bannerbanner
Gece Yolcusu
Gece Yolcusu

Полная версия

Gece Yolcusu

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Ve ben içimde farklı sesler duymaya başladım. Biri her gece yatmadan dua okuyan o küçük kızın sesi; diğeri soğuk, hissiz ve kibirli olmaktan gurur duyan bir reklamcının sesi… Bunlarla birlikte tanıdık bir ses daha!

Reklamcı:

“Duygusal olmayı bir kenara bırak! Profesyonelce ve demirden sinirlerle işine sarıl. Onların silahlarını kap ve kendilerine karşı kullan. Bu dünyada başka türlü ayakta kalamazsın. Bu senin en doğal hakkın. Fikirlerini çalıyorlar, seni üç kuruşa çalıştırıyorlar. Psikolojik baskı yapıyor, kendine güveninle oynuyorlar! Buna bir son verebilirsin! Hepsine haddini bildirebilirsin!”

Kız çocuğu:

“Sen asla onlardan biri olmazsın. Sen Allah’tan korkuyorsun. Her zaman korktun!”

Siyah Siluet:

“Merhaba Hatice! Tekrar ben. Benden kaçamazsın, çünkü ben senim. Ben senin vicdanınım. Aslında yapmak istediklerini yapmadığın zaman karşına çıkan bir hatırlatıcıyım. Ben senin asıl korkman gerekenlere karşı bir koruyucuyum! Bunu biliyorsun!”

“(Artık) şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah’ı aciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.” Cin Suresi 12. Ayet

Yıl 2010…

“Hatice dün gece seni rüyamda gördüm.”

“Ben de seni abla. Birlikte yeşillikler içinde yürüyorduk.”

“Evet, yanımızda simsiyah giyinmiş bir adam daha vardı. Hep birlikte aydınlık bir eve girdik.”

“Büyük bir sofraya oturduk ve sana ballı ekmek ikram ettim.”

“Sonra o adam üzerindeki siyahları çıkarınca, kıyafeti bembeyaz oldu ve nur gibi ışıldadı!”

“Ve bana sarıldı!”

“İnanmıyorum aynı anda aynı rüyayı mı gördük?”

“Allah hayırlara çıkarsın ablacığım.”

“Hâlâ kâbus görüyor musun?”

“Hayır. Uzun zamandır sadece güzel rüyalar görüyorum! Kâbuslar artık geride kaldı.”

“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.” Bakara Suresi 160. Ayet

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 01.03.2012)

UNUTTUKLARIN, KALDI İÇİMDE!

Aslında zamanla daha az şey hatırlamak büyük bir nimet olsa gerek. Bu yüzden Sinan’a çok özeniyorum. O söyler, yapar, yaşar ve unutur. Hatırlatmaya çalıştığımda sadece boş gözlerle bakar. Ben haybeye çırpınırım. Hatta bu uğraşılarımı da küçümser. Eskiye takılmış kalmış ya da onu hatırlamadığı sözlerle kendine bağlamaya çalışan biri muamelesi yapar. “Neyse ne! Nereden aklına geldi şimdi? Söylediysem bile hatırlamıyorum.” der ve yaptıklarının söylediklerinin sorumluluğunu almaz.

Oysa sözler çok önemlidir benim için. Bir insana bağlanma nedenim bile olabilir. Sinan ise hayatıma giriş kapısı olarak kullandığı vaatleri o kadar çabuk unuttu ki…

Şimdi “Bıktım senden!” diyor umarsızca.

Üç yıl önce, 14 Eylül 2010; “Bu gelip geçici bir heves değil. Bir hayat boyu beraber olacağız.” demişti.

Bir şeyler düğümleniyor boğazıma, önünde ağlamak istemiyorum. Bıkmış bir insana, bunu saygısızca yüze vuran bir insana haykırsam ne faydası olur ki? Ödetmeye kalksam bunun bedeli ne olabilir? Gözlerindeki bakışa takılıyorum. Haşin ve sabit gözlerimin içine bakıyor. Dudaklarının sessizliği ile gözlerinin feryadı birbirine karışmış durumda. Öfkesi bürüyor dört bir yanımı. Zalimliği dağlıyor yüreğimi. Hafızama o görüntünün kazınmasını istemiyorum. Başımı önüme eğiyorum. Suçlu benmişim gibi… Gözlerimi yumar yummaz, başka bir anı beliriyor zihnimde.

8 Haziran 2010; Ellerimi tutup dudaklarına götürüşü ve gözlerimin içinden kalbime süzülüşü. O bakışta aşk olduğuna o kadar emindim ki…

“Artık başka biri var hayatımda.” diyor, canımı ne kadar yaksa kârdır mantığıyla.

Durup düşünüyorum. Onu bu kadar öfkelendirecek ne yapmış olabilirim? Bir bir hatırlıyorum her şeyi.

İstanbul’da kendi ayaklarımın üzerinde kör topal ilerlemeye çalışırken tanışmıştık. Önceleri pek dikkatimi çekmemişti. İlk görüşte âşık olmak mayası yoktur benim toprağımda. Zor severim, zor yıkarım duvarlarımı. Büyük bir savaş veririm kendimle. Korkarım kırılmaktan. Çünkü bilirim ki, dokunulmazlığı vardır aşkın. Bilirim ki, sevmek sergilemek demektir; gözle görülmeyenleri… Tutsaklık demektir. Kalbimde bir zincir vardır da onunla prangalar beni sevdiğim kişi. “Hep bana ver.” diyerek bakanlar yaklaşamaz ama hayatıma bir giren de almadan gitmez umutlarımı, hayallerimi… Umut ve hayal o kadar değersizdir ki kimileri için, “Bu da ilişki miydi?” demeyi ihmal etmezler nankörce! Onların almayı bekledikleriyle, benim sunduğum hazine çok farklıdır çünkü… Malzeme değildir, saf özlem. Elle tutulamaz. Gözleriyle göremediklerini, bırakır giderler şuursuzca. Bilirim. Bilmek fayda etmez. Uyarmadan sevemem kimseyi.

Onu da uyarmıştım.

10 Mayıs 2010; “Sen çok kırılgansın. Farkındayım. Ama bundan sonra ben varım korkma. Ailenden bile fazla düşünüyorum seni. Güven bana.” demişti.

Az kaçmamıştım ondan. İnceden gönlüme sızmaya başladığını fark ettiğimde, aklıma danışarak ilerlemiştim hep. Sordum, sorguladım, inceledim. Gördüklerimi süzdüm.

29 Ağustos 2010 “Yapma!” dedim, “Ben hayatla tek başıma zor mücadele veriyorum. Sense kendine bir eğlence arıyor olabilirsin. Eğer öyleyse yapma!”

Telefondaki sesi ciddiydi; “Hayalin gözlerimin önünden gitmiyor. O kadar canlısın ki karşımda… Saçlarını okşayabiliyorum sanki…”

Ben ne kadar sakınsam o, o kadar hayatıma girmeye çalışıyordu. Âşık gibiydi belki de gerçekten âşıktı bilemiyorum. Derken… Güzel başlamıştı. Aşk kötü başlar mı zaten? Sevdim, hem de çok sevdim. Bir müddet bunu ne kendime ne de ona itiraf ettim. Uzaktan uzağa karşılık buldu hislerimiz. Ruhum coşuyordu. Bedenim güç buluyordu. Cesaret ve güven veriyordu onun yanımda olması.

3 Temmuz 2011; “Peki” dedim “Peki, ben varım! Seni seviyorum!” “Ben de seni seviyorum! Bir tanem!” diye cevap verdi.

Şimdi ise ayağa kalkmış, ceketini giyiyor. Bir ilişkiye iki kişi başlamak zorunluyken, tek kişinin bitirebilmesini garip buluyorum.

8 Eylül 2011 geliyor aklıma;

“Sensiz yapamıyorum!” diye yakınmıştım.

“Bir daha söyle! Duymaya çok ihtiyacım var!” demişti.

Hafızam unutmuyor; o mutluluğu unutmuyorum ne yazık ki! Onun o hâllerini, o dokunuşlarını, o bakışlarını, telefonum çaldığında atan kalbimin hızını unutamıyorum.

Şu an karşımda kavga çıkarmaya çalışan hâli bile unutturamıyor bana o günleri. Üstelik daha neler neler var, onun beynime kazıdığı! Kafamı iki yana sallayıp aklımı dağıtmaya çalışıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Eliyle omuzlarımdan tutup beni kenara itiyor. Geçip gidiyor yanımdan. Ağlıyor muyum, üzgün müyüm farkında değil. Değerimi yitirmişim çoktan. Başkası var ya benden daha önemli olan, onun yanına gidiyor.

“Bunca yılım işkence gibi geçti yanında! Üç yıl boyunca… Ağzını her açtığında sinirlerim bozuluyor. Neden bilmiyorum! Sana katlanamıyorum artık!” diyebiliyor. Öfkeli ama rahat. Utanmıyor, sakınmıyor.

Anlıyorum, neden bahsettiğini. Onu özlediğim zamanlar söylenmem ‘dırdır’ olmaya başlamıştı artık onun için.

24 Ocak 2013; “Sinan seni özledim neden gelmiyorsun artık?”

“Sıkma beni üç haftadır görüşmüyorsak ne olmuş? İşim var benim!”

Acımasızca yaptığı diğer haksızlıklar da geliyor aklıma…

Susuyorum.

Yutuyorum sözcükleri. Her zaman yaptığım gibi…

Yanımda istemiyorum onu artık ama canıma yapışan bu aşka ne olacak? Bilemiyorum!

Kapıya uzanıyor. Açıyor. Çıkmadan bir soru soruyorum. Ne diyeceğini değil, nasıl bakacağını merak ettiğim için!

“Hani bir ömür boyu sürecekti?” diyorum.

“Efendim?” diyor.

Gözlerinde sadece unutkanlık görüyorum. Ona en son aldığım ve hiç kullanmadığı hediyenin yerini sorsam ancak böyle bakardı. Boş boş ve ruhsuz…

“Artık sadece işine odaklan. Boş ver geri kalan her şeyi.” deyiveriyor. Demekle oluyor sanki.

Kendisi için kolay ve basit ya… Benim için de basit her şey sanki. Kendisi unuttu ya, ben niye hatırlıyorum ki? O bitirdiyse, bana da arkamı dönüp gitmek kalıyor. Bir varmış bir yokmuş sevgisinin cezasını bana kesiyor. Hesap sormaya bile hakkım yok. Gözyaşlarımı yalnız akıtmalıyım bundan böyle.

O yüzden “Sen gelmeden önce zaten, sadece işim için yaşıyordum! Neden karşıma çıkıp kalbimi, aklımı karıştırdın?” diye soramıyorum.

Kapıyı kapatıp çıkıp gidiyor.

Ben kalıyorum.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 17.02.2013)

SİZE NOEL BABA DİYEBİLİR MİYİM?

Aziz Nikolas, çok garip bir kâbusun etkisiyle, yerinden zıplayarak uyandı. Anadolu’da dalga dalga yayılan ünü, dindar kişiliğinin mütevazılığına o kadar ters düşüyordu ki! Kimi zaman kaderin kendisini getirdiği noktaya inanamıyordu. Oysaki o değil miydi ailesinin bütün mal varlığını fakirlere dağıtarak inzivaya çekilmek isteyen, o değil miydi kendisini kiliseye adayarak Tanrı’ya ulaşmayı hedefleyen. Ne olmuştu da bu kadar ünlü olmuştu? İnsanların beklentileri neden bu kadar artmıştı? Yatağından kalkıp pencereyi açtı. Birazcık temiz havayla içini ferahlatmaya ihtiyacı vardı. Gördüğü kâbusu unutmak için anılarını tazelemeye koyuldu. Ta çocukluk dönemine gitti. Ailesinin zenginliğinden utandığı günleri, portakal ağaçlarıyla dolu bahçenin ortasındaki kocaman evi hatırladı. Tüccar babasının zekâsını, annesinin sevgi dolu kalbini almıştı. Arkadaşları tarafından sevilen, büyükleri tarafından örnek gösterilen çocukluğunda bile onu rahatsız eden bir şeyler vardı. Diğer insanlar mutsuzken o mutlu olamıyordu. Gün be gün içine kapanık bir genç olmaya başlamışken Hıristiyanlık ile tanıştı. İlk tepkiyi anne ve babasından gördü! MS 280’li yıllarda, putperestliği benimsemiş Roma İmparatorluğu’nda tek Tanrılı bir dini seçmek, cefa dolu bir hayata adım atmanın en kestirme yoluydu şüphesiz! Vah zavallı annesi… Günlerce ağlamıştı. Oysaki Nikolas bu seçimi ile içindeki susamışlığa bir pınar bulduğuna inanıyordu, kararından dönmedi.

Önceleri o da Anadolu Hıristiyanları gibi bunu diğer insanlardan saklama, inancını gizleme yoluna gitti. Anne ve babası öldükten sonra, onu lüks yaşama bağlayan hiçbir şey kalmamıştı. Böylece, kendine kalan mirasın tamamını fakirlere dağıtarak bir süre ortadan kayboldu. Zenginlik, ihtişam, rahat yaşam ve göz önünde olmak ona göre değildi! Ama insanoğlu işte… İstediğini değil, kaderini yaşar. Münzevi yaşamak için attığı her adım, verdiği her sadaka, yardım elini uzattığı her insan, ettiği her söz, onun daha çok tanınmasına neden oluyordu. Paganlara ve putlara karşı duruşu, onu dikkat oklarının merkezi yaptı. Özellikle o gemi yolculuğunda yaşananlar yok mu? İmparator Diocletianos’un kulağına kadar gitti. İmparator, fırtınada batmasına ramak kalmış bir geminin Nikolas’ın duasıyla kurtulduğunu duyunca olanlar olmuştu. Aziz unvanı ile birlikte Nikolas zindanda senelerce kaldı. Zindanda kaldığı sürece Aziz Nikolas, diğer mahkûmlara da yardımcı oldu. Kısa sürede bütün hapishane, küçük bir Hıristiyan kilisesi gibi inanç dolu insanların mekânı haline gelmişti. İmparator bundan da rahatsız oldu. Aziz Nikolas’ı astırmak istedi ancak halkın direnişiyle karşılaştı. Antalya Demreliler ayaklanmıştı. Tek çare Aziz Nikolas’ı salıvermekti ancak bütün zindan arkadaşları özgürlüğüne kavuşmadan Nikolas’ın oradan çıkmaya niyeti yoktu. Oradan çıkınca ne mi oldu? Tabii ki daha ünlü oldu. Ruhban olmamasına rağmen kiliseye piskopos seçildi.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2