
Полная версия
Zor Zamanlar
“Uşak Arteli” adlı hikâyesinde Sovyet hükümetinin yeni yeni hüküm sürmeye başladığı 1920’li yıllarda Tolubay ve Baymurat gibi kimselerin yıllarca çalışarak elde ettikleri mallarını kaybetme korkusu işlenmektedir. Yazar bu hikâyesinde kahramanlarının psikolojik derinliklerine inebilme başarısı gösterir. “Uzaktaki dağdan” adlı hikâyesinde II. Dünya savaşı sırasında cephedeki askerlere erzak temini anlatılır. Halk varını yoğunu askerlere gönderme kararı alır. “Baysal” adlı hikâyede Baysal adlı gencin akrabalarının yanında kalışı, yengesiyle sürekli kavga edişi, civar köylerde uşaklık yaparak yaşam mücadelesi veren dostları konu edilmektedir. “Yolda” adlı hikâyesinde bir tren yolculuğu anlatılır. Hikâye kahramanı bu yolculuk esnasında başına gelenleri, gördüklerini anlatır. Mukay Elebayev’in Kırgız eleştirmenlerden olumlu eleştiriler alan hikayelerinden biri de “Fırtınalı gün” adlı hikâyesidir. Yazar bu hikâyesinde o dönemin Kırgız sosyal yaşantısını ve o dönemde yaşadığı sıradan bir günü usta bir yazar titizliğiyle gözler önüne sermektedir. “Zarlık” hikâyesinde okuma ateşiyle yanıp tutuşan Zarlık adlı gencin bu amacına ulaşma gayretleri anlatılmaktadır. “Dört yolcu” adlı hikayesi de bir yolculuk hikayesidir. Kahramanlar yolda ilginç olaylarla karşılaşırlar.
Hemen bütün hikâyelerinde yazarı görmek mümkündür. Mesela, “Fırtınalı gün” hikâyesindeki genç adam, “Son bir gün”de Kencegul, “Zor Zamanlar” adlı hikâyesinde Kabıl, “Zarlık” adlı hikâyesinde Zarlık adlı kahramanlar yazarın kendisidir. Hikâyelerindeki mekân ise yazarın çoğunlukla bizzat bulunduğu Türkistan coğrafyasına ait yerlerdir. Mukay Elebayev’in hikâyelerindeki şahıs kadrosunu çoğunlukla yazarın bizzat gördüğü ve tanıdığı sosyal hayatın içinde var olan kişiler oluşturur. Rusların evlerinde uşaklık yapan Kırgızlar, okuma arzusuyla yanıp tutuşan Kırgız gençler, yazarın dostları, devlet görevlerini yerine getirmek için yolculuk yapan kimseler, Kırgız, Rus kadın ve genç kızlar…
Elebayev kısa ömrüne bir de roman sığdırmış bir yazardır. Üstelik bu roman Elebayev’in ve çağdaş Kırgız edebiyatının ilk romanıdır. Yazarın ilk önce Önceki Günlerde daha sonra O Günlerde adını vermek istediği Uzak Yol17, 1936 yılında Semerkant şehrinde yayınlanmıştır. Mukay Elebayev Uzak Yol’u yazmaya 1934 Ocak ayında başlamış ve 2 Kasım 1936 yılında bitirmiştir. Bu roman 1916 yılındaki Kırgız Türklerinin Rus Çarı’na karşı ayaklanışı ve akabinde halkın Çin’e göç edişi anlatılmaktadır. Bu anlatım, yazarın kendi ailesi ve yakın çevresi ekseninde dile getirilmektedir. Eser, tarihî roman hüviyetine sahiptir. Romanın olay örgüsü, konusu bizzat Kırgız hayatından alınmıştır. “Yazar romanda sadece ailesi ve kendi başına gelenleri değil, aynı zamanda o dönemde Kırgız halkının tarihi sosyal durumunu, başına gelen felaketleri, yaşadığı zorlukları realist bir anlayışla eserinde işlemiştir.”18
Romanda hüzünlü olaylar, trajik kaderler, azap çeken insanlar ustaca anlatılmıştır. Roman yirmi yedi bölümden oluşmaktadır. Her bölüm arasında organik bağlar mevcuttur. Romanın önemli bir kısmında Isık Göl civarındaki halkın hayatı, Rusların Kırgız halkına yaptığı zulüm ve cefa tasvirlenirken, romanın diğer kısımlarında ise Rus Çarı’na ve yerli yöneticilere karşı ayaklanan Kırgız halkının yenilip Çin’e kaçışı ve Çin sınırları içinde ezilişi, bir süre sonra da memleketlerine dönen halkın “Uzak yol”unun tablosu çizilmektedir.
Yazarın Tartış adlı piyesinde olay ülkenin kuzey bölgesinde geçer. Yazar bu eseriyle kanunların ve halka verilen vaatlerin sadece kağıtlarda kaldığını, gerçek hayatın tamamen başka olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. Eserde Ceyren ve Kaçkın adlı kişilerin “yüksek” yöneticilere dalkavukluk ederek başında bulundukları kurumları bir hortum gibi sömürmeleri, karşı çıkacak olanları ise “halk düşmanı” veya “anti-komünist” olarak suçlamaları anlatılmaktadır. Eğitim kurumlarında ve kolhozlarda o yıllarda yönetime geçmiş birtakım gruplar arasındaki ilişkiler, aldıkları rüşvetler ve keyfi kararlarla başına buyruk bir yönetim sergileyen yöneticiler realist bir anlayışla tasvir edilir. Yazar bu eseriyle devlet kurumlarında bu kişilerin yer aldığını ve rejimin de bu kişilere yaptıklarını örtbas edebilmek için zemin hazırladığını, dolayısıyla halkın zorluk çektiğini ifade etmeye çalışmıştır. Elebayev bu eseriyle devrinin siyasî propagandalarına bakış açısını ifade etmeye çalışmış, aynı zamanda hem usta bir kalem olduğunu, hem de edebî icrasını sadece devrinin propagandalarına göre şekillendiren çağdaşı birçok yazar ve şairden tamamen ayrıldığını bir kez daha kanıtlamaktadır. Ünlü Kırgız eleştirmen Kadırgul Doutov, Mukay Elebayev’in eserleriyle ilgili şunları belirtir:
“Edebî zevkimin henüz gelişmediği, edebiyat anlayışımın henüz şekillenmediği dönemlerde okuduğum eserleri şimdilerde yeniden okuyorum. Gerek eser ve gerekse yazarıyla ilgili önceki fikirlerimle şimdiki fikirlerim arasında hatırı sayılır bir fark var. Önceden çok beğendiğim, edebî ve estetik açıdan yüksek değer verdiğim birçok eser bugünlerde gözümde bir hiç. Tam tersine, zamanında çağdaşlarından edebî zevk ve edebiyat anlayışı olarak tamamen ayrılan yazarların olduğunu da fark ediyorum. Bu bağlamda, benim henüz farkına vardığım şey, Mu-kay Elebayev’in eşsiz sanat ve edebiyat anlayışıdır. Bunu şimdi fark ediyorum…”19
Salican Cigitov ise Mukay Elebayev’in çağdaş Kırgız edebiyatının temelini atanlardan biri olarak edebiyat tarihinde daima var olacağını, özellikle nesir eserlerinin uzun yıllar değerini koruyacağını belirtir.20
Hikâyeler
ZOR ZAMANLAR
I
Birbiri ardınca sıralanmış ekin taşıyan at arabaları yavaş yavaş ilerliyordu. Kabıl öndeki at arabasını kullanan kişinin yanındaydı. Zaman Rus çiftçilerinin güç işlerinin kızıştığı, harman dövüldüğü, ekinlerin taşındığı yani işin had safhada olduğu zamandı. Gece gündüz yolu hiç boş bırakmayan, karşılıklı gidip gelen at arabalarının sayısı belli değildi.
Bugün şafağa doğru Çon-Taş’tan çıkıp öğleye doğru Taldı-Suu’ya yakınlaşırken büyük bir köy kenti gördüklerinde, Kabıl:
– Bazake, bu kent eskiden var mıydı? diye şaşkınlıkla sordu.
Bazarbay “deh” diye bağırıp uzun dizginleri silkerek ve atları kamçılayarak hızlandı. Acelesiz bir sesle cevap verdi:
– Buralara hep Ruslar yerleşti.
– Ne zaman?
– Halk buralardan göçüp gittikten sonra…
– Bunun dışında daha nerelere yerleştiler?
– Kürmöntü, Sarı- Bulak, İçke-Suu, Çon-Taş! Daha bir sürü.
– Oralarda da kentler kuruldu mu?
– Evet, hâlâ kuruluyor.
Bu sırada ard arda sıralanmış kağnılar karşılarına çıktı. Taşınan yüke ve kanuna göre kağnıların at arabalarına yol vermesi gerekiyordu. Fakat tam tersine, onlara doğru hiç yol vermeden geldikleri için çaresiz kalan Bazarbay dizginleri çekip atları yolun bir kenarına çekti. Bazar-bay, Çin’den daha yeni dönen Kabıl’ı Tüp’de bir Rus’un evinde çalıştırmak amacıyla götürüyordu. Kabıl’ın kendisine yardım edebilecek kimi kimsesi yoktu. Bu yıl on yedi yaşına basmıştı. Bazı şeyleri fark etmeyecek kadar akılsız bir çocuk da değildi. Bu yüzden biraz önceki konuşmalarından Bazarbay için “Bunun başından çok şey geçmiştir,” diye düşündü.
Halk göç ettikten sonra Tüp’lü Ruslar Kırgız topraklarına gelip ekin ekip biçmeye başlamıştı. Kabıl Çin’den geldiği sıralarda, Bazar-bay ve daha iki Kırgız aile Gavril’in Çon-Taş’taki ekinlerini biçiyorlardı. Taşıdıkları ekin onundu.
İçke-Suu’dan biraz geçtiklerinde bütün ihtişamıyla Isık Göl göründü.
– Ta şu ilerde görünen yer Tüp. Akşama doğru ulaşırız, dedi Bazarbay, Isık- Göl’ün doğusundaki belli belirsiz görünen şehri gösterip. Tüp’ün kenarından akan büyük bir ırmak da bütün güzelliğiyle ortaya çıkmıştı.
Tüp’e gün batarken ulaşmışlardı. Tüp’e girerken büyük bir köprüden geçtiler ve bir tepeliğe çıkıp batı taraftaki büyük bir sokaktan aşağıya doğru ilerlemeye başladılar. Gördüklerinin hepsi de Kabıl için yeniydi. Mallarını ıslıklar çalarak süren adamlar, tarladan henüz gelmiş at arabasını durdurup kapısını gıcırdatarak açmakta olan çiftçiler, dirgenleriyle ot toplayanlar, her bir avluda birbirleriyle yarışırcasına gıdaklayan tavuklar, sokaklarda oraya buraya koşuşan kaz ve ördekler, arıktaki çamurun içinde ağnanan iri domuzlar…
Bu şekilde yol aldılar. Bir süre sonra sokağın ortalarındaki kocaman bir kapının önünde durdular. At arabaları kapıdan geçip ahırın yanındaki büyük ambarların önünde durdu. Bu esnada yamrı yumru görünüşlü şişman bir kadın çıkıp berikilere biraz baktıktan sonra yerden bir şey alıp içeri girdi. Bu kadın Gavril’in hanımıydı. “Benim hakkımda ne düşündü acaba” diye geçirdi içinden Kabıl. Gavril’in birkaç kızı vardı. En büyüğü dik bakışlı, yaklaşık on yedi yaşlarında. Tek erkek çocuğu Aleşa bir atın çektiği arabayla onların arkasından gelmişti.
Ekinleri hep birlikte taşımaya başladılar. Ambarın içindeki çok sayıdaki ayrı ayrı çukurların hepsi de ağzına kadar doluydu. “Bunların hepsini nereye sığdıracak?” dedi içinden Kabıl bir ara, kovayla taşıdığı ekini çukura dökerken. Atlar doyduktan sonra Kabıl haricindekiler hiç duraklamadan gece vakti yine yola çıktılar. Artık Çon-Taş’ta Gavril’in son ekinleri kalmıştı. Yarın veya ertesi gün bu at arabalarıyla Bazarbay da tamamen buraya taşınacaktı. Karısı Asılkan harmanda kalmıştı. Gavril de oradaydı.
Gavril’in yeri gerçekten de çok büyüktü. Pencerelerinin çoğu sokağa bakan beş altı odalı kocaman bir evi vardı. Kabıl yeni mekanına hâlâ alışamamıştı. Biraz önce büyük avlu kapısının yanındaki küçük kapıdan dışarıya gizlice bakarken, sokakta sendeleye sendeleye yürümeye çalışan bir sarhoş gördü. Bu sırada Bazarbay’ın giderken “Sokağa pek çıkma!” dediği aklına geldi.
İlk gece Gavril’in evinin biraz ötesindeki avlu kapısının sol tarafında tavanı basık bir evde geceledi. Bu evi görünce geçen yıl Çin’e kaçıp kışı geçirdiği bir Uygur’un evini hatırladı. Duvara gömme şeklinde yapılmış ocağa bakarak bir zamanlar Özbekler’in yaşadığını düşündü. Eşik yerle eşit olduğundan kapı zor kapanıyordu. Evin bütün duvarları isten kararmıştı. Köşelerin hepsi de örümcek ağlarıyla doluydu. Tek bir penceresi vardı. Bunları görünce Kabıl burada epeydir kimsenin yaşamadığını anladı. Bir ara köşenin birindeki delikten bir sıçan gizlice çıkıp biraz durakladı, evdeki yeni kişiyi görünce gözlerden kayboluverdi. Akşamın alaca karanlığı çökmüştü. Kabıl yatıp karanlık iyice çöktükten sonra sıçanlar evin içinde cirit atmaya başladılar.
Ertesi gün Gavril’in hanımı Nastya, Kabıl’ı çağırıp avlunun içinde iş buyurmaya başladı. Kabıl ev sahiplerinin hoşuna gidebilmek için oraya buraya koşuşturuyordu. Öbür gün de su getirmeye gönderildi. Kapının önünde duran arabada en az yirmi kova suyun sığabileceği büyük bir fıçı duruyordu. Ahıra girip bir ata gem vurdu, ambarın önünden geçerek ata hamut geçirdi, fıçıya doğru atı çekerek ilerledi. Arabayı ata bağlayıp bağlayamayacağını merak eden Gavril’in büyük kızı ona bakıyordu. Kabıl atın bel kayışını sıkıca bağlamamıştı. Bu sefer sokağa çıktığında her zamanki gibi çok korkmamıştı. Ancak yine de dikkatli davranması gerekirdi, çünkü Tüp’teki Ruslar atlı Kırgızlar’ı gördüklerinde besledikleri kinden ötürü diş biliyor, hiddetleniyorlardı. Sokakta yalnız birilerini gördüklerinde taş atıyor, ıslıklar çalıyor, küfürler savurarak öldüresiye dövüyorlardı.
Kabıl yukarıya doğru biraz yol aldıktan sonra sokağın sol tarafına düşen tepeliğin kenarı boyunca süzülen patikaya yöneldi. Bu patikanın sonundaki çukurluktan nehir akıyordu. Yol boyunca hiçbir serseriye rastlamamıştı. Sadece geri dönerken uzaktaki bir bahçeden taş atıldı. Taş vınlayarak gelirken atın yelesine eğildi, taş ise başının üzerinden geçip gitti. Bunun dışında herhangi bir şey olmadı. Aradan üç gün geçtikten sonra ekin taşıyan at arabalarıyla Bazarbay ve Asılkan gelip Kabıl’ın yaşadığı eve yerleştiler. Geçen sene de bu evde kışlamıştı Bazarbaylar.
Asılkan’ın güçlü kuvvetli gençlerden aşağı kalır bir yanı yoktu. Geniş omuzları, uzun boyu, koca gövdesi, kocaman ayaklarıyla Bazarbay’la neredeyse eşitti. İkisi yan yana yürürken omuzları aynı seviyedeydi. Sarışın, çenesi bir karış, dudakları kalın, gayretli biriydi. Sadece ot kesme işinin dışında yaptığı diğer bütün işlerde Bazarbay’a neredeyse üstün gelirdi. Bu yüzden ikisine yöredekiler “İki pehlivan” diye nam vermişti. Asılkan orakla ot keserken arkasından birinin kesilen otları bağlamaya yetişemediği zamanlar olurdu. Beş altı pud gelen teskereleri hiç zorlanmadan kaldırıverirdi.
Bununla birlikte bir şeye sinirlendiği zaman karşısındaki evliya bile olsa kendini durduramaz ve sonuna kadar kavga ederdi. Çok çabuk sinirlenen hırçın bir kadındı. Hayatın böylesi zor zamanlarında bile bazen Gavril’in karısıyla da tartışır, ağzına geleni hiç çekinmeden söylerdi. Bir gün “Kazan bayramı” denilen bayram günü gelip çatmış, kutlamalar üç gün sürmüştü. Bu bayram, güz işlerinin bittiği, kışa girildiği zaman olurdu.
– Bugün Ruslar azacak, dedi Bazarbay sabahleyin.
Gavriller bayramdan üç dört gün önceden, samogon21 yapmış, evi temizlemiş, domuz kesmiş, türlü türlü yemekler hazırlayarak büyük bir hazırlık içine girmişti. Asılkan ile Kabıl bu hazırlıkların hepsine tüm güçleriyle katılmışlardı.
Bayramın üçüncü günü Gavril’in evine allı güllü giyinmiş kadın erkek karışık birçok misafir gelip gün boyunca eğlendiler. Öğleye doğru genç yaşlı demeden hepsi birlikte coştukça coşuyorlardı. Daha sonra kalkıp sokağa çıktılar ve avlu kapısının sağ tarafına düşen açık bir yerde toplandılar. Evden çıkarken siyah gocuklu, uzun sakallı, uzun boylu biri kalabalığa katılamayıp orada bir yere yığılıp sızdı. Düşünce kalpağı da yere düşmüştü, ancak bunu hiç kimse fark etmedi. Kalabalık biraz önceki yere toplanmış, halka oluşturup ortada şarkılar söyleyerek dans etmeye başlamıştı. Yaşlıca zayıf bir kadın bir eliyle eteğini sallıyor, öbür elindeki içkiyi çalkalayarak birinin etrafında dans ederek dolanıyordu “Heyy, matuşkaaa!..” sesleri kulakları çınlatıyordu.
Kalabalık bu halde eğlenirken yanlarından akordeon çalan, ıslıklar, bağırtılar arasında tüm sokağı ayağı kaldıran gençler geçti.
II
Kara kış kapıya dayanmıştı. Zemherinin en şiddetli zamanıydı… Kabıl’ın Tüp’e, Gavril’in evine geleli beri üç ay geçmişti. Yaptığı şey, her gün sabah tanla kalkıp malları gürültü patırtı içinde sürerek sulayıp geri getirmekti. Geri geldikten sonra da yılkıları ayrı, inekleri ayrı kapatarak yemlemesi gerekiyordu. Bu sırada sanki o hiçbir şey yapmıyormuş gibi:
–Kab-ı-l! – diye adının sonunu uzatarak bağırırdı Nataşa. Kabıl dirgeni bırakıp onun yanına gittiğinde, -Ne? der, o ise, -Su getir! diye emrederdi.
At arabasını hemen hazır hale getirip büyük fıçıyı yüklenerek yola koyulurdu. Geri geldikten sonra odun kesip semaveri yakma işi beklerdi onu. Semaveri yakıp onlar yemek yiyecekleri sırada “Şimdi bunlar yemek yiyene kadar biraz dinleneyim” düşüncesiyle Bazarbay’ın kaldığı odaya gelip göğermiş ellerini ateşe uzatarak ısınmaya çalışırdı. Bir müddet sonra kazanda demlenmiş bir bardak kara çayı tam ağzına götüreceği sırada adının sonunu uzatarak onu çağıran ses yine yankılanırdı.
– Eyvah, çabuk git!, derdi evdekiler. Gittiğinde yine o kız. Kabıl’ı her çağırdığında her ne kadar uzakta olsa da kapı eşiğinden bir kere bile inmezdi.
Bu defa gelip ne için kendisini çağırdığını sorduğunda:
– Domuzlara yem versene, dedi sonra dönüp gitti.
“Domuza yem” dediği yemek artıkları, ekmeğin yanmış kısımları, patates kabukları gibi yiyecek artıklarından oluşan, dünden beri birike birike iki kova kadar toplanan bir şeydi. Hepsini birden götürmek imkansızdı. Ağzına kadar dolu kovaların önce birini kaldırıp yolda çalkalayarak götürürken ağılın içindeki domuzlar ta uzaktan bunu hissedip tepiniyorlar, hırıldanıyorlardı. Ağır kovayı zor bela taşıyıp çitle çevrilmiş domuz ağılına girerek yemeği vereceği sırada aç domuzlar bazen yukarıya doğru ön ayaklarıyla kalkarak burunlarını Kabıl’ın ellerine sürtüyorlardı.
Akşamları da yanan sobaya tezek yetiştirir, hiç yorulmadan çalışırdı. Tezekler ise ahırın arkasında yığılı duruyordu. Oraya günde beş altı defa giderdi. Buradan öbür eve her tezek getirdiğinde sobanın yanında bir ihtiyar nine kederli kederli söylenerek otururdu. Bu nine Gavril’in annesiydi. Yaşı 80’i geçmiş kendisine birkaç yıl önce inme inmişti, bu yüzden yürüyemiyordu. Çok zayıfladığından kemikleri sayılıyordu. Son günleri sobanın yanında geçiyordu. Yemeği de aynı yerde yiyordu. Yaşlı ninenin her akşamüstü böyle sessizce kederli kederli oturuyor olması Kabıl’ı derinden etkiliyor, belirsiz düşüncelere salıyordu. “Her gün böyle… Neden böyle yapıyor? Veya Allah beni bu yaşa gelene kadar almıyor da eziyet mi ediyor diye mi düşünüyor acaba? Ne kadar tuhaf?” diye geçirirdi içinden
Bazen Kabıl içeri tezek getirdiğinde gelini orada yoksa yaşlı nine yediklerinin kalanlarını gömgök veterli elleriyle alelacele Kabıl’a sunardı. Kendisine verilen eti Kabıl kapıp alan bir tazı gibi birileri görmeden hemencecik midesine indiriverirdi. Gerçi, yaşlı ninenin bu iyiliğini kendisine acıdığından mı, yoksa bir ayağı çukurda olduğundan mı yaptığını anlamakta zorluk çekiyordu.
Yaşlı ninenin dünyaya getirdiği üç çocuğu da hâlâ hayattaydı. Üçü de bu mahallede yaşıyordu. En küçük oğlu Gavril de artık orta yaşlı biriydi.
Kabıl afyon tohumlarının bulunduğu eski ve küçük bir evde tek başına kalıyordu artık. Hem yorgan olarak hem de yatak olarak kullandığı uzun bir şiltesi vardı. Bu şiltenin içine ne kadar sığmaya çalışsa da vücudunun büyük bir kısmı açıkta kalıyordu ve kapı aralığından giren soğuk Kabıl’ı oldukça üşütüyordu. Her sabah ahırdaki zifiri karanlığın içinde atlara kızakları bağladıktan sonra Bazarbayla birlikte arka arkaya oturup yola çıkıyorlardı. Bir seferinde ürkek bir atı Kabıl tutup hamutunu takarken at tıksırıp Kabıl’ı bir köşeye savurdu. At sürekli böyle yaptığından hamutu Bazarbay takmaya başladı. Bir de otuz yıl kadar araba çekmiş ve işin ehli olmuş kurnaz bir doru at vardı. Gayet sakindi, hiçbir şeyi umursamazdı. Bu at Kabıl’ın elinde değişiyordu. Gemi şıkırdatarak kendisine doğru gelenin kim olduğunu öğrenmek için hemen kulaklarını dikerdi. Kapıyı açan kişinin Kabıl olduğunu anladıktan sonra tıksırıp Kabıl’ın üstüne doğru giderek arka ayaklarıyla çifte atar, biraz uzaklaşıp tekrar Kabıl’a bakardı. Kabıl oraya gidip atı tutmak istediğinde at yine aynısını yapardı. Daha sonraları Kabıl atı yakalayabilmek için yeni teknikler geliştirdi. Önceki gibi at kendisinden kaçtığında ısrarla atın üzerine gidip Rusça küfrederek elindeki gemi atın ağzına takmaya başlamıştı.
Ot almaya gittiklerinde ise en öndeki kızağa Bazarbay, en arkadaki kızağa ise Kurmaş otururdu. Şehrin dışına çıkıp tarlalara ulaştıklarında gece ayazına dayanamayan Kabıl titremeye başlar, adeta eli ayağı donardı. Sırtında Aleşka’nın haki gocuğu, içinde ise incecik bir kazak olurdu. Artık soğuğa dayanacak gücünün kalmadığı anlarda kızaktan inerek koşmaya başlardı. İyice yorulunca tekrar kızağa binerdi. Tekrar üşüyünce yine kızaktan iner ve koşardı. Bu şekilde, tanın ilk ışıkları ortaya çıkmaya başladığı sıralarda Aral’daki otluğa ulaşırlardı. Burada beş kızağa tıka basa ot yükleyene kadar vakit öğleyi bulurdu. Eve döndüklerinde de bu otları ahıra koymak gerekiyordu. Kabıl küme küme sıralanmış ot yığınlarının üstüne çıkar, bazen güçlü kuvvetli Bazarbay’ın dirgenle verdiği otları alamayıp yere düşürünce bozulan Bazarbay “Hiç yemek yemiyor musun?”diye bağırır, öfkelenirdi.
Ot almaya gitmediği günlerde Kabıl’ı kamış toplamaya gönderirlerdi. Kamışları, Tüp’ün doğu tarafında bulunan bir gölün buz gibi soğuk sularından geçerek topluyorlardı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Salican Cigitov. Keçeekinin Sabaktarı, Bügünkünün Talaptarı. Frunze: Adabiyat, 1991. s. 117.
2
Çolpon Tolubayeva Derdenbayevna, M. Elebayev – Uluttuk Adabiyatta Psihologiyalık Prozanın Baştooçusu. Bişkek: Avtoreferat. 2002.
3
(Türkiye Türkçesine aktaran: Yusuf Gedikli) İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş., 1995. s. 92
4
1916 yılında Kırgız Türkleri’nin Rus Çarı’na karşı ayaklanışı Ürkün diye anılmaktadır.
5
Kubanıçbek Malikov. Zamandaştarım cana Kalamdaştarım, Frunze:Kırgızmambas, 1964.
6
Salican Cigitov. Irlar cana Cıldar, Frunze: Kırgızstan Basması,1972. s. 147.
7
A.g.e. s. 110.
8
Omor Sooronov. Mukay, Bişkek: 1998, s. 70.
9
Mukay Elebayev (Yay. Hazırlayan: Omor Sooronov), Carıyalanbagan Çıgarmalar, Frunze: Adabiyat, 1990, s.76.
10
Omor Sooronov. Mukay, Bişkek: 1998, s. 188.
11
Ala-Too, 1968, no.5.
12
Elebayev’e yazarlık kimliğinin gönderilmemesi durumu Kırgız edebiyat çevreleri tarafından hâlâ tartışılmaktadır. Araştırmacı Omor Sooronov bu hususta dönemin en ateşli rejim savunucularından biri olan şair ve yazar Aalı Tokombayev’i suçlamaktadır. Dikkat çeken diğer bir husus ise Aalı Tokombayev ile Mukay Elebayev’in arasının açık oluşudur. Çünkü Elebayev Tokombayev’i çeşitli yazılarında ve konuşmalarında sürekli eleştirmiştir.
13
Omor Sooronov. Mukay, Bişkek: 1998, s. 101.
14
M. Elebayev. Carıyalanbagan Çıgarmalar. Frunze: Adabiyat. 1990. s. 223
15
Salican Cigitov. Keçeekinin Sabaktarı, Bügünkünün Talaptarı. Frunze: Adabiyat, 1991. s. 114.
16
Canı Madaniyat Colunda, 1929, No 1-2 s. 10-11.
17
Romanın Kırgız Türkçesi’ndeki adı Uzak Col’dur. Türkiye Türkçesi’ne Uzun Yol diye de aktarılabilir. (H.A.)
18
B. Malenov. Mukay Elebayevdin Çıgarmaçılıgı, Frunze: 1959. s. 87.
19
S. Baygaziev. Cazuuçunun Çıgarmaçılık İndividualduulugun Mektepte Üyrönüü Mukay cana Cusup, Bişkek: Mektep, 1993. s. 33.
20
Salican Cigitov. Keçeekinin Sabaktarı, Bügünkünün Talaptarı. Frunze: Adabiyat, 1991. s. 131.
21
Rusların elde yaptığı votkaya benzeyen bir tür alkollü içecek. (Akt.)