bannerbanner
Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü
Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü

Полная версия

Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

“Doğru, ama oniki onüç yaşlarında delikanlı istiyoruz, senin gibi zırtapoz değil. Senin yaşın kaç?”

“Otuz iki amca.”

“Bak, sen çıraklık yapamazsın.”

“Yaparım yaparım,” bir solukta söyledi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yazar kasanın arkasından başını kaldırıp “evet” demesini beklerken “olmaz” kelimesi çekiç gibi başına indi. Gözleri karardı.

Adamın iki dudağı arasından çıkan “olmaz” top mermilerinin kasvetinden daha acı, korku ve ölüm saçıyordu etrafa.

“Üç gündür evime bir şey girmedi. Çocuklar aç!”

“Kaç çocuk var?” “Dört abi.”

“Masaları temizlemeyebilir misin, boş tabakları toplayabilir misin?”

“Yaparım abi.”

Kabul görüldüğünü hisseder gibi içine güneşin ilk doğuşunun ışınları girmeye başladı. Bağırsaklarındaki kuru sesler gidiverdi bir an. Evde sofra serildi. Sofrayı dolduracak bir şeyler bekleniyordu.

O gün işe başladı. Fatih’te mahalle arasında küçük bir lokanta idi. Konu komşu ve yoldan geçenlerin ucuza karınlarını doyurmak için uğradıkları küçük bir lokanta.

Boş masaları bile sık sık silip temizliyordu. Hazır olda bekliyordu. Gözleri patronun gözlerini, dudaklarından çıkacak her sözü kendi işi olduğunu sanıyordu. Müşterilerin arkasından hemen tabakları toplayıp rüzgâr hızıyla alıp yıkayıp ocakçının yanındaki dolaba istifliyordu.

Alacağı yevmiye hakkında konuşmadılar. Önce işi bulmaktı gayesi.

Akşama doğru, insanlar sokaktan çekilmeye başladı. Lokantada çalışanlar önlüklerini çıkartıp normal kıyafetlerini gidiler, gitmeye hazırlandılar. Aralarında üstünü değiştirmeye gerek duymayan bir Cemal vardı. Çünkü önlüğü falan yoktu. Gözleri patrondan başkasını göremiyordu. Patron dükkânın anahtarların hazırlayıp yazar kasada toplanan paraları çalışanlar görmeden, nazardan korumak için saymadan cebine indirdi. Cemal tüm cesaretini topladı ve patrona yaklaştı,

“Yevmiyemi alabilir miyim?” demesine pişman olacağına korkuyordu, ama yapacak bir şey yoktu evde yavrular bekliyordu.

“Dur hele, birkaç gün çalışta etini budunu görelim. Ondan sonra yevmiyeden bahsedersin!”

Patronun sözleri Cemal’ı dipsiz kuyuya attı. Lambalar bir anda sönüverdi. Her yer karanlık. Cemal’in içi dışı kapkara oldu. Karanlıkta gözleri patronun göz pırıltısından başka bir şey görmüyordu, umutları suya düştü.

Evdeki sofra boş açıldığı gibi boş toplanacaktı bu akşam da.

Açlık insanı bazen cesaretlendirir olsa da, utangaçlık duygusu cesareti frenler de bazen. Bunun yarını da var. Şimdi patronla zıtlaşırsa iyi olmaz.

Eve gideceği yüzü kalmamıştı. Ağlamak istedi gırtlağı kilitlendi. Kerkük’te babasının dükkânını hükümet tarafından yağma edilmesi emri verildiği günü hatırladı! Hükümet yandaşlarının dükkândan çuval çuval pirinç, un, mercimek ve teneke teneke yağ götürdüklerini gözünün önüne geldi. O anı hatırladı babasının göğsüne başını dayadığı anı ve aynı, şimdiki gibi boğazının kilitlendiği anı hatırladı; yılların birikimi bir anda tükendi gitti.

Şimdide patronun “dur hele” demesi bir anda eşinin ve dört çocuğunun aç bekledikleri baba, eve gitmeye korkuyordu ve daha doğrusu utanıyordu…

Ocağın bulunduğu tezgâhın arkasına geçti, eğilip tezgâhın altında müşterilerin masalarından arta kalan ekmek kırıntılarını cebine doldurdu ve evin yolunu tuttu.

Ocak 2002

İSTANBUL’DA BİR KERKÜK’LÜ

“İstanbul Fatih’te,

Rutubetli Bodrum

Katında Yaşayan

Bir Kerküklü

Dostuma”

Birinci Mahmut Kaşgarlı Hikâye Yarışmasında – 2008 Mansiyon Ödülü Kazanan Hikâye

Biz dünyaya gelir gelmez, Türkiye’ye sevdalanırdık. İlk aşkımız Türkiye’yi sevmekle başlardı hayat. “Oraları görmek kısmet olur mu?” diye hasret çekerdik hep. Bizim topraklar ile Türkiye topraklarının bir olduğunu, kurnazca bir oyun sonucu araya bir kırmızı çizgi çekildiğini ve adına da sınır denildiğini bilir ve bu kırmızı çizgilerin ardındaki Türkiye’yi özlerdik. Oraları görmek başka bir sevda, başka bir arzu, başka bir umuttu… Hele İstanbul! İstanbul’u görmek, bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.

Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı sularla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.

İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim”, “abla ben geldim” demek, umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tabi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.

Türkiye’den Irak’a veya körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık;

“Bugün Türk kamyonları gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”

“Senin ki de bir şey mi, ben molası verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”

Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Birde koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp; “Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler.” diyerek ortalığı kızıştırırdı.

Bir diğeri:

“Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi.

Muhabbet öyle uzayıp giderdi.

Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç Türkmen’in başına bela oldu. Bu yüzden tutuklananlar oldu, aileler Kerkük’ü terk etmeye zorlandı, Irak’ın güneyine, sürgüne gönderildiler. Baas rejimi, Türkmenleri baskı ve zorla Irak’ın güneyine göç ettirerek Türkmenleri, Türkiye sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak istiyordu. Belki de amaçları, bizleri Misak-i Milli sınırları dışına çıkartmaktı…

Türkiye semalarında dolaşan havanın, es kaza Kerkük semalarına gelmesi Türkmenlerin o havayı teneffüs etmesi bile, Irak yönetimine büyük bir endişe; büyük bir korku verirdi! Belki korku denilen şey de buydu.

Evkaf caddesinde terzilik yaparak geçimini sağlayan Abdülhadi ve arkadaşlarının, yedişer yıl hüküm giymelerinin nedeni: Adamcağızın dükkânında Türkçe gazete parçaları bulundurmasıydı. Abdülhadi, sıradan bir müşteri kılığında, dükkânına gelip sipariş veren, gözleri dört dönen ve etrafı süzen adamın, bir şeylerin peşinde olduğunun sonradan anlamıştı. Bu sebepten Abdülhadi Vedüd, Fatih Şakir birçokları, yedi yıl hapiste yattılar. Fatih Şakir’in mahpushanede sağ ayağının kangren olması, akabinde sağ ayağının kesilmesi ve aylarca askeri hastanede yatması bile onun affedilip mahpushaneden çıkarılmasına yetmedi. Fatih Şakir yatalak bir şekilde mahpushanede can verdi. Fatih Şakir de o aşk uğruna ölenlerdendi.

Geceleri kulağımızı transistörlü radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. “Bu yıldızlar acaba İstanbul’un hangi evinin üzerinde,” diye düşünürdük. Kerkük ile İstanbul arasında yıldızlar birer iletişim aracı olurdu. Yıldızlar çöpçatanlık yapardı, Kerkük ile İstanbul arasında. Bu hayal, bu kurgu, her gencin kafasındaydı, zihnindeydi.

İstanbul bir hayal ülkesiydi bizim gençler için. Beyaz atlı prensi dört gözle bekleyip durdular ve hiç göremedikleri o sevgiliyi görmek için can atarlardı.

*

Yıl 1991… Körfez savaşı patlak verdi. Savaş, Ortadoğu da birçok dengeyi bozdu. İşte İstanbul’u görme fırsatı doğdu. O büyük aşkın vuslat zamanı geldi. Âşık ve maşuk artık yan yana diz dize oturacaklar, dertleşeceklerdi. Biri diğerine: “Nerede kaldın?” diye sitem edip soracak; diğeri ise “senden, gel diye bir işaret alamadım ki!” diyecek. Yıllarca süren ayrılığın acısını birbirlerine anlatacaklardı.

1991’in Mart ayında, Irak’ın birçok şehrinde otorite boşluğu doğdu. Halk ayaklandı, Baas rejimi ayaklanmayı bastırmak için, orduyu kullanarak askerleri halkın üzerine sürdü. Çok kayıplar oldu. O günlerde ben de Kerkük’ten çıkıp İstanbul’un yolunu tuttum. Büyük aşkımı görmek için yasadışı yollara başvurup, kaçakçılara para vererek yollara düştüm. “Fırsat bu fırsat” dedim. O aşk canlandı kalbimde. O büyük hayal gerçek olacaktı. O umut yeşerdi artık, meyvesini alma zamanı gelmişti.

Otobüsle, Derecik, Hakkâri, Van ve diğer birçok şehirden geçerken, zihnimde hep bir türkü dolaşıyor ve o türkü, aralıksız yankılanıyordu kulaklarımda,

“Burası Muştur yolu yokuştur,Giden gelmiyor acep ne iştir?”

Muş neresiydi acaba? Bu türkü niçin bu kadar acılı, dertli söyleniyordu? Türk şairlerin, ezbere bildiğim şiirleri geldi aklıma. Birden Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazdığı nasihat şiirinin bir dörtlüğü döküldü dudaklarımdan:

“Ömrünün dört faslı varÜçü kış biri baharÇalış ki görmesin karSendeki Nisan kızım.”

Belki de bu dörtlüğü hatırlamamın nedeni nisan ayında olmamızdı. Otobüsün camından dışarı baktım, Türkiye’nin göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovaları, heybetle yükselen dağları, o güzelliklerini seyrettim uzun uzun. Otobüste, kimsenin bana aldırış etmemesi dikkatimi çekti. Herkes kendi halindeydi. Kimi yatmış, kimi gazete okuyordu… Gözüm gazete okuyan birine ilişti. Az kalsın gidip;

“Ağabey, bu gazeteyi ben de okuyabilirim. Ben bunu okumak için nelere katlandım, neler çektim. Bizler bu gazeteleri okumaktan dolayı mahkemelere çıkartıldık. Bu sebeple cezaevlerine atıldık. Sen öyle bacak bacak üstüne atıp bu gazeteye hor bakma, sayfalarını yavaşça katla’’ demek istiyordum…

Muavin yolculara su ikram ederken yanımdan geçiyordu. Göz göze geldiğimizde, ona gülümseyerek; “Ben seni tanıyorum, ben Kerkük’ten geldim. Hani kendi hayalimde kendi dünyamda sana selam verirdim. Sen de selamımı alırdın. Sohbet ederdik. Burada oturan yolcularla da tanışıklığım var. Hepsiyle, hemen hemen hepsiyle konuşmuşluğum vardır,” demek istiyordum.

Biz zannederdik ki, İstanbul’a vardığımızda herkes bizi tanıyacak, orada insanlar bize kucak açıp, çiçeklerle karşılayacak. Yürüdüğümüz sokaklarda, caddelerde herkes bizi parmakla gösterecek; “Bakın bakın, işte Kerküklü kardeşimiz geldi.” diyecekler. Kahvelerde çay yudumlarken konu sadece biz olacağız. Kimse bizden başkasını konuşmayacak.

Yıllar önce, 50’li, 60’lı hatta 70’li yıllarda Türkiye’deki Üniversitelere okumaya gelenler, yaz tatilinde Kerkük’ e döndüklerinde bize pek değişik bir şey söylemezlerdi. Biz ise tam tersine öğrencilere gıptayla bakardık; “Vay be! Bunlar Türkiye’ yi, İstanbul’ u görmüş adamlar,” derdik. O öğrencilerden bazıları özel araba ile gelirlerdi. Arabasıyla Kerkük’e gezelerdi. O arabalar, caddelerde 34 plakalı ile dolaşırken herkesin gözü o plakaya dikilirdi. Sanki kutsal binek, “Burak” yeryüzüne inmişti! Büyük bir heyecanla o arabayı seyrederdi herkes. Öğrenci ise, hiç oralı olmazdı, havalı havalı direksiyonu çevirip ne sağa, ne de sola bakardı. Biz ise hasret dolu bir bekleyiş içinde dikilip kalırdık yolda.

Otobüste, yolcularının tamamı kendi âleminde, kendi hülyalarına dalmış uzun bir boşluğa bakıyorlardı. Otobüsün tekerlekleri zaman zaman yolcuların hülyalarını çiğniyordu. Otobüs gâh bir çukura dalıyor, gâh bir tümsekten geçiyor; herkesi sarsıyordu. O anda yolcuların hülyaları da paramparça oluyordu.

Ankara’dan geçtik. Ne büyük başkentmiş Ankara. Kimleri ağırlamadı ki, hangi hükümdarlar bu yollardan geçmedi ki? Ben, şimdi o hükümdarlar kadar başı dik geçiyordum Ankara’dan. Ankara’yı fethetmiş gibi başımı biraz daha yukarı kaldırıyordum. Ne bahtı açık bir insanmışım ben! Ankara’yı da gördüm! İstanbul, ah İstanbul! İşte ben geldim. Aç kollarını, seni görmek için rüyalara daldığım İstanbul. Her gece rüyalarımda, kollarını açıp beni çağırdığını duyardım. Ama gelemezdim, bir sürü canavar yolumu keserdi. Zebaniler gibi beni ateşe atmak isterlerdi. Rüyalarımdaki buluşmamıza bile engel oluyorlardı. İstanbul, senin için ne canlar feda oldu bilsen… Bitti artık. Her şey bitti. Şimdi özgürce senin yollarına düştüm, bekle, geliyorum…

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2