Полная версия
Türk Kimliği
Gerek almak, gerekse korumak için 26 Ağustos 1071 ilâ 26 Ağustos 1922 arasında, bu topraklar uğruna sultan ve pâdişâhlardan, sadrazam, vezir ve paşalardan adsız neferlere kadar binlerce, yüzbinlerce şehit vermişizdir. Bu sıradan bir söz ve rast gele bir genelleme değildir; bildiğimiz isimleri sıralamaya kalksak satırlar ve dakikalar yetmez ve mutlaka hatâ yaparız, noksan bırakırız. Hepsinin ruhu şâd olsun, hepsine Allah rahmet etsin…
Mehmetçik
Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde milletimizi, “Ordu milletlerin en çok dövüşen en sarpı “ diye niteleyen Yahya Kemal Beyatlı, aynı şiirde “Mehmetçik”i şöyle anlatır:
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biriDinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr’i;Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü’min neferin;Kimdi? Bânîsi mi, mîmârı mı ulvî eserin?Tâ Malazgird ovasından yürüyen TürkoğluBu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli.Hem büyük yurdu kuran, hem koruyan kudretimiz.Her zaman varlığımız, hem kanımız, hem etimiz.Vatanın hem yaşayan vârisi, hem sâhibi o,Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde…Evet, Malazgirt’ten yürüyen “Türkoğlu” bu neferdi! İstanbul’u fetheden de, oraya ebedî Türklük mührü olarak Süleymaniye’yi diken de odur. 26 Ağustos 1071’de Malazgirt ovasında akan kanla 26 Ağustos 1922’de Afyon’dan İzmir’e doğru akan kan aynı kandı! Anadolu’nun doğusunda ve batısında dokuz asır ara ile bu neferin yüreğini kanatlandıran aynı îmandı! Benimsediği günden itibâren o bu îmandan hiç ayrılmadı. Bu îmana adanmış Allah askeri olarak yaşamaktan hiç geri durmadı, hiç bir zaman yılmadı! 9 Eylül 1922’de İzmir Kordonu’nda bir zafer marşı besteleyen nal sesleri, “Allah Allah!” haykırışları, Malazgirt, Eskişehir, Konya, Isparta, Ceyhan ovalarından, Kosova’dan, Niğbolu’dan Varna’dan, İstanbul’dan, Trabzon dağlarından, Çaldıran’dan, Kahire önlerinden, Belgrad’dan, Budin, Eğri, Uyvar’dan, Ege ve Akdeniz adalarından, Rusya steplerinden, Kafkas eteklerinden, Afrika ve Habeş çöllerinden, Körfez’den, Yemen’den… kulağımızda uğuldayan aynı sesler, aynı gülbanklerdi… Şâirin, bir bayram sabahında Süleymaniye cemaatinin arasında gördüğü, gözleri yaşlı, yiğitler güzeli mümin nefer, bugün de vatanın yaşayan vârisi ve sâhibi sıfatıyla, Habur suyunun kıyılarında, Cûdi dağının tepelerinde, hâlâ Türk kanına doymadım diyen topraklara kan veriyor, can veriyor!
Bugün Türkiye’de, maalesef, vatanı kuran, kurtaran ve yaşatan kanı, imanı, irfanı inkâr edenler, yok saymak, yok hükmünde tutmak, mahkûm vaziyette bırakmak isteyenler var. “Türküm ve Müslüman’ım” demeyi suç-kabahat halinde görenler, gösterenler var. Fakat şükürler olsun ki, her devirde olduğu gibi, nefes aldığı sürece kanının, îmânının ve irfanının davacısı olacak milletin öz oğulları ve kızları da var…
Toprağımızın Mânevî Sahipleri
Türkiye’nin neresine baksanız, neresini kurcalarsanız, şehidler, gaziler, kahramanlar, âlimler, evliyalarla ilgili maddî ve manevî izler, hatıralar, eserler görürsünüz. Köylere kadar böyledir bu.
En büyüğünden en küçüğüne kadar fetihlerimizde, gazalarımızda manevî işaretler, gerçek’ten daha mühim efsâneler, inanışlar vardır. İstanbul’u fethetmeden önce yaşayan evliyamız Akşemseddin, sûr dibinde şehid sahabî Ebâ Eyyüp Ensârî’nin mezarını keşfetti. İstanbul’un Eyüp semti onun ismini taşır, başka birçok semtleri başka evliya ve kahramanların isimlerini taşıdığı gibi.
Konya’da Mevlânâ, Kırşehir’de Hacı Bektaş, Ahî Evran, Kayseri’de Seyyid Burhaneddin, Bilecik’te Edebalı, Bursa’da Emir Sultan, Akşehir’de Hoca Nasreddin, Göynük’te Akşemseddin, Ankara’da Hacı Bayram, İznik’te Eşrefoğlu, Tillo (Siirt)’da Erzurumlu İbrahim Hakkı, Kastamonu’da Şaban Veli, Eskişehir’de ve Türkiye’nin bilmem kaç yerinde Yunus Emre hazerâtı yatmaktadırlar. Bunlar hemen akla ve dile geliveren en şöhretliler. Bunların yanına katılacak binler var. Anadolu Erenleri de bir ordu idiler. Yaşarken vatanı kurdular, öldükten sonra da manevî feyizleriyle nesillerin ruhlarını yoğurmaya devam ettiler. Halen bu vatanın en sarp manevî siperleri onların mübarek mezarları, türbeleridir. Öyle olmasa küstah ve terbiyesiz Yunan palikaryaları Bursa ve İznik’te önce türbelere saldırırlar mıydı?
Toprağın Dini ve Milliyeti
Bu toprakları önce kanımız, sonra alın terimiz, göz nurumuz, gönül cevherimiz, gözyaşımızla nakış nakış işlemiş, her köşesini “taşı yenmiş nice bin işçi ve mîmâr”ın elinden çıkma maddî eserlerimiz ve mâneviyatımızla doldurmuşuzdur. Türkiye, Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’ndan Edirne’deki Selimiye Camii’ne kadar kubbeler, künbedler, minareler, taşa geçmiş nakışlar, oya gibi işlenmiş mermerler, çiniler, ahşaplar, minyatürler, hüsnühatlarla Türk mührünü, Türk damgasını taşır…
Asırlar süren gayretlerle bu coğrafyanın dağını, taşını, toprağını, ağacını, suyunu, kurdunu, kuşunu kanımız, irfanımız, imanımızla yoğurduk; kendi rengimize boyadık, mânâlandırdık. Târih anlattık, efsane, destan, türkü, ağıt, masal söyledik; neticede Türk ettik, Müslüman ettik! Bunlar Müslüman olur mu, Türk olur mu dememek lâzımdır; olur, olmuştur!
Her biriniz köyünüzdeki, kasabanızdaki, şehrinizdeki mahallelerin, semtlerin, sokakların, dağların, surların, arazi mıntıkalarının isimlerini, bu isimlerin hikâyelerini; ağaçların, kuşların, çiçeklerin, hayvanların efsanelerini, masallarını hatırlayınız. Benim verdiğim örnekleri zenginleştiriniz. Kumruların ne diye dem çektiklerini, keklik ve leyleklerin bacaklarındaki ve gagalarındaki kırmızı rengi, çiçeklerin şahı gülün rengini ve kokusunu, yoğurt çiçeği de denen şu papatyanın ne çiçek olduğunu, Türkiye’nin her yerinde görülen ve mübarek sayılan şu “üç ağaç”, “beş ağaç”ları, “üç taş”, “beş taş”ları, “ağlayan kaya”ları, “harlayan mağaraları”, şifalı sularla çamurları bir köylü çocuğuna, bulundukları mahalde sıradan bir vatandaşa sorunuz.
Târihî eserlerimizle, hâlâ mumlar yakılıp çapıtlar bağlanan türbeleri, yatırları gözünüzün önüne getiriniz… Böylece bir toprak nasıl bir milliyetin rengine bürünür, nasıl iman ve şahsiyet kazanır, anlarsınız. Ve kabul edersiniz ki “şanlı”, “kahraman”, “gazi” gibi insan sıfatları verilebilen toprakların şahsiyeti vardır, mânâsı vardır, dîni ve milliyeti vardır…
Sesimiz, Sözümüz
Böylece yoğurduğumuz toprağın havasını kılıç ve nal seslerimizle beraber savaş naralarımız, gülbangimiz, heybetli mehterimiz, mehâbetli tekbîrimiz, yerine göre hüzünlü ve yanık, yerine göre neş’eli ve şakrak türkülerimiz, şarkılarımız, saz eserlerimiz, dînî bestelerimiz, ince şiirimiz, güzel dilimiz doldurmuştur.
Türkçe bizim Avrupa ortalarından Büyük Okyanusa, Yugoslavya’dan Çin’e, Sibirya’dan Arabistan ve Hindistan’a kadar dalgalanan “ses bayrağı”mızdır. VIII. asırda “bengü taş”a kazınmış 1200 senelik edebî dildir o. Çince ile, Hindçe ile, Farsça ile, Arabça ile rekâbet etmiş ve yitmemiş, bitmemiş, dipdiri yaşayıp gelmiş. Sakalar, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, Timurlular, Osmanlılar armağanı kültür beşiğimizdir, mânevî vatanımızdır.
Aşkımızı, sevdamızı, sevincimizi, yasımızı, kederimizi, hasretimizi söylediğimiz, el açıp Allah’a yalvardığımız, “Adı Güzel Muhammed”e na’tler düzüp koştuğumuz dildir. Anamız bize o dille ninni, ninemiz masal söyler; biz anamıza atamıza o dille Mevlid okuruz…
Orhun Âbideleri’nde yalın ve kunt devlet dili, Kutadgubilig’de hikmetli, Nevaî’de birlik bayrağı, Bâkî’de Kânuni orduları kadar ihtişamlı ve heybetli, Yunus’ta dervişçe mahviyetli, Fuzulî’de yanık ve yakıcı, Nef’î’de ok gibi delici, Nedim’de şuh ve çapkın, Şeyh Galib’de gurub kadar renkli ve içlidir… Köroğlu’nda, Dadaloğlu’nda yiğit, Karacaoğlan’da sevdâlı, İskân Türküleri’nde dertli, çilelidir… Sevincimize tercüman, acıya kedere tesellidir dilimiz. Onunla över, onunla sever, hattâ onunla söveriz! Dilimizle kardeşiz biz. Dilimiz olmasa bilişemezdik, sevişemezdik, tartışamaz ve kardeş olamazdık.
Vatan toprağını elimizle olduğu kadar dilimizle de işledik: Hâdriyanos Edirne, Konstantinopolis İstanbul, İkonyum Konya, Kotiaeion Kütahya, Smirna İzmir oldu… Bunların yanına Karahisar’ı, Akhisar’ı, Kızılhisar’ı, Akşehir’i, Alaşehir’i, Beyşehir’i, Kırşehir’i, Eskişehir’i, Yenişehir’i, Çanakkale’yi, Toprakkale’yi, Aladağ’ı, Karadağ’ı, Bozdağ’ı, Uludağ’ı, Elmadağ’ı, Emirdağ’ı, Sultandağ’ı, Çiçekdağ’ı, Ahırdağ’ı kattık; kimi yaylasına Uzun, ovasına Çukur dedik; ırmağının kimini Kızıl gördük, kimini Yeşil; bu toprak Türkiye oldu!
Yahya Kemal, Türk’ün coğrafyayı vatanlaştırmadaki bu mucizevî başarısını Hayal Beste şiirinde:
Roma’nın şarkını fethettiğin andan sonra,Yüce dağlar gibidir gördüğün iş Türkoğlu!Girdiğin yerde asırlarca kalıştan başka,Kurduğun devlet asırlarca yürüdü.Taliin döndüğü en korkulu yıllarda bileYürüyen düşmanı son hamlede döktün denize!Açtığın ülkede yoktan yaratış kudretiniAzminin kurduğu yüzlerce şehirden fazlaİri firuzeye benzer nice gök kubbeyleDehre aksettiriyor gerçi büyük mîmârîmısralarıyla özetledikten sonra:
Bu eserler seni göstermeğe kâfî diyemem;……………………Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san’at,Sana târihini her lâhza hayal ettirsin.diye bitirir.
Biz bu kırık dökük cümlelerle, merhum üstâdın “her lâhza” hayâl etmemizi istediği mâzîden bir pencere aralamağa ve bu mâzî içinde vatan ve milliyetimizin nasıl tekevvün ettiğini az çok görmeğe, göstermeğe çalışıyoruz.
III
ANADOLU MEDENİYETLERİ – TÜRKİYE HALKLARI
Bayat Hikâye
Oldukça eski ve bayat bir hikâye vardır: Anadolu medeniyetleri hikâyesi. Zaman zaman canlandırılır. Bazıları derler ki:
Her ne kadar adımız Türk ve dilimiz Türkçe ise de biz “Anadolu milleti”yiz. Hititlerden itibâren Anadolu’daki gelmiş geçmiş bütün kavimlerin devamıyız. Kültürümüz de onların kültürünün karışımı ve devamıdır.
Lâfı daha ileriye götürenler de çıkar: Millî şâirimiz Homeros, millî destanımız da İlyada ve Odise’dir derler. Söz, Fâtih’in İstanbul’u fethederken, Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı denize dökerken Truva’nın intikamını almak gibi psikolojik bir motifleri olduğuna kadar uzatılır.
Böylece biz, Avrupalıların hayran oldukları Kadîm Yunan’la Elenlerle soyumuzu ve kültürümüzü sözde birleştirmiş oluruz. Böylece, köksüz ve aşağılık duygusu içinde bulunan bir kısım süper aydınlarımız da kendi “çağdaş ve uygar” kişilikleriyle mütenâsip uygar bir köke, cici bir geçmişe yaslanmak imkânını bulur ve psikolojik bakımdan rahat ederler. Onların dilinde ve dünyasında Türklüğümüz bir târih yanlışlığı, aksi bir tesadüf eseri kötü bir hâtıra gibi görünür.
Tabiatıyle, bu çocuksu tasavvurlara iddiâcıları ne kadar inanır, bilemem, ama inanmasını istediklerinden bir kişinin bile inanmak ihtimâli düşünülemez. Avrupalıların târih bilgileri sağlamdır. Bu konuların da ıcığını cıcığını çıkarmış durumdalar. Bunlar, bizimkilerin çocuksu saçmalarıdır.
Bir İdrak Hatâsı, Bir Kompleks
Böylesine saçma ve çocuksu bir hikâye nereden çıktı, nasıl çıktı? Kanaatimizce kaynakta bir idrak hatâsı ve aşağılık kompleksi yatıyor. Batı karşısında asırlarca süren ağır askerî mağlûbiyetler, Batı kültür ve medeniyetçe yükselirken bizim mütemadiyen düşüşümüz, özellikle aydınlarımızda bir Batı hayranlığı ve aşağılık kompleksi yarattı.
Bu aydınlar Türk târihini de garazkâr ve düşman Batı kaynaklarından okudular ve zâten kompleksli bir haleti ruhiye içinde soylarından, köklerinden utanır hâle geldiler. Kompleks katmerlendi. Uygun ve utanılmayacak bir kök bulma ihtiyacını hissettiler.
Son merhalede Batı emperyalizmi geldi Çanakkale’ye dayandı; oradan harben geçemedi, mecburî sulhu takiben işgal ederek İstanbul’a donanma dayadı, bayrak astı. Bu yetmedi, bir de Yunan ordusunu üstümüze salarak İzmir’den itibâren Batı Anadolu’yu işgal ettirdiler. Başkaları da vatanın bildiğiniz başka yerlerini kapmaya çalıştılar. “Hasta Adam” ölmüş, leş kargaları da üşüşmüştü.
Bu karanlık tablonun yarattığı sıkıntı, bir kısım aydınlarımızda “Türkiye Türklerindir!” diyebilmek için, Arz teşekkül ettiği günden beri üzerinde yaşadığımız toprakların bizim olması gerektiği zannını uyandırdı. İyi niyetli fakat beyhûde bir gayretle, ismi geçen bütün kavimlerin Türk olduğunu iddiâ ve isbâta giriştik! Gayretkeşliğimiz bütün medenî insanlığın Türk asıllı olduğunu iddiâ etmeye kadar uzandı!
İşte bu Hitit mitit iddiâları da bu iyi niyetli fakat hatalı kavrayıştan, daha doğrusu samîmî bir telâşın uyandırdığı, zandan doğdu.
Batı âlemi ile kaynaşabilmek, dostluk ve ittifak bağları kurabilmek için de kökümüzün ve kültürümüzün onlarınki ile aynı olması gerektiğini zannedenler çıktı. Hâlâ da var.
Batı’ya hayran olduğu ve kendi kökünden utandığı için uygun ve utanılmayacak bir kök arayanlar, “Türkiye” diyebilmek için Anadolu’nun bütün târihine ve Anadolu toprağının bütün kültür tabakalarına sâhib olmamız gerektiğini düşünenler; Batı dostluğu için onlarla akrabalık hısımlık peşinde olanlar… İşte, Anadolu medeniyetleri ve kültürleri, iddiâsının kaynağı ve başlıca iyi niyetli sâikleri bunlar.
Bunların hepsi de “Târihi istediğimiz gibi inşâ edebiliriz; kültürü, keyfimize göre temellendirebilir, yeniden icad edebiliriz.” zannetmek gibi fecî bir yanılgı içindedirler. Hâlbuki târih ve o târih içinde binlerce yılda oluşan millî kültür, sübjektif ferdî takdirlerle yeniden icat ve inşâ edilemez. Bunlar neyse odur. Târihi ve kültürü keşfetmek, bilmek, anlamak, açıklamak, yorumlamak ve günün şartlan içinde ikmal ederek geleceğe devretmek bahis konusu olabilir. Ama şahısların keyif ve arzusuna göre târih ve kültür olmaz. Târihi, keyfî bir şekilde değiştirmek, millî kültürü ve bütün bir millî hayâtı kudret sahiplerinin isteğine göre icad edilebilir bir şey zannetmek, Türk devrimci ve ilericilerinin en temel idrak hatasını teşkil eder. Kültür devrimciliğinde bizimkilerin hızı ve cür’eti, Rus ve Çin ihtilalcilerinden ileridir. Ciddî ve müsbet mânâda muvaffak olamayışlarının hep menfi, hep yıkıcı ve bozucu rol oynayışlarının sebebi budur.
“Türkiye vatanımızdır.” diyebilmek için, “Türkiye’nin meşrû sâhibi ve maliki Türk milletidir. “ diyebilmek için, 1071 ila 1990 arasındaki 919 senelik târih ve bu târih içindeki Türk varlığı bizce kâfidir. Hayır, kâfî değildir, diyen varsa, buyursun, bedelini ödesin ve alsın! Vatanımıza sahabet ve vatan bütünlüğümüzü muhafaza için döktüğümüz ve dökmeğe hazır olduğumuz kanlar, millî kültürümüz, devletimizin bugünkü kudreti, “Huda’nın ebedî serhaddi olan îman dolu göğüsler” dışında dayanak ve teminat aramak beyhûdedir. Bu vatanı bizden almak isteyen ve buna gücü yetebilecek bir düşman varsa, onu Lidya, Ligya, Frigya, Pamfilya, Kapadokya, Kilikya, Gordion, Efes, Hattuşaş, Hitit, Kadîm Yunan, Pers, Bizans isim ve hatıralarına sığınarak durdurmanın imkânı yoktur.
İbretle üzerine düşünülmelidir ki, Yahudi’nin yerinden söküp vatansız bıraktığı Filistinli Araplar, üzerinde yaşadıkları ülkenin 2000 yıllık sâhibi idiler. Sırf târihî kıdemle ülkeleri tasarruf ve ülkelere mâlikiyet kaide olsa, birçok milletin ve meselâ bütün Amerika kıt’asında yaşayan Latin ve Anglo-Sakson kökenlilerin, halen vatan saydıkları topraklardan çekilmeleri gerekirdi!
Dostumuz ve müttefikimiz Avrupa’ya sevimli ve yakın görünmek için de kanaatimizce böyle bir makyaja ihtiyaç yoktur ve Esâsen hâsıl edilmek istenen netice için bu makyaj yetmez. Çünkü böyle bir makyaj, Türk milleti için olsa olsa bir maskara makyajı olabilir! Bu da yazıktır. Türk milleti gibi büyük târîhî bir milleti, hangi niyetle olursa olsun, küçük ve gülünç düşürmeğe kimsenin hakkı olmasa gerektir.
“Türkler, Hektor’un, Tek Gözlü Aşil’in, Truvalı Helen’in veya Kleopatra’nın torunlarıdır!” demek, ne düşmana set ve engel ne de dosta, dostluğa köprüdür.
İnsanlar, soylarını müzayededen antika eşya satın alır gibi alamazlar.
Kaldı ki biz, hamdolsun, soylu soplu, soyu sopu belli bir milletiz. Kendimize cici babalar, cici anneler bulmaya, yeni kökler icad etmeye muhtaç değiliz. Anamız da babamız da belli: Selçuk oğluyuz biz, Osman oğluyuz! İstenirse daha ince ve detaylı da sayar dökeriz. Ama kısaca, Oğuz-Karahan nesliyiz! Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın devamı ve meşrû vârisi olarak bu vatanın sâhibiyiz.
Kökler Asya’da
Biz Orta Asya’dan geldik. Yahya Kemal’in:
Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan,Bir bir dağıldık Diyâr-ı Rûma Sakarya’dan.dediği milletiz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Malazgirt ovasına ayak bastığımız anda bir millî kimliğimiz ve o kimliğin gerisinde 1300 yıllık bir târîhimiz vardı. O kimlikle ve o târihin gücü ile bu vatana sâhib olduk ve bin yıldır o kimlikle devam ediyoruz. Her mekândan, her kültürden aldığımız verdiğimiz var; alış verişte ölçüyü kaçırdığımız, aşırı gittiğimiz de oldu; fakat maya aynı, pota Türk kültürü. Son derece aşırı gitmiş bir Fars tesiri, din yoluyla, mukaddesatla birlikte gelen Arap tesiri bile nihâî olarak Türk kültürünün özgün karakterini ortadan kaldıramamıştır.
Ne Selçuklu Türkiyesi’nde, ne Beylikler döneminde ne de Osmanlı Türkiyesi’nde, Türklerle Türkler gelmeden önceki Anadolu kavimleri arasında kitlevî kaynaşmalar söz konusudur. Yoktur böyle bir kaynaşma. Bir imparatorluk anlayışı içinde, sosyal tablo bir mozayiktir. Belli bir statü içinde düzeni bozmadan herkes kendisi olarak yaşayıp gelmiştir.
Bir bakıma da, muayyen temas noktalan dışında, gruplar yan yana ve iç içe oldukları hâlde, birbirinden tecrit edilmiş (soyutlanmış) gibi yaşamışlardır. Bilhassa din ayrılığı, kitlelerin karışıp kaynaşmasının çok büyük ve başlıca engelidir. Gerek Müslümanlarda, gerek Hristiyanlarda toplumlar din merkezlidir. Bütün gruplar için zihniyetlere, tutum ve tavırlara ümmet anlayışı hâkimdir. Türk idaresi de kimseyi dininde, inancında zorlamadığı, düzenin genel çerçevesi içine alıp itaat ve ahengi sağladıktan sonra, kimsenin kavmî yapısına karışmadığı için, akla gelen tarzda kitlevî bir kaynaşmaya lüzum da hâsıl olmamıştır. Binaenaleyh, bugünkü Türk milleti, Anadolu kavim ve kültürlerinin basit bir halitası ve uzantısı değildir. Zâten biz Anadolu’ya geldiğimizde, isimlerini bugün yeni öğrendiğimiz, eserlerini arkeolojik kazılar vasıtasıyla son yüz senede tanımaya başladığımız kavimlerden de kimse ile karşılaşmadık, Onlar çoktan mâzînin küllerine karışmış, âlem-i nisyânda kalmışlardı.
Müslüman etnik gruplara gelince; onlar, etnik özelliklerini muhafaza etmek suretiyle bir millet sayılmış ve birbirine açık topluluklar olarak yaşamışlardır. Aynı siyâsî otorite altında, aynı siyâsî birlik çerçevesinde, aynı mukaddesleri paylaşarak ve bir millet sayılarak, birbirine açık toplumlar hâlinde yaşayan bu gruplar arasında, bu bin yılda elbette kan karışması, soy kaynaşması da, müşterek bir kültür dokusu ve tecânüsü de meydana gelmiştir.
Gönüllü ihtidâlar yoluyla mahdut ve münferit Türkleşmeler de olmuştur. Saray, Enderun, Yeniçeri Ocağı yolundan çok küçük yaşta alınıp son derece muhkem Türk terbiyesi verilerek Türkleştirilen fertler ve onlardan yürüyen aileler de târihimizin ve sosyal yapımızın bilinen gerçeklerindendir. Ancak, son derece normal sayılması gereken bu hâlin içinde yeni bir millet oluşumu yoktur. Türk kültürüne ve sosyal varlığına katılmalar bahis konusudur. Nüfûsumuza yeni nüfus eklenmiş demektir. Bugün Almanya’dan ve diğer Avrupa ülkelerinden gelin getirmek gibi.
Bu tarz oluşumlar, imparatorluk kurup yönetmiş bütün büyük ve medenî milletlerde görülür. Kaldı ki bizim düzenimiz içinde kitlevi mânâda kimse bu yönde zorlanmamıştır. Zorlanmış olsa, imparatorluğumuz dağıldığı zaman Müslim, gayri Müslim bu kadar milliyet ortaya çıkamazdı. Binaenaleyh gönüllü ve tabiî katılmalardır. Ne katılanlara zulümdür ne milliyetimize ve millî kültürümüze yeni maya veya yabancı aşı sayılabilecek mâhiyeti bahis konusudur. Bunun adı Türk kültüründe birleşme ve bütünleşmedir.
Irk ve kan sürmediğimize, milletleşmeyi târih, kültür, îman, ülkü birliğinde aradığımıza göre, bin yılın kaynaştırdığı, birleştirdiği insanları bugün kimse ayıramaz, kültür ve millet bütünlüğümüzü kimse kirletemez. Milletimizin de, kültürümüzün de yeni temellendirmelere, yeni isimlendirmelere ihtiyâcı yoktur. Târih, temelleri de ismi de bize vermiş bulunuyor.
Şu iki cümleye lütfen kulak veriniz:
“Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.