bannerbanner
Yol
Yol

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Kestane dorusu kısrak ile birlikte kestane dorusu kulun da Aygırkişi’nin kaldığı tarafa kulağını dikiyor. Babasına çekmiş, dış görünüşü biçimsiz. Boyu yüksek, gövdesi uzun. Kaburgaları dışarı dönük olarak yerleşmiş. Mizacı da babasınınki. Sık sık ürküp durmuyor. Vara yoğa hoplayıp zıplamıyor. Yürüyüşü, duruşu vakur, asilzade timsali. Asil besbelli. Soyunda bu özellikler var demek ki. Soy… Bu Aygırkişi, Eskul’a -sonraları vefat eden- yıllarca evvelki postası Bekbosun’un yağız kunanını hatırlatıverdi. O dönem de hükûmetin şimdiki gibi at yarışını yasakladığı zamanlar. Toyda bile at yarışı yapma riskini göze alanlar komünist ise parti üyeliğinden çıkarılır, diğerleri için ise kolhoz yöneticileri dayak yer sert uyarılar alırdı. O yüzden olsa gerek, postacı Baybosun’un “Eski devir olsa bir kızın kalınına10 vermezdim.” dediği kunanı yarışa koşulmamıştı. Ne çare ki o zavallı kunan da bir gün çalındı. Aramadık, sormadık yer kalmadı. Sırra kadem bastı. Sonradan çıkan dedikoduya göre bazı at hırsızları Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlara aşırıp vermiş… Ya bu Aygırkişi o yağız kunanın dölü ise diye kuruyor Eskul kendi kendine.

Şimdi işte o soyunun kanına çekip, o soyunun doğduğu topraklarda yıldız gibi akarak dolaşıyor. Enikonu olgunlaştı. Bıldır mezkûr Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızların yüzden artık yüğrüğün katıldığı uzun mesafe at yarışında bütün atlara nal toplatarak birinci oldu. At tutkunu Kırgızlar kendilerinden geçtiler.

Yüğrük ile birlikte Calgas da meşhur oldu. Calgas’ın sakar yağızı, Calgas’ın Aygırkişi’si… Calgas’ın gönlü ve ruhu da devamlı yükseliyor, devamlı şahlanıyordu…

Calgas yazın aygırına binip gelerek bu düzlükte onunla birlikte geceliyordu. Bir de dostu vardı, ara sıra o da peşlerine takılıp gelirdi. Aylı gecede yan yana yatarak yarışırcasına masal anlatırlardı. Türlü türlü… Gerçeğe birazcık dahi olsa yaklaşanları bulunduğu gibi, hiç yanından geçmeyenleri de var. Buna rağmen ilginç. Bir seferinde Calgas’ın masalı… Çok çok eski zamanlarda… Belki kişioğlunun yeni yaratıldığı vakitte… Dağların başı göğe değiyor, kırlar bütünüyle çiçekle süsleniyor, ırmaklar ve göller ayna gibi parlıyormuş. Yeryüzünde yalnızca insanlar varmış. Hayvanlar henüz yaratılmamışmış. Onlar yeryüzünde koşmayı, gökyüzünde uçmayı bilmiyormuş. O yüzden de insanlar çok tembel, yavaş ve uyuşuk imişler. Birbiriyle yarışmak, ilerlemek; yer altına, aya ve yıldızlara ulaşmak hayali ve emeli akıllarına bile gelmemiş. Bundan dolayı da dünyayı tek yiyip içmeyi, yatıp uyumayı bilen son derece asalak ve geri insanlar kaplamaya başlamış. Yalnızca bir ihtiyar “Ey Tanrı! Sen bizi yiyip içmekten, yatıp uyumaktan başka hiçbir şey bilmesin diye mi yarattın? Dünyada bundan başka bir şey yok mu? Bize bilmediğimiz şeyleri öğretecek bir nesne yok mu?” diyerek yakınıyormuş. Bundan sonra bir gün -nereden geldiği belirsiz- Yaratıcı’nın sesi işitilmiş: “Senin üç oğlun var, bunlardan birini yeryüzünde koşan, birini gökyüzünde uçan yaratığa çevireyim, diğerini de insan olarak bırakayım, buna razı olur musun?” demiş. “Olurum.” diye cevap vermiş. “Koşucu ve uçucu yaratığa dönüşen oğulların insan görünüşünü tamamen yitirecek.” “Canı hiçbir şeye acımayan, aklı düşünmeyen, dert ve ıstıraptan mahrum kişiler, başkalarının işine yarayacaksa razı oldum gitti, ey Yaradan!” O vakit bir oğlu kartala dönüşüp gökyüzüne doğru uçmuş, bir oğlu da yüğrüğe dönüşüp yeryüzünde koşmaya başlamış… İhtiyarın kişi suretinde kalan oğlu tısa basa doyduktan sonra sırtüstü yatan insanları koşarak dolaşıp uçmakta olan kartal ile koşmakta olan yüğrüğü göstermiş. “Bakın, bakın!” diyerek seğirtivermiş. “Benim ağabeylerim kartal oldu uçuyor, yüğrük oldu koşuyor!” İnsanlar şaşkın. Akılları karmakarışık olmuş; donup kalmış bilinçlerinin buzu erimeye, ana atardamarları ile yürekleri göğüslerine sığmamış. Yeri dört dönerek çapmak, göğe yükselerek uçmak tutkusu doğuvermiş. Böylece kişioğlunun içinde arzu etmek, hayal kurmak, tutku beslemek hisleri uyanıvermiş…

– Sen bunu kendin uydurmuyorsun ya diyor Calgas’a dostu.

– Ne olacak?..

– Kendin uyduruyorsun değil mi?

– Hoşuna gitti mi, gitmedi mi, onu söyle. Şayet insanlar sadece bu dünyada vuku bulanları anlatacak olursa hayal kurma yeteneğini yitirir. Öyle olursa hiçbir zaman hiçbir şey değişmez dünyada. Hiçbir şey değişmezse hayatın ilgi çekici neyi kalır?

– Oldu, oldu diyor dostu gülerek. Sana uyacak olursa hepimiz feylesofa döneceğiz.

– Doğru yahu! Calgas da birlikte gülüyor.

Onların sohbetini dinlerken Eskul aksakal, Allah’a şükrederdi. Bilinci erken uyanmış, aklı başında bir neslin yetişmekte olduğunu görüş kıvanırdı. Bela ve musibetten sakla bunları diye dua ederdi. Bunları bela ve musibetten koruyabilecek miyiz derdi. İttirip kaktırmadan sağ salim büyütsek diye düşünürdü. Ey Allah’ım, bu düşünceyle önünü ardını kollayan kaç kişiyiz ki diye söylenirdi.

– Amca demişti bir gün Calgas. Siz bayağı eskiden yarış atı bir avılı bakmış demiştiniz ya…

– Demiştim.

– Babama söyledim, beni çiğ çiğ yiyeyazdı.

– Yalan mı diyor?

– Yok. Eskiden ne demek diyor. Eskinin ne gereği var diyor. Eskul amcan ile siz hangi devirde ömür sürdüğünüzü gerçekten de bilmiyor musunuz diyor. Şimdi herkesin kendi kendine yalnız kendisinin gerek olduğu bir devir diyor. Eski dediğimiz geçip gitmiş, kemikleri çürümüş bir şeydir diyor sonra. Geri gelmez. Bugünü yaşa. Kimde mal mülk, baylık11 varsa bugün onundur. Baylık konuşur, baylık yener, baylık geçer. Baylığın varsa gökteki Tanrı’dan da yerdeki adamdan da hiçbir şey istemezsin. Kaybol, kış kış!

Son yıllarda amcaoğluna zaten gönlü soğuyan Eskul aksakal sözlere oldukça kırıldı. “Eski dediğimiz geçip gitmiş, kemikleri çürümüş bir şeydir…” demesinden dehşete düştü. Eski yoksa insan ve yurt nasıl olacak? Eski, belleğinden silinirse ne olur? Eski dediğimiz atalarımız; atalarımızın kişiliği, anlayışı, sevinci ile üzüntüsü, ıstırabı il ferahı, yengisi ile yenilgisi, akan teri ile dökülen terinin büyük göçü değil midir? Bunun hepsini bu insanlar, itişip kakışarak peşine düştükleri baylık denen el kiri uğruna feda mı ediverecek? Böyle yapacaklarsa Kazak neyiyle Kazak olacak, nasıl millet kalacak?..

Kestane dorusu kısrak yine pıskırdı. Ön ayaklarıyla yere vurarak eşinip duruyor. Aygırkişi’ye gitmek istiyor galiba… Kim bilir… Yoksa Aygırkişi, kabir başından ayrılmış gidiyor mu? Kestane dorusu kısrak bunu sezer… Peşinden gitmek ister belki…

Ya Rabbi… At balasını, insan kabrine getirerek yas tutturdun…

Aygırkişi’yi Kırgızların alıp götürdüğü günün ertesinde şehirden dönen Calgas, olan biteni işitince üç gün hiç kalkmadan yatmıştı. Hiç kimseyle konuşmadı. Hiç kimseye bağırıp çağırmadı. Sessiz, dilsiz yatıverdi öylece. Babasının onu şehre bir iş gönderdiği günkü vaka şöyle olmuştu:

Öğlene yakın Buldıy’ın yüksek bahçe kapısının önüne iki cip arabası gelmişti. Gelenler Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlar imiş. Birkaç gün önce de gelmişti aynı beş altı adam. Geliş sebepleri Aygırkişi. Karşılığında Aladağ’ı12 vermek gerekse de atı satın almak istiyorlar. Geçen sefer Buldıy “Aladağ’ı yerinden sökemezsiniz, sökseniz bile Aladağ bizde de var, ayrıca bizim avıla sizin Aladağ sığmaz.” diyerek hırpalamıştı onları. Eskul aksakalın fark ettiğine göre geçen seferki gibi değil sıcak karşıladı. “Evet, Baykeler,13 evvela şu Eskul ağama selam verin.” deyip yanlarına gelen Eskul ile görüştürdü. Amcaoğlu iki yıldan beri evine hizmetçi tutuyordu, hangi arada hazırladıysa masayı donatmış, bir kuş sütü eksik; ayrıca boy boy aklı kızıllı şişeler…

– Buldıy bayke, lokanta mı bu dedi kıpkızıl yüzlü Kırgız ve avurtlarını cumbuldatarak güldü. Baysınız,14 evet! Çestnoye slovo!15

– Buyurun, yemek alın dedi Buldıy. Sabah kahvaltısı.

– Sperva içimizdi kızdırıp albaymız ba, bayke?16 Deminki kızıl surat şişelere uzanıp birini alıverdi: Aça bersek bolabı?..17

İki üç yol içildikten sonra;

– Bayke, cılkı salatın maşina da, vot-vot kep kalad. Artıbızdan yehal,18 diyen Kırgızlar, ellerini ovuşturdular. Aldıñğı kün kol alışkanday, akçanı, to-est’ dollardı ap keldik. Maneki…19

On deste gökkâğıt20 masaya kondu.

– Rovno sto tsyaç21 dedi kızıl surat Kırgız.

Hiçbir şey anlamayan Eskul, bir Kırgızlara, bir gökkâğıtlara, bir amcaoğluna baktı.

– Sizde “yular parası”22 denen âdet var mı? Buldıy, bütün bardaklara içki doldurdu.

– Burun bar boluşkan, v dannom sluçaye, k çemu eto?23

– Demin söylediğim gibi bu zat benim amcamın büyük oğludur. Buldıy, Kırgızların dikkatini Erkul’a çevirdi. Aygırı oğlumla birlikte bakan, yarışa hazırlayan odur. Yular bahşişini bu ağama verin. Beş bin!

– Beş bin…

– Evet, dolar.

Kızıl surat Kırgız çiğnemekte olduğu mezesini zorla yuttu.

– Aman, bayke…

– Yoksa aygır satılmaz.

Kırgızlar kalkıp hep birlikte dışarı çıktılar. Ahırın köşesine değin gidip fısıldaşmaya başladılar.

Eskul aklını oynatmak üzeredir.

– Yahu Buldıy, nedir bu?

– Ne nedir?

– Aygırkişi’yi satacak mısın?

– Öyle yapacağım, amca. Şehirdeki merkez pazarı satın almak için param yetişmiyor.

– Aygırkişi’yi satmak doğru değil, Buldıy.

– Bugün insanı bile satmak mümkün, amca! Elden ne gelir!

– Calgas’a ne deriz? El âlem ne der?

– Calgas, Calgas deyip… Ne derse desin. O mızırdanacak diye Allah’ın ayağımıza gönderdiği akçadan vaz mı geçeceğiz? El âleme gelince… Hangi el âlem? Yarısı pazarda el arabası çekiyor, serserice dolaşıyor; yarısı avılda iki eli de cebinde, birini iki etmek aklından geçmiyor; yaz boyu kâğıt oynayan, kış boyu uyku çeken, ölüsünü de borç alarak gömen, toyunu da borçla yapan, sıradan bir Kazak olduğu için memnun, en fazla Tamaşa’ya24 ağzının suyu akan, Aytıs’a25 ağzı açık kalan el âlemden mi söz ediyoruz? Bu el âleme de çoktan bir şeyler oldu. Hatta alsalar onları da Kırgızlara toptan satıverirdim.

– Ne dersen de ama Aygırkişi’yi satma iki gözüm, derken Eskul’un bedeni ürperdi, çenesi titredi. – Akıllı ve kutlu bir attır o. Soyuna, şu biricik çocuğun Calgas’a nasip olan bahttır, kurban olayım!

– Yo, bırakın bunları amca!

– Buldıy, ömrümce kimseden ricada bulunmadım, yapma lütfen. Yapma, kulun kölen olayım. Calgas’a acı, bana acı.

– Size acıyorum elbet; biraz sonra şunlardan yular bahşişi olarak beş bin dolar alıp vereceğim ya!

– Gereği yok. Lazım değil onun. Satma aygırı. Kutlu malı satmak doğru değildir. Kutu çarpar.

– Bıraksanıza, amca! Ne kutu, nasıl bir kut! Lüzumsuz ne varsa onu hayal ediyorsunuz.

– Sen böyle değildin, gözümün nuru, nasıl böyle oldun!

– Onu zamana sorun.

Bu arada toplaşmış olan Kırgızlar da beri doğru yürüdüler.

– Bayke dediler hep birlikte konuşarak. Nemnogo ne hvatayt bop catpay ma.26

– Ne kadar?

– Dve şutuki.27

– Tamam, onu da size ikram edelim.

Avlunun kapısı açıldı. Biraz önce gelen, tren vagonuna benzeyen ağır araba avluya girdi. Buldıy, aygırı çekip dışarı çıkardı. Olacakları sezdi mi yoksa Kırgızları yabancıladı mı bilinmez, çok korktuğu açık; soluğu hırıldıyor, bütün vücudu tir tir titriyor.

– Yıkıp dört ayağını bağlamazsak bu arabaya binmez dedi Buldıy. Tutun yularını, ben urgan getireyim.

Daha fazla kalmaya yüreği dayanmadı. Gözüne dolan sıcacık yaşı silmeden açık kapıya doğru yöneldi. Tam çıkarken… Aygırkişi’nin dertli, acı kişnemesinden yere düşeyazdı. Dönüp bakınca ne görsün! Aygırkişi ona doğru atılarak dört dönüp tepiniyor…

Gecenin bir vaktinde içi geçen Eskul aksakalın düşüne Calgas girdi. Üstünde apak kefeni. Süzüle süzüle uçup geliyor. Uçarak onun üstüne gelince “Amca, Aygırkişi gelmedi mi?” diyor. “O gelecek. Ben yeni avıl inşa edeceğim yeri aramaya gidiyorum. Aygırkişi’yi alıp oraya gelin.” Uyanıverdi. Tan yeri de ağarmış. Kestane dorusu kısrak, Aygırkişi’nin kaldığı kabristan tarafına doğru bıraktığı gibi kulak kesilmiş, endişeyle kulaklarını çaprazlamış vaziyette.

– Hey gidi kestane dorusu, düşüme Calgas oğlum girdi dedi fısıldayarak. Cancağızım benim. Küskün gitmişti bana. Herkese küsmüştü. Yüzükoyun yatmıştı. Çığlık atarak ana babasını da yaklaştırmadı yanına. Yalnızca giderken geldi bana. Her şeyini toplayıp düğmüştü. “Hoşça kal, amca!” dedi. “Burada benim için ilgi çekici bir şey kalmadı. Babam bani aldatarak şehre gönderip sakar yağızımı satarken siz onu durduramadınız. Siz biri adam öldürürken bile araya girip kurtarmak için bel bağlayarak, kolunuzu çemreyerek girişmiyorsunuz. Tek kuru söz. Hareket yok. Üzücü, amca, üzücü… Ben gidiyorum, amca. Aygırkişi’yi arayacağım.”

Hiçbir şey diyemedi bu sözler üstüne. Hiçbir şey…

Böylece Calgas şehre gitmiş. Aldiy’in enstitüde okumakta olan oğluna. Arabası vardı onun. Arabayı ödünç alıp Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlara doğru yıldız gibi akmış. Yıldız gibi akıp giderken otobüse çarpmış…

Eskul aksakal, kestane dorusu kısrağa eyer vurdu. Üzengiye atar atmaz, sanki bunu bekliyormuş gibi, kısrağı başını dikerek ileri atıldı. Atın başını güç bela zapt etti. Umumen yeni doğmakta olan güneşin yeryüzüne yayılmaya başlayan kızıl şafağında avıla değin birkaç kez döne döne oynayan kulun, bugün anasının böğründen ayrılmadı.

İşte, mezar da göründü. Aygırkişi görünmüyor. Gitti mi acaba?.. Biraz yaklaşınca Eskul aksakalın yüreği yerinden fırlayacakmış gibi attı. Mezarın demir korkuluğu paramparça… Aygırkişi’nin başı ıslak toprak yığınının üstünde, gövdesi bükülmüş hareketsiz yatıyor. Korkuluğun dört köşesindeki kalınca demir kazıklardan biri yüreğin yanından yarı beline kadar girmiş. Aygır ölü yatıyor.

Eskul aksakal, eyerin üstünden ağıp indi, bayılır gibi oturakaldı. Kara yer fırıl fırıl dönerek onu alıp bir yere kaçıyor gibi.

İlk kez böyle ağır bir azap yaşamıştı; kendini hiç acımadan için için yiyip bitirdi; ya Rabbi, Aygırkişi’yi Kırgızlar alıp giderken neden yürüyecekleri yola upuzun yatıvermedi; “Oğlunun umuduna, inancına, kanadına neden balta vuruyorsun?” deyip Buldıy’ın yakasına yapışıp neden boğazına sarılmadı? Çok eskiden bunların bir batur dedesine avıldaşları sert bir tartışmada “Sen sürekli elim yurdum canın kurban olsun, hayatım feda olsun diyorsun; hadi bakalım, et kendini kurban…” deyince hiç düşünmeden keskin meçiyle kendisini boğazlayıvermiş. Bugün kim böyle yapabilir? Bunu hiç kimse yapmazsa, böyle yapmak aklının ucundan bile geçmezse, neticede herkes sadece kendisini düşünmeye başlarsa, birlikte yaşadığı öz eline yurduna düşmanlık edip kanına ekmek doğrarsa hayatın değeri, ne de itibarı kalır. Başkasını bir tarafa koyalım, kendisi hangi zalime karşı durmuş, hangi felaket için kan kusmuş, dertten iki büklüm olmuştu?.. Hayır… İçin için ağlamasına rağmen uzaktan dolanıp ıraktan öfkelenmekten başka ne yaptı?.. Gücenecekse kendisine gücenmesi gerek demek ki. Kendisine gönül koyması gerek… Birden kulağına hüzünlü bir ses geldi “Ömrünüz böyle geçecek olursa yalnızca Calgas ve Aygırkişi’yi değil bütünüyle kendinizi de, yitireceksiniz!” diyor ses. “İyi ümit ve emelin iyesi ile kutunu koruyamayan yurdun göreceği kıyamettir!” Aksakal irkildi. Zorla aklını toplayarak gözünü açmıştı ki… Aman Allah’ım!.. Aygırkişi’nin cansız bedeninden arka arkaya buram buram bulutlar çıkıp yüksele yüksele bütün gökyüzünü kapladı; kara gök yarılmışçasına şiddetli bir gök gürültüsünden sonra çakan tek şimşeğin ışığı bütün yeryüzünü aydınlattı, arkasından başlayan sağanaktan Eskul aksakalı çevreleyen âlem gözünü açamadan kalakaldı… Onun ardından… Ertesi günü halkın aklı çıktı. Mayıs ayında avılı apak kar bastı. Yüzü buz tutmuş. “Felaket bu!” dedi el. “Böyle bir şey gören var mı içinizde? Soğuk çaldı bu yıl her şeyimizi. Ne afettir bu?..”

Ağızları açık kalan insanların hiçbiri hiçbir şeyi idrak edemedi.

KÖKMOYNAK’TAN ÇIKAN HOCA NASRETTİN

(Hikâye)

Dün ikindiye yakın -semiz şişeğin etini kellesi ve paçasıyla birlikte toptan alarak- Asıravbay, Almatı’ya dünürünün evine varmıştı. Oğlu geçen güzden beri kaynatasının yanında duruyor. Gelini, dünürünün tek çocuğudur. İki genç düğün yapıp evlendikten sonra dünürleri “Yapayalnız kalakalacağız öyle… Çocukların evlenmesinden sonra senin, benim diyecek ne kaldı?.. Dünür, eğer esirgemezseniz iki genç şimdilik bizim yanımızda dursa…” diyerek gerçekten de ağlamsı hâlde umutlanarak konuşunca Asıravbay bir anda ne söyleyeceğini bilememiş ve oğluna bakmış, eskiden beri sadedil bir genç olan oğlu da başını eğdi. “Ağzını kırayım…” dedi içinden o vakit. “Şu hâlinle babanın seslenişine artık cevap vermezsin.”

Dünürünü gün boyu kesin bir cevap için merakla bekleten Asıravbay, nihayet akşamleyin rızasını vermişti. Ayrıca oğlu dört beş yıldan beri bir bilim araştırma kurumunda çalışıyordu. Tam söylemek gerekirse merinos koyununun yününü daha da inceltmek için mi, kısaltmak için mi, işte öyle bir şey için araştırma yapıyor.

– Hanımı da alıp gelseydiniz ya dedi, pahalı bir önlük giymiş olan güzel gözlü kadın dünür, sofra sererken.

Kırkını geçtiğine kimse inanmaz, ipince beli, yusyuvarlak kalçası insanın gözünü okşuyor. Elin karısı böyle… Seninki gibi bacağı kısacık, kıçı fırlak değil.

– Hanım dediğiniz… -Asıravbay’ın her zamanki gibi dili kaşındı.– Şöyle sizin gibi süzülerek yürüse ne âlâ dedi. Süzülüp yürüyemediğine göre kendi bedenim bile kendime yük olurken onu nasıl sürükleyeyim yanımda?

– Aman, siz de deyip güldü kadın.

– Dile getirsek de getirmesek de gerçek bu, dünür.

O sırada kan ter içinde banyodan ev sahibi çıktı.

– Geleceğinizi bilmiyorduk dedi. Bilseydik karşılardık. Telefon etseydiniz…

– İlahi dünür, bizim Kökmoynak’ta ne telefonu! Doksanlı yılların hemen başında iç dış hırlı hırsızlar, demir teli şöyle dursun direklerini de düşman gibi kesip götürdüler.

– Evet, avıl gördü göreceğini deyip cıgarasını tüttürdü dünürü. Öylece oturup biraz siyaset yaptılar. Öylece oturup avılın perişanlaşmasında suçu bulunan bazı adamların adı anıldı. Allah’ın cezası heriflerin hepsi de avılda doğup, sığıra it koşup avılda büyüyenler imiş. Sonra başlarına devlet kuşu mu kondu ne olduysa aygır binmediyse de at binen, belli mevkilere gelen dünkü kara ayaklı çocuklar, su isteyene süt veren avılın girdisi çıktısıyla ilgilenmez oldu.

İki dünür avıl sohbetinin ocağına sırasıyla odun atarak gecenin bir vaktine değin oturdu. Asıravbay’ın bu gelişi Kökmoynak avılının durumu yüzünden. Keçe çadırın tepesindeki kırlangıç yuvası gibi Kökmoynak avılı da ırak yüksek dağlardan birinin yamacında yer alan küçük bir mekân. Buranın ne zamandan beri meskûn olduğunu kesin olarak hiç kimse söyleyemiyor. Bağımsızlıktan bu yana “tarih hastalığına yakalanıp” kendince yaptığı araştırmalar ilçe gazetesinde ara sıra dört parmak hacminde de olsa neşredilip duran bir resim öğretmeni vardı. Öğretmen her şeyi tespit etmek niyetiyle altmış evin kiminin dişi gedik, kiminin kulağı sağır kocamışlarını meşgul etmeye başlayalı on yıl kadar oldu. Hepsinin söylediği şu: Atalar bilmiyorsa… Atalar nerede? Atalar bir yana, bu ihtiyarların babaları, dedeleri de çoktan öbür dünyaya göçmüş. Ya Rabbi, öyleyse Kökmoynak’ın ne zamandan beri meskûn olduğunu şimdi kim araştırıp tespit edecek? Resim öğretmeni de hiçbir şey söyleyemediği için ilçe gazetesinin verdiği “tarih araştırmacısı” unvanını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ancak Kökmoynak sakinleri son zamanlarda Kökmoynak’a ilk yerleşim tarihinin tespit edilmemesinden memnun gibiler. Düşünceleri şudur: Yılını, ayını hiç kimse bilmiyormuş; demek ki Kökmoynak kadimden beri var ve eskiden beri meskûn. Meskûn dedikleri de doğrudan kendi atalarının mekânı. Burada kaç nesil yaşadı, buradan kaç nesil geçti. Şu kargaşada, bu kargaşada kaçı Çin’e kaçtı, kaçı Türkmenistan’a ağdı. Her şeye rağmen Kökmoynak eli bitip tükenmiş, kuruyup soğulmuş değil. Ya Rabbi, burada bizim vazgeçemeyeceğimiz ne kaldı ki artık? Daha dün evlerimizin yanında sabah dağa bakıp bağıran, akşam eve bakıp böğüren hayvanlar nerede; yediden yetmişe kadınına kızına kadar merak ve zevkle bazen sinema bazen öğretmen konseri seyredilen kulüp çöktü; kütüphane ve sağlık merkezi kapatıldı; yıllarca ahaliyi sabahleyin tıka basa doldurup içini dışına çıkararak ilçe merkezine götürüp, akşamleyin aynı şekilde geri getiren çekirge yeşili otobüsün nereye kaybolduğunu soran hiç kimse yok; eski gibi dağdan aşağı hızla inen derin vadinin birbiriyle bağıra bağıra sohbet edenlerin sesinin bütün avılca duyulduğu iki yakası bütünüyle sessiz. Kökmoynak ahalisi gök yarılıp yere düşse de kımıldamaz yerinden herhâlde. Bir zamanlar Hruşşev’in küçük çiftlikleri birleştirip küçük yerleşimleri bir merkeze topladığında da Kökmoynak ahalisi yerinden kımıldamamış. O yüzden mezra yöneticisi zavallı Soltubay, parti üyeliğinden çıkarılmış. Ancak işin peşini bırakmamış, Moskova’ya kadar gidip üyelik kartını geri almış. Sonra taban patlatıp geri aldığı parti üyeliğini kutlamak maksadıyla avılda hayvan kesip dağıttığı, kökpar28 düzenliği için parti üyelik kartı tekrar alınmış… Asıravbay, Soltubay’ı çocukluğunda gördü. Her sözüne “eğer ki” diye başlardı; her şey için delil arayarak tartışmaya hazır, ateşli bir kişi idi, mübarek. Parti kartını ikinci kez geri aldıktan sonra “Bu lanetlerde iman yokmuş!” deyip her şeyi bırakarak Kökmoynak’ta babasının ta otuzlu yıllarda inşa ettirdiği, sonradan kendisini öncülük edip genişlettiği, her yıl baştan aşağı elden geçirilen mektebin bekçiliğini yapmaya başladı. Gerekçesi şuydu: “Hükûmete gereğim yok? Babamın yadigârıdır, öyle ise artık bu mektebi gözeteyim. Canları sağ olursa çocuklar yenisini yaparlar, o vakit biz bu mektebi Kökmoynak Müzesi’ne çeviririz.” Şu derin vadinin iki yakasında birbiriyle bağırarak selamlaşan, bağırarak sohbetleşen, bağırarak birbirini konuk çağıran altmış evden kurulu Kökmoynak’tan kimler çıkmadı… Soltubay parmağı ile bugün saymaya başlasa batur da, şair de burada. Okumuşu da, siyasetçisi de az değil. Emek kahramanları desen SSCB Yüksek Sovyeti’ne milletvekili seçilen bile var…

Mukadderatın önüne geçmek mümkün mü, zavallı Soltubay emeline ulaşamadan hayata veda etti. Ondan sonra köprünün altından çok sular aktı. Soltubay dünyadan göçeli bayağı oluyor ancak babasının yaptırdığı, kendisinin de bir zaman bekçilik yaptığı mektep hâlâ ayakta. Ayakta ama enikonu eskidi. Kışın yakacak kıtlığı yüzünden doğru dürüst ısınmadığı odaların köşeleri göverip, sıvaları düşmeye başladı. Öğretmenler ve öğrenciler yaz boyu çamur taşıyıp gedikleri kapatmakla uğraşıyorlar. Lakin başkalarının umurunda değil. Yeniden yapılanma, ıslahat, serbest piyasa derken artık millet kaç yıldan beri kendi kendine kumda oynuyor. Daha büyük yobazlıklar da gördü millet. Birkaç yıl önce vilayetin başına gelen biri, eğitim ve kültür kurumlarını katarak büyük rezillik etti. Sonra anlaşıldığına göre bütçe açığından dolayı öyle yapmış. Tasarruf yöntemi imiş… Tasarruf yapacak başka şey yokmuş gibi eğitim ve kültürden tasarruf etmiş, ya Rabbi!..

Asıravbay’ın kahrını sessizce dinlemekte olan dünürü yakasını ısırdı.

– Millete eğitim ve kültürün lüzumu yok mu demek istiyor?

– Öyle demek istiyor.

Asıravbay’ın deminden beri alev alev yanan yüzü artık iyice alardı. Bu durumda iken sözle birlikte ağzından tükürük de sıçrardı, o mu aklına geldi bilinmez, cebinden mendilini çıkarıp ağzını sildi.

Eh, yukarısı öyle uygun görmüşse ne yapabiliriz, hayırlısı olsun deyip baş sallayacak adam mı Asıravbay; doğru kazaya gitti. Öğrenmek istediği bu kararın kalıcı mı, geçici mi olduğuydu. Önce ilçe eğitim müdürlüğüne uğradı; bir de baktı ki küçük ama iki katlı binanın böğründe bambaşka bir tabela duruyor. Ardından kaymakamlığa gitti. Allah’tan kaymakamın eğitimden sorumlu yardımcısı yerindeymiş. Söylediği şu: “Valinin kararı… Şimdi gerçekten biraz şey…” Asıravbay “Biraz şey de ne demek?..” dedi diklenerek. “Siz de biliyorsunuz.” “Neyi biliyorum?” “Şey yani… Bakarız…” “Ne vakit?” “Yahu ağa, beni sorguya mı çekiyorsunuz? Benim elimden ne gelir?” “Neden elinden bir şey gelmiyor? Neden her şey tek bir adamın elinde? O adam deli sözü söylese de itaat etmek mi gerek? Öyle ise siz niye oturuyorsunuz bu ‘kutluhanede’ kurularak? Ne işe yarıyorsunuz?”

Asıravbay ağzını mendille üst üste silerek kaç yere gitti. Yardımcı, sadedil bir Kazak yiğidi imiş, ağzını açıp tek söz etmedi. Ondan işe yarar bir kelam işitmenin mümkün olmadığını anlayan Asıravbay, cepkenimi çıkarıp alacak değil ya deyip doğru kaymakama gitti. Kalemdeki kız “Kaymakam şahsi mesele görüşmek isteyenleri sadece Çarşamba günü kabul ediyor; dizelgeye yazılın isterseniz.” deyip sızlandı bir sürü. “Evladım, benimki şahsi mesele değil halkın melesi; ta kör itin öldüğü yer olan Kökmoynak’tan geldim.” diye diye sonunda kaymakama girdi. “Karar öyle…” dedi kaymakam. “Kararı uygulamama yetkimiz yok.” “Nasıl yani, eğitim ve kültürün artık lüzumu yok mu? Eğitim ve kültür kurumlarını kapatan millet, nasıl bir millettir?” “Kapatıldıysa eğitim ve kültür müdürlükleri kapatıldı; mektepleriniz duruyor, eğitime devam edin; kulüpler duruyor, konserlere devam edin.” “Yahu bizim bastığımız yerde ne zaman ot bitecek?” dedi Asıravbay öfkelenerek. “Ne otu?” Deminden beri ciddi ve vakur bir şekilde oturan kaymakamın elindeki kalem, sert sert basan kadınların sivri ökçesi gibi masanın üstüne tak etti. Bu durumda her zaman olduğu gibi Asıravbay’ın yine ağzı tükürükle doldu, dili ağzına sığmamaya başladı. “Bugün eğitim ve medeniyet müdürlüklerini kapatan vali yarın yerinde olmayacaktır. Yerine başkası gelecek. Onun da ne düşündüğünü Allah bilir. Bildiğimiz tek şey şu: O meret ne söylerse hemen yapıveriyorsunuz. Bu nedir böyle? Valiler hiçbir şey söylemese kendi kendimize hiçbir şey yapamayacak bir halka mı döndük biz?” “Bunları varıp valiye söyleyin, soracağınızı da ona sorun.” “Siz söylediniz mi, siz sordunuz mu?..”

На страницу:
2 из 5