bannerbanner
İnsan Olmak İstiyorum
İnsan Olmak İstiyorum

Полная версия

İnsan Olmak İstiyorum

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 5

O günün ertesi sonuçlar açıklandı.

Duyuru tahtasına koşa koşa geldik. “İyi” ve “orta” puan alanların kâğıdına bakarak şok geçirdik. Eyvah, en azından “orta” puanların arasında adım olsaydı, umudum kırıldı. Birazdan aklımı başıma alıp adım nerede yazıyor diye bütün kâğıtlara baktım. İşte en düşük notların tam ortasındaymış. İkiz kuzu gibi Mıktı, ikimizin de adlarını aynı yere yazmışlar.

Mıktı çıldırdı:

–O soyulmuş soğan başlı kel adam benim yerimi değiştirmeseydi iyi not alırdım, bak o gözlüklü delikanlı iyi not almış. Ha seni… diye o adama küfrediyordu.

İçim yanıyordu sanki. Diğer derslerden sınavı verirsek, sonuçları iyi olursa, bunun yerini kapatır. Umutla uzak bir köyden gelmiştik.

Zavallı Mıktı canlandı bağırarak:

–Ya bari kolhozda çalıştı diye yazılan raporlarımıza baksalardı.

Çaresize yıldız ateş gibi görünür. Çaresizliğimden güzel bir hayale daldım, yel gibi geçici bulutun gölgesinde hayal kuruyordum.

–Mıktı, hani mektup vardı ya nerede kaldı, belki o bize yardım eder diye gözlerine baktım.

– Mektup mu, onu ilettim ama… diye Mıktı, suratını astı.

Dediğine göre bir şişe şampanya alıp mektubu babasının arkadaşına götürmüş, ama o adam Mıktı’yı iyi karşılamasına rağmen yardım edeceği hakkında bir kelime bile konuşmamış, hocalar bilir diye göndermiş.

–Babam adam için, bir zamanlar ne kadar çok kuzumu yemişti! Çok hakkım geçmiştir o adama! demişti. Ancak şimdi yardım etmeye niyeti yok! diye sövdü Mıktı. Sonra öğrendim ki o mektupta benimle ilgili tek kelime bile yokmuş…

Sınav kâğıtlarımızı almak için görevlilerin yanına gittik. “Siz başka sınavlara giremeyeceksiniz. Dilekçe yazın getirin de dökümanlarınızı alıp gidebilirsiniz” dedi. Sınav kâğıtlarımızı da vermedi.

Şimdi güreşte kaybetmiş gibi hayal kırıklığına uğradık, nereye gideceğimizi bilemedik. Altınımızı saklamış gibi tekrar arkamıza bakıyor, uzaklaşamıyorduk üniversiteden. Kötü diye sınav sonuçlarını birbirine anlatmakta olan insanları görünce zaten çoğu geçmemiş diye kendimizi teselli ettik. İyi not alanlar sevinçle yanımızdan geçtiğinde yaramıza tuz basmış gibi acıyordu.

Umut aslında asla tükenmez ya… Dönüp dolaşıp sonuçların yazıldığı tahtaya yine geldik. Mıktı:

–Şimdi hemen bakınca Berdikeev Mıktıbek, diye ilk sırada yazılı olsaydı keşke.

–Haline bak şunun, nasıl olup da birinci sıraya yazılırdın!

–Öylesine söyledim…

Yurda geldik. Oda bomboştu. Kitaba her zaman kene gibi yapışan büyük kalpaklı delikanlı da bugün yoktu odada. Sonuçları iyi olmuşsa gönülleri şen şehri dolaşıyordur belki. Masanın üzerinde kurumuş boğursağın parçaları, karpuzun kabuğu atılıydı. Simsiyah sinekler düğün yapıyor orada.

–Baksana mal ya bunlar, temizlemeden gitmiş, diye Mıktı sövdü. İkimiz de sus pus oturduk.

Üst kattaki odalardan müzik sesi geliyor, neşe dolu insanların kahkahaları duyuluyordu. İşleri yerindeydi galiba, yoksa böyle neşelenmezlerdi. İçim alev gibi yanıyor, dayanamıyordum. Eğer onlardan biri gelip de kendini büyük hissederse Mıktı’dan önce ben yumruklamaya başlardım.

Hala umudumuzu kaybetmedik. Rektörün odasına gittik. Bizden bıkan sekreter hanım kaba davrandı:

–Demedim mi size bugün kabul etmiyor sizi. Niye koyun gibi anlamıyorsunuz, geliyorsunuz tekrar! Konuştuklarına aldırmadan, biz hiç durmadan rektörün odasına geçtik.

Rektör alnı geniş, büyük gözlü, koskoca bir adammış. Biz habersiz girdiğimizden dolayı bize şaşkın şakın baktı.

–Hoş geldiniz gençler!

Girerken hiçbir şeyden çekinmiyorduk, oysa şimdi ağzımızda bir şey geveler gibi konuşamıyorduk. Onun yüzünün sert görünmesine rağmen merhametli sesi, insana iyilikten haber veriyordu.

–Hocam, uzak köyden gelmiştik… diye ayaklarıma baktım. Mıktı, suratını asarak sol tarafımda idi. O da benim konuşmamı sürdürdü.

–Hocam kolhozda çalıştık, raporumuz da var.

–E sonra ne oldu?

Bu soru taşla bastırmış gibi boynumuzu eğdi. Balık gibi konuşamıyorduk sanki. Ama rektör nasılsa zeki bir adammış. Biz söylemeden önce durumumuzu fark etti.

–Sınavdan geçemediniz öyle mi?

–Şeyy hocam… dedi Mıktı gözleriyle ona yalvararak bakarken. Rektör hiç bakış tarzını değiştirmeden bize bakarak konuşmaya başladı:

–Hm anlaşıldı, gençler şimdi Kolhoz’dan gelen bir sürü aday var. Demek ki gelen herkes kazanamaz. Üstelik Rus dili sınavından geçmemek bütün şansınızı kaybetmek demektir. Bunu anlamanız gerekiyor gençler. Rus dilini bilmeden üniversiteye giremezsiniz. Sizin okuyacağınız derslerin hepsi Rusça olacak. Sizi üniversiteye aldık diyelim, yine de ilk dönemde kalırsınız. Yetiştiremezsiniz dersleri. Böyle olursa üniversiteye zarar gelir. İşte bunun için daha yetenekli, bilgili olanları kabul etmemiz mantıklı bir şey olur, değil mi gençler?

Kızarmıştım. Yukarıya bakamıyordum. Rektörün her konuşması kazık gibi kafamı vurarak yere çakıyordu sanki. Gözleri ok gibi atılıyordu. Bir anda Mıktı, bir şeyler konuş diye işaret vermişçesine yan tarafımı dürtüyordu. Nasıl konuşurdum ki, hemen taşla vurulmuş inek gibi arkama döndüm. Giderken sanki rektör ayağımdan tutarak durduracakmış gibi alelacele odasını terk ettim.

Dışarıya çıktığımızda Mıktı:

– Baksana bütün kötü niyetliler toplanmış bir araya. Rektör de kendini beğenmişin biri, diye söylendi. Benim aklıma hiçbir şey gelmedi. Kaybeden kumarbaz gibi betim benzim sarardı…

***

İşte duvarları boyanmamış, hatta sıva bile yapılmamış eski küçük bir ev. Bodrumu alçak, taşları düzensiz yapılmış. Damında cadının saçları gibi kamışları gözüküyor. Boynuzu kırık boz inekle buzağı, yemyeşil otlar, ağızlarında geviş getirerek kazığa bağlı duruyorlardı. Annem ineği sağmış galiba. Zavallı ineğin kemikleri bile gözüküyordu. Babamın parasını önceden aldığı buzağı buydu işte. Parasını ödeyen sahibi istediği gün gelir götürür. Sarı tavuk beş civciviyle tepede dolanıyordu. Kırmızı horoz kanatlarını kıpırdatarak ötmeye başladı.

İnsanlar bahçesine patates, soğan, domates gibi sebzeleri ekmiş. Ama babamın sebzelerle uğraşacak zamanı yoktu. “Bizim babalarımız hiç patates matates ekmeden geçiniyordu. Onlara hiç gerek yok” diye bizim bahçeye mısır ekmişti. Arasında ürünü olanlarından olmayanları -daha çok ben üniversiteye hazırlanacağım diye- ayırmışlar, ben de gitmeden biraz toprağını yumuşatmış gibi yapmıştım. Babam kamçısını elinde tutarak hep atla gezerdi, hiçbir zaman olgunlaşamayan mısırlara bakmaya devam ediyor, annem de ev işleriyle uğraşıyordu. Hatta mısırlar sulanmamıştı bile iyice. İşte böylece mısırlar solmuş, kalanları da sararmıştı. Evin damına arılar yuva yapmıştı galiba, her tarafta dolaşıyorlardı. Bazıları tam karşına çıkagelip şaşırtıyor, vızıldamaları sinirimi bozuyordu.

2

Derin düşüncelere daldığım sırada birisi arkadan enseme vurdu. Böyle şeyleri yapsa yapsa Mıktı yapar, diye arkama döndüm. O değilmiş, Çoturmuş.

–Gel, gel.

–Hoş geldin, diye gülümsedi. Nasılsın? Geleli üç gün olmuş, bilmiyordum. Mıktı, atla dolaşıyordu. Seni sordum. Geldi, dedi. Noldu? Sınavı kazanamadınız mı?

–Geçemedik, diye yalandan da olsa gülümsedim.

–Üniversiteyi kazanmak sırat köprüsünden geçmek gibi bir şey mi?

Ne anlatacaktım ki ona… Yarama tekrar tuz basılmış gibi oldu. Konuyu değiştireyim dedim.

–Çotur, köyde kimse yok mu? Geldiğimden beri bir tek seni gördüm.

–Herkes çalışıyor, gelenler de akşam gelip sabah gidiyor. Bazıları tarlada kalır. Orda geceyi geçirip tekrar sabah işe başlıyorlar. Ben de kendi işimle uğraşıyorum. Traktörle tarlayı sürüyorum işte. Hanımım da yardım ediyor. Sabahtan akşama kadar tarladayız.

Benim acımı fark edip teselli vermek mi istedi, yoksa havadan sudan konuşmak mı istedi bilmiyorum; beni evine götürdü.

Çotur benden iki yaş büyüktü. Ama yine de arkadaş gibiydik. Bir zamanlar sekizinci sınıfı beraber okumuştuk. Asanbay, Üsönbay adlı iki kardeşi 1941’de savaşta öldü. Zavallı annesi “Oğlum, sen de askere gidip sızlatırsın beni” diyerek askere göndermedi. “Kimsenin gözüne görünmeyelim.” diye çocuğu okutmadan Namangan tarafına götürmüştü. Bir yıl sonra Taş-Kömür’e taşındılar. Çotur da tahta ambarında bekçi olarak çalıştı.

O zamanlarda Kanımkul Teyze, gelinin elinden çay içeyim, diye elindeki bütün kazandıklarını harcayıp Çotur’u evlendirmişti.

–Oğlum, kamçı sert olursa, kadın utangaç olur. Kadınlar şeytan olur. Bir defa boynuna bindi mi bir daha indiremezsin. Hanımının davranışlarına dikkat et! diye her gün Çotur’u uyarıyordu. Bu dediklerinden sonra Çotur, hanımının her adımını hesaplamaya başladı. Bu hiç annesinin hoşuna gitmez mi! Oğlundan memnundu; “işte baban da böyle bir adamdı, gözünün siyah beyazı ile dolanıyorduk, oturduğu yeri öpüp peşinden namaz kılıyorduk” diye hep anlatıyordu.

Çotur, bunların hepsini hayat dersi olarak kabul etmişti. O zaman kendisi 17 yaşındaydı. Eskilerin söylediği gibi o zamanlarda Çotur’un evlilik kurması için daha erkenmiş. Genç hanımının ondan maddi bir beklentisi yoktu. Yalnızca sevgi, saygı hepsi bu.

Bir gün Çotur işten eve gelip eşine:

–Hey, gel buraya elime su dök! Gelin hemen gelir su döker.

–Sıçratma diyorum sana. Şimdi boynuma dök.

Acele ile Çotur yıkanır, oturur yemeğini yer. Baktıgül, yanına gelir, oturur. Bir şeyler sorar, yaklaşmak ister.

–Yapışma bana! diye hanımına bağırır. Karnı doyduktan sonra, -Hey! Başıma yastık koy!

Gelin emirlerinin hepsini yapar. Dağı koparmışçasına bacaklarını uzatır, iki kolunu kafasının altına koyarak yatar. Birazdan gizlice geline bakar gülümser:

–Hey, sen beni seviyor musun?

–Ya sen, sen seviyor musun?

Çotur’un siniri bozulur.

–He, başkasını mı istiyor gönlün? Sevmezsem seninle evlenir miydim? Sen niye bana sen diyorsun? Kocasına hiç “sen” der mi insan!

Gelinin bu kabalığından dolayı suratı asıldı, Çotur biraz kibarca:

–Beni seviyorsan gel, burayı öp!

Gelin onun dediklerini şaka olarak kabul edip, güler.

–Ya ne diyorsun, nasıl bir oyun bu olur mu böyle?

–Ha anladım, demek ki sevmiyormuşsun değil mi? Bu güne kadar dediklerin yalanmış o zaman! Gerçekse hadi gel oturduğum yeri öp!

Gelin hanım yavaşça kafasını eğerek onun oturduğu beze dudaklarını değdirir.

–He he, niye düzgün öpmüyorsun? diye Çotur hanımıyla dalga geçer. İşte ben senin pirin oluyorum.

–Ne diyorsun sen! Gelin hanım başörtüsünü düzenleyip dışarıya çıkar.

–Suratını asma bana!

Bunun gibi oyunların nicesi gerçekleşir:

Çotur, bir gün yine geçenki oyununu devam ettirir. Bacaklarını gösterip “öp” der. Kirli, kötü kokulu bacağını nazik gelin nasıl öpsün ki…

–Bırak artık ne olur!

–Ha demek ki sevmiyorsun değil mi? Seversen öperdin hemen.

–Yapma, olur mu böyle!

Çotur annesinden kalma bıçağı getirip bağırmaya başlar.

–Sevmiyormuşsun!

Gelin gülerek:

–Bırak ya!

Çotur’un siniri bozulup “kamçısı sert olursa kadını utangaç olur” derler. Bu şeytan kadın, dediklerimi duymuyor, sözler kulaklarında yankılanıp inat ediyor.

–Sevmiyor musun o zaman seni keserim! diye gelinin nazik boynuna bıçağı götürür.

–Sevmiyorsan seni keserim. Kendimi de öldürürüm.

Çotur, ağzından ateş çıkaran ejderha gibi; zavallı gelin can derdinde ağlamaya başlar.

Böylece günler geçer. Yaz gelince Çotur işinden izin alır. Köye giderler. Kara-Kırın yöresine geldiklerinde araba bozulur. Çaresizce yüklerini köye getirsin diye şoföre bırakıp kendileri yürüyerek yola çıkarlar. Arkalarından atlı bir yaşlı adam gelir. Sırtında yaralı bir erkeği taşıyan sarı elbiseli kadını görünce acele ile yetişmeye çalışır yaşlı adam. Kadın alnı yere değecek biçimde eğilmiş, güçlükle adımlarını atmaktadır. Aksakal iyice yaklaşır, bin bir güçlükle sırtındaki yaralıyı taşıyan gelinle yaralı sandığı adama bakar. Çotur ise umursamaz.

Yaşlı adam yaklaştığında:

–Yavrum ne oldu? diye bakınca, üstündeki adam kadının omzundan zıplayıp gülerek kaçar. O, işte Karanazar’ın oğlu Çotur imiş. Gelin dayanamadan ağlamaya başlar. Zavallı terini silmeye bile kuvveti kalmamış, sarı elbisesinin kollarıyla yüzünü kapayarak ağlar.

–Ha seni lanetli! Yaşlı adam Çotur’a sövmeye başlar. -Bacağın kırılmış sandım, seni omzunda taşıyor muydu bu zavallı. Baban da senin gibi adamdı.

–He he şaka yapıyordum.

–Şakanla yere gir sen! Yaşlı adam sinirle atını koşturarak gider.

İşte o Çotur şimdiki bizim Çotur. O zamanlardan beri dört beş sene geçti. Baktıgül, abisinin evine gittiğinden beri geri dönmedi. Kanımgül Teyze de bir sene sonra vefat etti. Kötülük hiç yerde kalır mı? Çotur’un yaptıkları millete malum oldu. Sonuçta kendisi başvuracak yer bulamadan dolandı. Çalmadığı kapısı, çalışmadığı iş kalmadı. Dört defa evlilik kurdu. Ama hala aklını başına almadı. İnsan yaşadıklarını sonradan anlarmış. Geçmişteki olaylardan biri bahsederse yüzü kızarır, utanır.

Zayıf, boyu uzun, esmer birisiydi. Gözleri büyük, kemikleri büyük, bedeni koskoca olduğu için okuldayken o hep eşkiya rolünü oynuyordu. Ağaçtan yapılan kılıcı belindeydi, her zaman gözleriyle ters ters bakarak korunuyordu.

Söykö, bozo ısıtıp getirdi. Ben anlatılanlardan dolayı güldüğümü kendim bile fark etmemişim. İkisi bana bakakaldı. İçinden bir şey mi çıktı yoksa diye ikisi de bozoya baktı.

–Söykö Yenge! Çotukem sana tabanını öptürmüyor mu? dedim, gülerek.

– Ee Çotuken tabanını öptürmezse de omzumda taşınıyor hala diye gelin de güldü. Çotur bize gözünden ok çıkacakmış gibi baktı:

–He he. Çotur da gülümsedi, ama onun yüzünden rahatsız olduğu belliydi.

– Bırakın artık ya şu lafları, unutun. Bedelini ödeyeyim!

Onun çocuk gibi saf konuşması, kurnazlık bilmeyen davranışları beni gülmeye mecbur etti. Kahkaha atmaya başladım. Çotur, çaresizliğinden bozosunu kaşıkla karıştırmaktan başka bir şey yapamıyordu.

–Geçmiş geçmişte kaldı. Bu yengen beni omzunda taşır mı şimdi? Zavallı Baktıgül insaflı biriymiş. Hadi bozo soğumadan içelim. Çocukluğumuzdan bahsederek uzun uzun sohbet ettik. Çiftlerin morali iyi, gönüllerinde hiçbir kirlilik yoktu. Birbirine inanç, ailevi sevgi besliyorlardı. Geldiğimden beri çatılan çehre görmedim. Ortalarında tek çocukları vardı. Diğerini anneannesine göndermişler.

–İşte kolhozda çalışıyoruz. Traktör sürüyorum. Çoluk çocuk ailenin geçinmesi için yeterli kazandıklarımız.

Benim gönlüm de güllük gülistan oldu. Gülümseyerek kalbime sevinç doldu.

3

-Asılbek…

Gözlerimi açtığımda yanımda kamçısını tutarak babam duruyordu. Dışarıda giyeceği montunu giymiş, kuşağını beline bağlamıştı. Yüzü karanlıkta gözükmüyordu. Babam kırık pencere camını kenarlarını hamurla kapatıp üstünü gazete ile örttüğü için odanın içi sürekli karartı olurdu. Bu yüzden onun yüzünü pek seçemedim. Gün kuşluk vaktiydi sanırım.

–Ben ilçeye gidiyorum. Sen arabayla peşimden gelirsin. Beni oralarda bulursun. İşimiz var, dedi babam. Ses tonu üzgün gibi geldi bana. Bir şey hakkında benimle konuşmak istiyordu galiba. Suratı yine de asık, ama davranışları kibar idi. Ne diyecek diye can kulağımla dinliyordum. Babam çok konuşmadan dönerek evin içine bakıyordu. Gözleri ön tarafta bulunan raftaki çantasını görünce durdu. Çantası yırtılmasın dercesine yavaşça eline aldı, tutarak biraz düşünürken kaşlarını çattığını fark ettim. Kalem kutusunda ucu açılmış kalem varmış. Onu eline aldı, tekrar yerine bıraktı. Kenarları eskiliğinden dolayı yırtılmış kirli çanta, babamın ciğerinden yapılmış gibi değerli, yüreğine kuvvet verici bir şeydi. Ahh cefakâr dünya! Bu çanta babama tam on sene hizmet etti. Ata binerse eğerin kenarında, arabaya binerse elinde bulunuyordu.

Derin nefes aldı babam, “dursun” diye fısıldadı.

Tekrar kullanırsam olur mu? dercesine çantaya tekrar baktı. Önceki gibi yavaşça yerine bıraktı.

–Asılbek çalışırsa kullanır…

Babam, bana bir bakış atarak dışarıya çıktı. At nallarının sesi evden duyuldu ve ses gittikçe uzaklaştı. Nal sesleri yerini kamışların rüzgârda sallanan şadır-şadır sesine bıraktı.

Annem inek sağıyordu galiba. Kendi kendine konuşarak içeriye girdi.

–Sadece bir kâse süt verdi. Artık buzağıyı bıraksak da olur. Asıl, kalktın mı yavrum? Okuyacağım diye kuvvetin de kalmamış. Yatmak istersen yatabilirsin. Şimdi mısır pişireceğim, kaymakla karıştırırım.

–Anne.

–Efendim yavrucuğum!

–Babam ilçeye gitti, bana da peşimden gel dedi.

–Bilmem yavrum. Gel derse gidersin. İşi vardır belki, dedi annem sakince. Evde çok oturamadım, Kenanbay yoldan geçerken elimi sallayarak durdurdum da arabasına bindim. Yolda giderken babamı gördüm. Babam Kır-Moynok’un öbür tarafına gidiyormuş. Babam at sırtındayken bakanlar “Çankıl, uyuyor mu yoksa! diye dikkatle bakarlardı. Gerçekten de ne atına kamçı vuruyor ne atını tepikliyor ne de sağa sola bakıyordu. Babam onu kendi haline bırakmış, düşünerek gidiyordu.

Tam o sırada Kenebay, babama yaklaşıp arabasının kornasını çaldı. Aniden ses çıkınca at ürktü ve yolun kenarındaki arıktan atladı. Babam atın ipini tutamadan, eğere eli yetişemeden yere düştü. Kenanbay, kahkaha atıyordu. Benim de sinirim bozuldu. Zavallı babam yere düşmüş, bize bakıyordu. Ben Kenanbay’ın elinden direksiyonu almaya çalıştım. Araba yolun öbür tarafına dönüyordu. Kenanbay beni iterek direksiyondan elimi çekti.

–Deli misin sen?

–Dur, dur!

Araba durdu. Yere zıplayarak indim.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Kuru Çökelek. (Ç.N.)

2

Bir içki türü. (Ç.N.)

3

Kafaya parmakla vurmak anlamına gelir. (Ç.N.)

4

Bir içecek türü. (Ç.N.)

5

Kırgızistan Talas bölgesinde yer alan Talas Ala Dağları olarak da geçen dağlar. (Ç.N.)

6

Kırgızlara özgü hamurdan yapılan bir poğaça türü. (Ç.N.)

7

Büyük yolcu ya da turist otobüsleri. (Ç.N.)

8

Kırgızlarda yengelerle şakalaşmak yaygın bir gelenek. (Ç.N.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
5 из 5