin önüne kadar sürdü. Anne, oğlunun arabadan inmesini beklemeden kendisi kalkıp bahçe kapısını örttü. Oğlan elinde bir tomar gazete ile arabadan indi ve kapıyı örtüp dönen annesini kucaklayıp öptü:

–Kendim kapatacaktım, niye zahmet ettin, ana! –dedi ve masaya yaklaştı, elindeki gazeteleri masaya fırlattı;-İyi akşamlar baba,-sonra annesine döndü;-Ana bir tabak ta bana getir, açlıktan ölüyorum.

Baba:

–Dünyada ne var, ne yok?

–Kardeşimin birliğinde bir asker kendi tüfeği ile intihar etmiş.

Kadının masaya koymak istediği kap elinden düştü, yemek etrafa saçıldı, kendisi de olduğu yerde yığılıp kaldı:

–Uuuy, annen ölsün yavruuum!

Oğlu yerinden fırlayarak anasını kaldırdı ve dikkatli bir şekilde karyolaya oturttu.

Kadın sık-sık nefes alarak:

–A Kişi, gördün mü?! Sana kötü bir rüya gördüm demedim mi?

–Tamam hanım, yeter Allah aşkına? –Oğluna da sinirlendi, -Söyleyecek başka laf bulamadın mı? –İştahı küstüğünden yemeği bıraktı, kabı bir tarafa itti ve gazetelerden birini alarak göz gezdirdi, manşette kocaman harflerle şunlar yazılmıştı: “Asker kendi silahıyla intihar etti!” altındaki yazıyı okumadı ve gazeteyi masanın üzerine attı; -Neden intihar etmiş acaba?

–Baba, birisi komutanların çocuğa eziyet ettiğinden, diğeri, güya sevdiği kızı başka birine nişanladıklarından intihar ettiğini yazıyor. Başka birinde de, çocuğu kurşunlayıp öldürmüşler sonra da intihar etti diye bildirmişler, şeklinde yazıyor.

Adam, eşini teskin etmek gayesiyle:

–Gazetelerdir işte, baksana akıllarına ne geliyorsa onu yazıyorlar. Yazık oldu Sovyet hükümetine. Gazetede yalan haber mi yer alabilirdi, adamın anasını ağlatırlardı..! Şimdi ise her önüne gelen gazete çıkarıyor. Bizim traktör grubunun sorumlusu vardı ya, adam adını bile yazamıyordu, şimdi gazete çıkarıyor. Kapıdan kovuyorlar pencereden giriyor. İstenmeyen bir olaydır olmuş. İnsan yolda giderken bile düşüp ölebiliyor. Evvelki yıl komşumuzun oğlunun elindeki tüfek ateş alıp herkesin gözü önünde posta müdürünün oğlunu vurmadı mı?! Gazeteler ne yazdı, güya bunlar kan düşmanı imiş, ne bileyim arada para meselesi varmış, varmış da varmış..!

Kadın bir bardak su içtikten sonra azıcık olsun kendine geldi:

–Sen de her şeyin üzerini sıvayıp örtüyorsun. Geçen gün ANC kanalında gözlerimle gördüm. Usta askerler acemileri dövüyordu. Telefonla kaydetmişlerdi. Bizim oğlan da acemidir.

–Yahu hanım sen nereden bileceksin usta nedir, acemi nedir?

–Neden, ben bu ülkede yaşamıyor muyum?! Gazete okumuyor muyum?! Konu-komşunun çocukları askerde değil mi?!

Adam bir sigara yaktı, aslında içi sigaranın ateşinden de beter yanıyordu, ancak pek belli etmiyordu. Umursamaz görünerek yeniden hanımına döndü:

–Askerlik, erkeklik okuludur hanım, onun için kadınları almıyorlar. İnsanı döverler de, küfür de ederler, hatta tuvalet bile temizletirler! Beni de dövdüler, küfrettiler, o kadar tuvalet temizlettirdiler ki, sorma gitsin. Senin oğlunun da hiç kimseden fazlası yok! –büyük oğlunu gösterdi; -İşte, erkek gibi askerliğini yapıp bitirdi, hem de çıkarma birliğinde. Bir defa bile olsun ne şikâyet etti, ne de yanına ziyaretine gittik.

–Bu, maşallah kaplan gibidir.

–Yiğitlik boy-bosla değil hanım, yürekledir, ben ona kurt yüreği yedirmişim.

* * *

Karargâh Komutanı’nın söylediklerinden Savcı pek hoşlanmadı:

–Bakın Albay, sen de melek değilsin. Tabur Komutanı’nı dövdüğün zaman hakkında soruşturma açmalıydık. Bir hafta hastanede yattı. O zaman bu merhum seni kurtardı, yoksa şimdi en fazla tabur komutanı olurdun.

Karargâh Komutanı, Savcı’nın söyledikleri karşısında sessiz kalmadı:

–Komutanın beni çok sevdiğinden dolayı mı savunduğunu zannediyorsunuz?! Tabur komutanını neden dövdüğümü hiç araştıran oldu mu? O zaman ben de dâhil suçluların hepsi cezasını almış olsaydı ne sonraki olaylar olurdu, ne de bugün Komutan’ı katlederlerdi. Şu kendini asarak intihar eden çocuk var ya, ortalığa yaydılar ki, güya sevdiği kız başkasıyla nişanlanmış, o da buna dayanamamış intihar etmiş. Çocuğun kanı batıp gitti. Evet, o çocuğun anasının ilenci bizlere dokundu. Bu ne ki, belki bundan da beter olacağız!

Başkan durumun gerginleştiğini görünce araya girdi:

–Eski yamalı bohçaları karıştırıp durmayın. Böylesi bir insanı kurşunlayıp katletmişler, ülke ayağa kalkmış siz ise neyi tartışıyorsunuz..! Yarın gazeteler neler yazacak onu da Allah bilir. Aşağılık herifler sanki köpek gibi koku alıyorlar. Demin nizamiyede üç-dört tanesi bitmişti, iyi ki, yaklaşmalarına izin vermediler.

Savcı:

–Söyledin ya, aşağılık köpekler!

Kriminolog sonunda işini bitirerek onlara yaklaştı:

–Sayın Savcım, biz işimizi bitirdik.

–Bekleyelim hele, Birlik Komutanı nizamiyeyi geçmiş diyorlar şimdi ulaşır.

Tam da bu anda Birlik Komutanı’nın otomobili dönemeci döndü ve onlara doğru geldi; ancak biraz uzakta durdu. General, muhafızının gelip kapısını açmasını beklemedi kendi indi ve generallere has bir yürüyüşle onlara doğru gelmeğe başladı.

Karargâh Komutanı koşarak General’in önünde esas duruşa geçerek selam verdi:

–Yoldaş General…

General eli ile “rahat” komutu verdi.

Başkan’la Savcı’dan başka herkes rahat vaziyetinde durmuştu. General herkesi başıyla selamlayarak cesedin yanına yaklaşıp çömeldi ve başını elleri arasına alarak düşünceye daldı, bir hayli de öyle kalakaldı; sonra galiba etrafta askerlerin olduğunu ve ona baktığını düşünerek toparlanıp ayağa kalktı.

Yanında duran Karargâh Komutanı’na dikkatle bakarak kafasını salladı ve elini omzuna koyarak suçluymuş gibi pişman bir halde:

–Affet Albay! Bağışla beni! Zamanında seni dinleseydim başımıza bu bela gelmezdi.

Sonra dönüp teker teker herkesle tokalaşıp görüştü.

Başkan, General’e başsağlığı verdi:

–Başınız sağ olsun.

Sanki kurşunun biri de General’e sıkılmıştı, elini Savcı’nın omzuna koyarak:

–Benim değil, kendi başınızın sağ-salim olmasını istiyor iseniz bu cinayeti aydınlatın. Yoksa, Komutan’ı nereden vurmuşlarsa bizi de oramızdan asacaklar.

* * *

Akademik tabağı önüne çekti, şansına yine borş çorbası pişirmişlerdi; ancak bu sefer yemeğin rengi kendinde idi, teyzesinin pişirdiği borşa benziyordu, içinde de et vardı. Hayret ederek sordu:

–Bugün bayram mı?

Genelde bayramlarda sofra daha zengin, yemekler daha lezzetli olurdu.

Birisi şaka ile:

–Sen hapse düştüğünde birlik bayram yapıyor. Heyet gelmişti ve senin bakanlığa yazdığın mektubu araştırıyorlardı. Komutanı müthiş sıkıştırmışlardı. O da hıncını bizden alıyor. İki gündür gece saat üçte alarm verdiriyor.

Diğer masada ustalar oturmuştu, onu seslediler:

–Akademik, gel bizim masaya, sohbet ediyoruz. Çocuklar bir yer açın.

Akademik tabağını alarak onların masasına geçti.

Ustaların Ağası:

–Hoş geldin Akademik. Galiba tatilde iyi bakmamışlar sana, rengin biraz solgun gibi. Borşu fırlat öteye, evden yemek yollamışlar. Çocuklar, Akademik’e yemek getirin.

–Hepinize selam, teşekkür ediyorum. İnşaatta neler oluyor, tuvalet yarım kalmıştı.

Ağa:

–Akademik, seni ne kadar sevdiğimizi biliyorsun. Senden usta olsak da, sen hem bilgi, hem de yaş olarak bizden büyüksün; ama öyle şeyler var ki, onu sana anlatamıyoruz.

–Dediyiniz o şeyler ne, Ağa?

–Sen yavaş yavaş yemeğini ye.

Akademik, karşısındaki lahana sarmasından birini alıp ağzına koyar koymaz sanki ağzında eridi, tadı bir anda bütün vücuduna yayıldı:

–Kim pişirmişse eline sağlık, çok güzel yapmış. Askerden sonra sizleri köyüme davet edeceğim, o zaman annemin yemeklerinin lezzetini tadarsınız. Size harika bir bozbaş pişirsin de, görün! Affedersiniz, bir şey diyordunuz.

–Şunu demek istiyorum. Seni anlıyoruz, haklısın; ama hiçbir şeyi değiştiremezsin. Bu, dünyanın her tarafında böyledir. Dünyanın her yerinde tıfıl da, çaylak da, usta da vardır! Bu, Amerika’da da böyledir. Hiç sinemada seyretmedin mi? Ben de, burada oturanların hepsi de acemi olmuşuz. Tuvalet de temizlemişiz, patates de soymuşuz, bahçe de süpürmüşüz.

–Ağa, her şeyi anlıyorum. Bana gösterdiğiniz saygı ve sevgi, cezamı en fazla hapse çevirdi, bunun bilincindeyim. Sizler olmasaydınız komutanın çakalları beni parça parça ederdi. Şu andaki durumumu sizlere borçluyum; ama ne yapabilirim, karakterim bu, böyle terbiye almışım. Ben ne acemi olmak istiyorum ne de usta! Vallahi, billahi yalnızca asker olmak istiyorum!

–Seni çok iyi anlıyoruz, her şeyin farkındayız. Kendin dedin, bizden çekindiklerinden dolayı it-çakal sürüsü üzerine üşüşemiyor. Bizler yirmi, bilemedin yirmi beş gün sonra tezkere alıp gideceğiz, diyelim en fazla bir ay sürdü. Biz gittikten sonra günler senin için çok zor geçecek. Derenin sahipsiz olduğunu anlayan çakallar beylik sürmeğe kalkacaklar. Seni cezalandıracaklar, aşağılayıp gururunu incitecekler. Kalan ustalara seni koruyup gözetmeleri için tembih etmişiz; ancak onlar bizim yerimizi tutamazlar, onların da içinde çakallar var. Kendini koru, yalnız dolaşma. Bunları sana laf olsun diye anlatmıyoruz. Şimdi ölümün kol gezdiği yerde sana nöbet tutturuyorlar. Oraya nöbete giden kaç tane askerin sağ-salim geri dönemediğini kendin de biliyorsun.

–Ben bu tür şeylerden korkacak biri değilim, Ağa. Düşman kurşunu ile ölmek alçalmaktan daha şereflidir.

Usta askerlerin ağası ondan yaşça küçük olsa da, öylesine bir içtenlikle konuşuyordu ki, gören de, baba oğluna öğüt veriyor zannederdi.

–Akademik, ilerisini-gerisini biraz iyi düşün, aklını kullan, senin gibi bir yiğidin ne düşmanın serseri kurşunu ile hayatını kaybetmesin, ne de gecenin birinde tuvalette kendini asarak canına kastetmesini istiyoruz.

Akademik güldü:

–Kardeşlerim, Şopenhauer, “İnsan yaşamaktan, bütün arzuları gerçekleşip dünyadan doyduğu için intihar ediyor” diyor, ben ise henüz arzularıma doyamamışım.

–Şopenhauer kimdir tanımıyorum, ne demiş onu da bilmiyorum. Ben sana davranışlarını değiştir diyorum. Ya kendini değiştir, ya da baba-annene haber yolla, yapabilirlerse senin birliğini değiştirsinler.

Başka bir usta:

–Akademik, söylediklerimize gücenme, üniversiteyi bitirsen de, asistan olsan da kafanı kitap-defterden kaldırıp hayatın gidişatına bakamamışsın, bu dünyayı iyi tanıyamamışsın, kısacası ondan bile haberin yok. Dört-beş aydır buradasın, iki sefer komisyon getirttin, ne değişti, on defa getirtsen ne değişecek?

–Neden, değişmez olur mu, borşun içinde et var ya!?

–Bu on gün sürer, peki sonra?

–Benim için endişe ediyorsunuz, biliyorum, sizlere tekrar tekrar teşekkür ediyorum; ama ben intihar edecek kadar zayıf biri değilim. Eğer asarsam, komutanı asarım!-dedi ve güldü.

Komşu masadan birisi:

–Kancık geliyor.

Gelen Tabur Komutanı idi. Ustaların masasına yaklaştı ve selam vererek:

–Akademik, bu masada oturman için vakit erken değil mi?

Ağa, Akademik’in konuşmasına fırsat vermeden gözünün birini kısıp Tabur Komutanı’nı aşağıdan yukarı doğru süzerek:

–Komutan, var git kendi işinle meşgul ol, önümüzdekini zehir-zıkkıma döndürme, yoksa tabağı kaldırır kafana geçiririm.

Tabur Komutanı:

–Usta niye sinirleniyorsun, ben Akademik’le konuşuyorum?

–Sana söyledim bir kere! Bunu da iyi anla, biz gideceğiz, gittikten sonra Akademik’in incittiğini duyarsak, nerede elimize geçersen orada yakalayıp horoz gibi öttüreceğiz, anladın mı?!

Tabur Komutanı çekine çekine:

–Anladım!

* * *

Kriminolog odaya girdiğinde Savcı telefonda birisiyle konuşuyordu ve asabı son derece bozuktu:

–Sana söyledim ya, elimizden geleni yapıyoruz, konunun üzerindeyiz ve durmadan çalışıyoruz. Yahu koskoca Amerika’da elli yıldır Kennedy’nin katilini bulamıyorlar, şimdi sen iki ayağımı bir pabuca sokup üç günde böylesi bir cinayeti aydınlatmamı mı istiyorsun? Şerlok Holms bile cinayeti üç-beş güne aydınlatamamış. Sonra benimle böyle bir tonda konuşmayın lütfen, ne sizin emrinizdeyim, ne de çocuğunuzum, tam otuz yıldır savcılık görevini yürütüyorum. Savcı olduğum zaman sen tıfıl bir askerdin ve tuvalet temizliyordun. Şimdi general olmuşsun, gel de tepemize çık bari! Eğer o birlikte meydana gelen olayları aydınlatmama izin verseydiniz durum bu kerteye varmazdı. Peki, askerler öldüğü zaman niçin böyle yırtınmıyordunuz? Onlar insan değil miydi? Ağızlarından henüz süt kokusu gelen tertemiz yavrulardı. Onların bedduası Albay’ı çarptı. Endişelenmeyin, o yavruların kanı bir gün bizi de boğacak. Bize zarar vermese de çocuklarımızın karşısına çıkacak!-telefonu kapadı, aynı asabi tonla da Kriminolog’a: -Kolundan mı tutup oturtacağım be adam, otursana!

Aynı hiddetle zili bastı:

–Kız, gelip şu zıkkımı değiştir. Allah’ın bir bardak çayını bile rahatça içmeğe müsaade etmiyorlar-dedi ve masadaki bardağı alarak karşı duvara fırlattı.

Kriminolog ilk defa Savcı’yı böylesine hiddetli görüyordu.

Savcı:

–Sigaran var mı?

–Siz içmiyordunuz ama?!

–İçerim veya içmem, sigaran var mı diye soruyorum?

Çıkarıp Savcı’ya bir sigara verdi, kendi de yaktı. İki nefesten sonra Savcı öksürük nöbetine tutuldu, sigarayı Kriminolog’un önündeki kül tabağında söndürdü. Bir hayli öksürdü.

–Yahu, bu mereti nasıl içiyorsunuz?!

Sekreter iki bardak çay getirdi, sonra da yerdeki cam kırıklarını almak istediğinde Savcı bırakmadı:

–Sonra toplarsın.-dedi ve gelip Kriminolog’un karşısındaki koltuğa oturdu; -Hıı, kendin duydun oğlum, anlat bakalım.

Savcı’nın oğlu yoktu. İki kızı vardı ve ikisi de evli idi, elemanlarına hep “oğlum” diye hitap ederdi.

Kriminolog dosyasını çıkardı:

–Sayın Savcım, birkaç ihtimal var ve hepsini göz önünde tutuyoruz; ancak biraz vakit alacağını sanıyorum.

–Oğlum, vaktimiz çok az. Duydun. Bu üç-beş günde belki de otuz defa telefon etmişler. Bunu aydınlatamaz isek ikimiz de yandık. Zaten benim yaşım geçmiş, yükümü de istediğim kadar tutmuşum, sana acıyorum. Şimdi ihtimalleri sırala bakalım.

–Birincisi, namus konusuna benziyor. Üzerinde çalışıyoruz; ama bana göre bu cinayetin namus konusu ile ilgisi yok.

Savcı:

–Peki neden…Niçin tam orasından vurmuşlar?

Kriminolog güldü:

–Sayın Savcım, burası İtalya değil, ağzını açıp dişlerine bir de çiçek sıkıştırsınlar. Ya tesadüftür, ya da öldüren kimse kurşunu içi yandığından dolayı yakından sıkmış, kısaca, sen erkek değilsin demek istemiş. Onun kaç kadınla ilişkisi olduğunu öğrendim, öylesine ciddi bir şeye rastlamadım. Telefon defterinde bir tane bile herhangi bir kadına ait numara yok. Sürücüsü de Pazar günü hariç hep komutanla birlikte imiş; ancak şimdiye kadar onun herhangi bir kadınla birlikte olduğunu veya ilişkisini hissetmemiş.

–Peki, ama Belediye Başkanı neden, “ne vakit ararsan saunada buluyordun” diyor.

–Başkan olaya kendi açısından bakıyor, saunaya da kadınlarla birlikte olmak için gidildiğini zannediyor. Siz de her hafta saunaya gidiyorsunuz, kadınla mı oluyorsunuz?

Savcı gülmeğe başladı:

–Belki de gidiyorum, nereden bileceksin?

–Gitmiş olsaydınız sizin için de konuşurlardı.

Savcı kalktı, odada bir o tara bir bu tarafa biraz gezindi. Pencerenin önünde durup sokakta futbol oynayan çocuklara bir hayli baktı. Çocuklar odasının penceresinin camlarını defalarca kırmış olsalar da hiçbir zaman kızmamıştı. Her seferinde nöbetçi çocukları kovmak istediğinde ona engel olmuştu:

–Dokunma, bırak oynasınlar, sen camcıyı sesle gelip yenisini taksın.

Çocuklar pencereden bakan Savcı’yı görünce durdular ve ona sevinçle el sallayarak seslediler:

–Savcı amca, Savcı amca!

O da gülümseyerek çocuklara el salladı, sonra dönüp koltuğuna oturdu:

–Doğru diyorsun, o geçmişte kaldı, şimdi insanlar kadın için değil birbirini para için öldürüyor. Peki, ticari ilişkileri falan? Belki de ortakları ile aralarında problem oluşmuş.

–Öğrendik. Ticari hiçbir uğraşısı yok.

Savcı:

–Nasıl yani yok? O büyüklükte askerî birliğin ticari tarafı yok mu? Her askerin yemeğinden günde birkaç dolar keserse ayda otuz bin dolar eder. Bunun benzinini, diğer şeylerini demiyorum. Karargâh Komutanı ile olan kavga-gürültüleri de bu yüzdenmiş zaten.

–Karargâh Komutanı tam anlamıyla subaydır. Komutan’ın yanlış hareketlerine hiç mi hiç katlanamıyordu.

–İyi, devam et.

–Son sekiz ayda askerî birlikte üç önemli olay olmuş. Askerin birisi kendini asmış, birisi kendi silahıyla intihar etmiş, biri de tabur komutanı ile üç askeri kurşunladıktan sonra intihar etmiş. Bu olayların hepsini kapatıp, üstünü örtmüşler. Komutanın ölümünü de burada aramak gerekir.

–Ara işte!

–Asıl problem şu, bu olayı bizim savcılık yürütmemiş. Konuyla ilgili belgeler bizde değil. Onları Bakü’den yollamaları için yazı yazmalısınız.

–Git yazıyı hazırla getir imzalayayım.

* * *

Karargâh Komutanı’nın odasında oturmuşlardı, önlerinde de birer bardak çay.

–Komutanım, Albay’la neden sık sık tartışıyordunuz, hatta birbirinize silah da çekmişsiniz, doğru mu bu?

Karargâh Komutanı güldü:

–Galiba benden şüpheleniyorsunuz. Bu normal bir konuşma mı, yoksa sorgulama mı?

Kriminolog:

–Asla Komutanım, ancak bazı gerçekleri bilmeliyim, yalnızca bu kadar.

Karargâh Komutanı ayağa kalktı, pencereyi açtı, bahçede eğitim yapan askerlere bir hayli baktı, karşıdaki dağları seyretti. Bu dağların öte yüzünde dünyaya geldiği, şimdi ise hasretini çektiği köylerini hatırladı, bir sigara çıkarıp yaktı:

–Biliyorsun dostum, biz bu vatanı, şu görünen dağları, ormanları, o gökyüzünü, bu dağların pınarlarını, kuşlarını da askerlere havale etmişiz. Bu devlet de, bu millet de askerleri bize emanet etmiş. Eğer biz bu askerleri koruyamıyorsak, o zaman bu vatanı da, o dağları, o ormanları, o gökyüzünü de koruyamıyoruz demektir. Son altı-yedi, ne bileyim sekiz ayda bu askerî birlikte kaç tane ölüm olayının vuku bulduğunu iyi biliyorsun. Yalnızca bu olaylar için komutan görevinden alınmalıydı, ben de ceza almalıydım. Ne oldu? Kim ceza aldı? Takım komutanı, tabur komutanı, çoluk-çocuk. O olaylar kendiliğinden gelişmemişti ya. Hepsine psikolojik hasta tanısı koyup açılan defterleri kapadılar ve attılar arşive. Çok cesur bir sorgu hâkimi vardı, ara yerde de o zavallı yandı, görevinden el çektirdiler ve kapının dışına koydular. Ben o çocukların hepsinin defninde bulundum. Ana-babalarının gözlerine bakamadım. Onlar evlatlarını bana emanet etmişlerdi, ben ise emanet ettikleri evlatlarını koruyamadım!

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Azerbaycan mutfağına has, et, nohut, patates, baharat vb. ile pişirilen bir yemek.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2