bannerbanner
Eleştiri Yazıları
Eleştiri Yazıları

Полная версия

Eleştiri Yazıları

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Kitaptaki ikinci hikâyet “Hanım Derya Hikâyesi” adını taşımaktadır. Bu anlatıda meşhur Cengiz Han’ın hayatının son saatleri hikâye edilmektedir. “Dünyanın yarısını kuru ot gibi yerle bir eden” Cengiz Han’ın “kendi mezarını kazışı” ilgi çekici bir şekilde dile getirilmiştir. Anlatıda ilk bakışta göze çarpmayan asıl düşünce vatanseverlik düşüncesidir. Hikâyetin değeri de bu düşüncenin gerçekçi bir biçimde dile getirilmesindedir. Cengiz Han’ın gözünü toprakla dolduran hikâyenin asıl direği olan vatanseverlik düşüncesi, Gülbelcin karakteri vasıtasıyla verilmiştir.

Gülbeljin’in Cengiz Han’a yaptığı kötülük durup dururken vuku bulmuş, rastgele bir hareket değildir. Bu, kadının yüreğinde yaşattığı, yok olmakla karşı karşıya bulunan vatanına duyduğu sınırsız sevginin başkaldırısıdır. Böyle bir hareketi sıradan bir olayla karıştırmamak gerektir.

Vatanını çok seven bu şerefli kadın orada değil de başka yerde bulunsaydı bile o suikastı muhakkak gerçekleştirirdi. İşte buna hikâyeti okurken tam anlamıyla inanıyor insan.

Yazar, Gülbelcin, Cengiz Han ve Kasar karakterlerini çok gerçekçi ve inandırıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Her bir karakter inandırıcı olduğu kadar düşündürücüdür de.

Kitaptaki son hikâyet “Yarış”tır. Bu anlatı önceki iki anlatıya çok benzemez. Çünkü bu hikâyeti okurken okuyucunun “Yazar acaba burada ne anlatmak istedi?” diye düşünmesi mümkündür. Ayrıca “Olay yeni değildir, bazı şeyler de tekrarlanmıştır.” diye düşünenler de çıkacaktır. Çünkü hikâyetin olay örgüsünde halk anlatılarında rastlanan bir zenginin biricik kızını hiç kimseye vermediği için sonunda bir kele vermek zorunda kalması sarını (motifi) bulunduğu açıktır. Ancak bu eserin değerini azaltmış değildir.

Edebiyatta itibarilik kuramının yazarın gerçek niyetini anlatmasının bir yolu olarak kabul edilir. Abiş’in “Yarış” hikâyetinin olay örgüsünde de bu itibarilik mevcuttur. İtibarilik kavuz gibidir. Dolayısıyla bu tür eserlerin özüne ulaşabilmek demek yazarın amacını anlamak demektir.

Abiş, “Yarış”ta zengin Balapan’ı yüceltiyor mu veya esrik Esen’e taraf mı tutuyor? Kesinlikle hayır. Yazar, eskiden olduğu gibi bugünkü hayatımızda da ara sıra rastlanan zayıflığı ve basitliği eleştirmektedir, burada acı bir alay vardır.

Bu üç hikâyeti okurken ortaya çıkan gerçek şudur: Abiş yazarlık üslubunda hâkim bakış açısıyla iç monolog yöntemlerini çok usta bir şekilde bağdaştırmıştır.

1969

Güzellik Olmadan Şiir Olmaz

Yakın zaman önce tanınmış edebiyat bilimcisi A. Konıratbayev’in “Devir ve Gelenek” adlı makalesi yayımlandı. Yazılış ilkesi ve makalede gündeme getirilen bazı meseleler, bizdeki bazı fikirlerin de dışa çıkmasına sebep oldu.

Öncelikle gazete sayfalarında devam eden bu müzakere, genç şairlerin önemli meselelerini gündeme getirdiği için tam zamanında ortaya çıkmıştır. Çünkü yeni, bilhassa son yıllardaki şiirimizin öncü, orta ve son kuşak temsilcileri ciddi eleştiriye ve kılavuzluğa muhtaçtır. Bu açıdan bakıldığına A. Konıratbayev’in yazısının -ateşe su taşıyan karıncanın çabasına benzemesine rağmen- önemli olduğunu düşünüyorum. Makale, doğru hedefe yönelerek iyi niyetle yazılmasına rağmen bazı eksiklik ve kusurları da bünyesinde barındırmaktadır. Bunlar bir bakıma tabiidir de, çünkü küçük bir makale bir yana, monografilerde bile bir konunun bütün yönlerini kucaklamak mümkün değildir. Zira şu bir gerçektir ki Kazak şiiri hızla gelişmektedir, yalnızca nicelikte değil nitelikte de büyük bir gelişme görülüyor. Şairlerimizde başarı da var, boş çaba da.

Şiirin canı güzelliktir. Bu, ezelden beri söylenegelen bir gerçektir. Ancak bu gerçeği sık sık dile getirmeden yapamıyoruz. Güzellik, yalnızca şiirin değil hayatın da ebedî süsüdür. Şiir ise bu hayattan kopan billur damla, değerli parça. Öyleyse bu güzellik nasıl meydana geliyor? Meselenin buraya geliş sebebi, söz konusu makaleyi okurken doğan izlenimlerdir. Esasen müellifin yazısının özeti şudur: Günümüz genç şairlerinin eserleri avılda neden anlaşılmıyor? Bunun sebebi derin kökleri bulunan edebî geleneğe kayıtsız kalıp geçmiş şiir ustalarının eserlerini dikkatli okumamaktan mı kaynaklanıyor? Diğer yandan müellifin bazı fikirlerinin daha olduğu düşüncesi de doğmuyor değil. Müellif, şairin kesinlikle sıfırdan yani alıştırmalardan başlamaması gerektiğini söylüyor. Yine gençlerin halk edebiyatı geleneğinden ve Abay geleneğinden faydalanmalıdır diyor, elbette bu isabetli bir görüştür. Ancak bu son görüş bir önceki görüşe ak ile kara kadar zıttır. Öyle ise şair bu gelenekleri öğrenmiş olarak mı doğacaktır?

Talim ve temrin, sanatta önemli bir ulamdır. Bu doğrudan doğruya çalışma süreci demektir. Temrinden birçok şey öğrenmek mümkün değil midir? Müellifin, G. V. Plehanov’un “Adressiz Mektuplar” adlı eserinde sanatın oluşmasında ve gelişmesinde çalışmanın rolüne çok önem verdiğini bile bile temrinden başlamamak lazım demesine şaşmamak mümkün değildir. Temrin dediğimiz şeyin doğrudan doğruya çalışma demek olduğunu herkesçe bilinmektedir.

Yazar yine yalnızca Avezov gibi başlamak lazımdır diyerek düşüncesini kesin bir dille ifade ediyor. Destekli düşünce mi dediniz? Elbette yok.

Ancak makalenin ana fikrine umumen katıldığımızı belirterek, müellifin düşüncesine katılıyoruz ve bazı genç şairlerin şiirlerinin sevilerek okunmayışının okunsa bile estetik etkisinin uzun sürmeyişin, etkisinin kibrit alevi gibi yok oluverişinin şiirde güzellik unsurunun bulunmayıştan kaynaklandığını söylüyoruz.

Esasen güzel şiirde başka sanat kollarının ögeleri de iç içe bulunmaktadır. Sözgelimi güzel şiirde mimarideki simetri, musikideki ahenk, resimdeki renk cümbüşü gibi unsurlar da bulunur. Bunlar şiire ayrı bir ışık ve güzellik verir.

Güzelliğin olduğu yerde imge de vardır. Birincisinin olmadığı yerde ikincisi de yoktur. İkisi ikiz kavram gibidir, ayrılması mümkün değildir.

İmge yalnızca bir ulusun şiirine değil bütün dünya şiirine özgü bir özelliktir. Ancak her ulusun şiirinde yalnızca biçimi değil iç kuruluşu da millî özellikler gösterir.

Çöz gönlümün bilmecesini,Yoksa her şey bomboş.Toy yürek çıkarıp parmağını,Uzanır aya, ne hoş. (Abay)

Bu dizelerin gücü âşığın arzusunu ve aşk duygusunu harika bir imgeyle vermesindedir. Düşünce ürünü, güzel ve anlaşılır bir imge. Şiirin güzelliği de işte bundadır. Biçim ile içeriğin tam uyumu…

Gogol, millîliğin sarafanı9 tasvirden değil, halkın öz ruhunu tasvirden başladığını söylemiştir. Bunun gibi Abay yukarıdaki “yüreğin parmağı” imgeyi, büyük bir ustalıkla halkın anlayışına uydurarak Kazakçaya çevirmiştir. Çünkü bu imgeyi anlamak, Kız Jibek ile Tölegen’i10 doğuran bir halk için zor değildir.

Moi somneniye razreşi,Bıt’ mojet eto vse pustoye.Obman neopıtnıy duşi,İ sujdeno sovsem inoye. (Puşkin)

Bu, Abay’ın çevirdiği dörtlüğün özgün biçimidir. Bunda da güzel bir uyumun olmadığını söyleyemeyiz. Ancak şair bunu bize olağanüstü parlak bir imge ve renkle aktarmıştır. Yani güzelleştirmiştir!

Bir de şuna bakalım:

Böğürerek halka oy11 geldi,Buzağısı ölen inek gibi. (Duvlat)

Burada realist imge vardır. İç âlemi altüst ederek dışarı çıkan olağanüstü bir düşünceyi anlatmak için bundan daha iyi bir imge bulmak zordur herhâlde. İmgedeki güzelliği ve gerçekliğe uygunluğu kabul etmemek mümkün değildir. Ancak, Duvlat’ın bu imgesini Rusçaya kelimesi kelimesine çevirecek olsak imge bizdeki bütün özelliğini kaybedecektir. İmgenin karşılığını bulmak lazımdır! İşte bunda dolayı büyük Abay, Puşkin’in şiirini Kazak ruhuna ve anlayışına yaklaştırarak çevirmiştir. Bu her bir poetik imgenin millî özellik taşıdığını göstermektedir.

Peki, son kuşak genç şairler güzelliği ve imgeyi nasıl veriyorlar?

Kazakistan Lenin Komsomolu Ödülü sahibi Jumeken Nejimedenov’un şirinin çekiciliği, şairin duygu ve düşünceyi güzel imgelerle vermeye çalışmasıdır. Bu imgeler çoklukla güzeldir de. Şairin 1966 yılında çıkan “Işık ile Isı” kitabında bu iddiamızı destekleyecek birçok delil bulmak mümkündür.

Şair son zamanlarda eleştiri de almıştır. Bunların bir bakıma yerinde eleştiriler olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü okuyucu, şairin son iki kitabında da “Işık ile Isı” kitabındaki heyecan eve ateşi aramıştır. Adı geçen kitabında şair şiirde bayağı bir mesafe aldığını göstermişti.

Çalıların arasında derin uykuya dalmış,Uyuyan gece kımıldayamadı yer pusup.* * *Sabırlı gök azıcık kımıldasa yıldızlar,Damlayıverecek yere.

Bu mısralarda bir imge sağanağı ve güzellik vardır. Böyle yoğun imgeli kıtalara “Vakit Ezgileri”nde çok az rastlıyoruz. Umumen sanatın, hususen ise şiirin vazifesinin, gerçekliği yalın bir biçimde ifade etmek değil, imge yoluyla göz önünde canlandırmak olduğunu artık mektep çocukları da biliyor. Şiirin gerçekliği anlatma yöntemi imgelemdir.

Ancak bu ilkenin unutulması üzüntü vericidir. İyi şiirler yazan Jumeken de çoğu zaman bu engele takılmadan edemiyor.

Bilim, varsayımı çürütene kadar sanat, denemeye de bu gözle bakar, bu bakışla bakar. Edebiyatta denemelerin önü açıktır. Ancak bu “Boyacı dedik övdük, o da sakalını boyuyor.” sözünü haklı çıkaracak tarzda olmamalıdır.

Gelenekten kopuk basit denemeler şiiri iyi yere götürmez, şiirin derinliğini artırmaz. Taş üstünde bir şey biter mi? Hayır! Temelsiz şey, her zaman temelsizdir!

Genç şair Sabit Baymoldin’in A. Konıratbayev’in yazısı ile aynı zamanda yayımlanan şiirlerinde gelenek içinde kabul edilecek, basit olmayan denemeler hâkimdir. Bunun da hiç durmadan arayış içinde olmanın bir sonucu olduğu anlaşılıyor.

Biz deneme kavramın şiirin biçim açısından kullanıyoruz. Şair, bazen sağanak hâlinde dökülen duygu ve düşüncelerini belli ölçütleri yok sayarak anlatır. Sabit, körü körüne bir memnuniyetsizlikten ve aykırılıktan uzaktır.

Yaz görsen,Tepeye ırmak çıkmış sanki.Kökçe orman,Gönüle sinmiş gibidir tam.

Şairin kendine özgü bir sesi olduğunu inkâr edemeyiz. Duygu ve düşünce yoğun. Şiirlerinde taşkın düşünce, coşkun duygu, serbest dil de yok değil. Ancak bunları gönül çelici bir biçimle verme yönü eksik, insanın gözü bir şeylere takılıp duruyor.

Şiirde uygun bir biçimle verilmeyen duygu ve düşünce, çıplak insan gibi sevimsiz ve itici görünür. Tam tersine biçim var, duygu ve düşünce yoksa şiir, boş bağırış çağırıştan öteye geçmez.

Şiirin güzelliğinin başlıca ölçütü biçim ile içerik arasındaki canlı oranın korunması ve diyalektik bağlantının koparılmamasıdır. Bu dogmatik bir kural değildir, bilakis şiir sanatının tabiatından doğan ve gücünü uygulamada göstermiş bir kuraldır.

1969

Yetenekli Yeni Nesil

Eleştirmen M. Düysenov “Kazak Adebiyeti” gazetesinde yayımlanan “Ortak Borcumuz” adlı makalesinde “İtibari olarak söyleyecek olursa Kazak edebiyatında üç dört kuşak vardır.” demiş. Eleştirmenin bu görüşü görüşünün isabetli olduğunu düşünüyoruz. Üç kuşağın bulunduğuna kimsenin şüphesi yok, ancak dördüncü kuşağın da sona doğru yaklaştığı da bir gerçek. Burada söz konusu dördüncü kuşağa girdiği düşünülen genç şairlerin şiirin en önemli unsuru olan imgeleme nasıl baktıkları üzerinde duracağız.

M. Düysenov, üçüncü kuşağın, Ğafuv Kayırbekov ile Ötejan Nurğaliyev’e değinki şairleri kapsadığını söylüyor. Yani bunların sonuncuları iki üç kitap çıkarmayı başarmışlardır. Esasen bu kuşağın herkesçe tanınması 1965 yılında önce olduğu kesindir. Tumanbay, Saği, Kadır, Mukağali ve Jumaken, altmışlı yılların başında şiir dünyasına ayak basan şairlerdir. Dördüncü kuşağı ise altmışlı yılların ikinci yarısında yazmaya başlayan şairlerin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü gelişme süreçlerini bıçakla keser gibi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Süreçler birbiri ardınca kesintiye uğramadan devam eder. Sözgelimi ırmak dediğimiz şey, sayısız irili ufaklı gözelerin birleşmesinden doğmuyor mu? Kazak şiiri de tıpkı özen gibidir; ilerledikçe yolda eklenen bulak suları sayesinde o da genişleyip büyümüyor mu? Öyle ise her yeni kuşak, ırmağa sonradan eklenen bulak gibidir.

Biz burada, son kuşak içinde yer aldığı düşünülen Marat Otaraliyev, Seyden Muhtarulı ve Temirhan Medetbekov hakkında fikir beyan edeceğiz.

Adı geçen gençlerin şiirlerinin başlıca temi kendi hayatlarıdır. Yani bu şairler, hayatta gördükleri, öğrendikleri ve yaşadıkları az çok ne varsa onu şiir vasıtasıyla terennüm ediyorlar. Zaman zaman tabiat ve aşk hakkında yazıkları da oluyor.

Görgüsü, bilgisi, hayat tecrübesi ne kadar çok olursa şair okuyucu tarafından o kadar iyi kabul görür. Dolayısıyla insan, şiirindeki zayıflığın sebebinin bu gençlerin yalın hayat hikâyeleri olduğunu düşünmeden edemiyor. Bu yalınlığın sorumlusu da kendileri değil aslında, zira hayatı yeni yeni tanıyorlar.

Bu gençlerin şiirlerindeki en başarılı yan ise sabah çiyi kadar duru duygu ve özgün düşünce beyan etme gayretidir. Şiirin, duygu ile düşüncenin sentezi olduğu bir gerçektir. Şairin gerçeği gösterirken kullandığı temel araç imgedir. Yani hayat gerçekliği, imge vasıtasıyla verilir. Şairin duygu ve düşüncesi ise bu imgenin içinde gizlidir. Düşüncenin olduğu yerde duygu da vardır. Burada V. G. Belinski’nin “Duygu yüklü bir eserde anlam olmaması mümkün değildir. Ve elbette duygu ne kadar derin olursa düşünce de o kadar derin olur.”(Tandalmalı Makalalar, M., 1965, s. 70) sözünü hatırlamakta fayda vardır.

Şiirde imgelemin güzel örneklerini Abay’ın sanatında buluruz.

Genç kavağınYaprağıGürülder yel esince.

Bu, Abay’ın şiirindeki sayısız imgeden sadece biridir. Bu imgelerin duyguyla, düşünceyle çepeçevre kuşatıldığını söyleyebilir misiniz? Tabii ki hayır. İşte esasen böyle gerçek şiir, akılda ve gönülde uzun süre kalır. Başka bir deyişle, genç şair adaylarının Abay gibi önemli şairin şiirlerine dikkatle eğilmeleri büyük bir baht sayılmaz mı? Önlerinde örnek alacakları Abay gibi ulu bir çınarı olan genç şairlerin sorumlulukları da büyük olacaktır. Bu şairlerden çok şey beklenmesi de tabiidir. Çünkü öğrenecekleri bir çevreye ve örnek alacakları ülküye sahipler.

Yukarıda anılan gençlerin eserlerinde şiire özgü güzelliğin teminatı olan imgelem bulunmadığını söylemeyiz. Marat Otaraliyev’in “Karanfil” adlı kitabında ateşli şair kalbinin amansız vuruşunu duymamak mümkün değildir.

Ruhuma bu ülkenin sırrı malum,Fırtınada kum savrulur inleyerek.Başından ak kumluğun apak karı,Şımarık yel götürür sürükleyerek.

Marat’ın şirinin bu sadece bu mısralarında bile memleketin etkili resmini görüyoruz. Onun şiirlerinde böyle resimsi tasvirlere, imgeli söz öbeklerine sık rastlanmaktadır. Sözgelimi “inleyen kum” imgesi ne kadar da güzeldir!

Bu yer üstündeki gece asuman,Şımarık yel iç çekti, yırladı dal.İniyor, akıp duruyor durmadan,Çiçeklere atılarak bulaklar.Yüzüyor altın ay uzakta,Bağrını okşuyor tül gibi bulut.

Yine olağanüstü tablolar… Bu şiiri okurken avıl gecesini ve açık gökyüzünü gözünde canlandırıyor insan. O güzel günleri arar gibi oluyor. Bu dizelerde yalnızca harika resimler değil aynı zamanda dupduru duygular da vardır.

Marat Otaraliyev’in şiirinin süsü, duygudaki gerçekçiliktir. Ancak Marat’ın kimi şiirlerinin basit bir öykünmeden doğduğu da anlaşılıyor. Özellikle ana temli şiirler serisinde bu daha açık görünmektedir.

“Yavru” adlı kitabı, Seysen Muhtarulı’nın şiire adım attığını göstermektedir. Genç şair yere sağlam basmaktadır. Şiirin biçiminde ve içeriğinde cesurca yenilikler yaptığını belirletmek lazım. Şiirin güzelliği olan imgeye Seysen’in kitabında bolca rastlanmaktadır.

Kıvır kıvır kıvırcık kum,İleri atılıyor koşarak,Ak develer uzatır taş bacağını,Tepecik olmuş sanki kırılıp.* * *Biçare yollar bağrını görünce,Çevre yatamaz irkilmeden.Yakınlaşır yer ile gök,Tekerlerler gümbürder yürek gibi.

Böyle gönül çelişi resimler yapmayı Seysen çok seviyor. Bu gayretini destekliyoruz, ancak sebepsiz yere hece sayısını artırıp eksilmesini makul görmüyoruz. Gözyaşı gibi duru lirik resimler yapabilen Seysen’in bundan sonra herkesi ilgilendiren temlere yönelmesini ümit ediyoruz.

Temirhan Medetbekov’in şiirleri düşünce yoğunluğu ve duygu derinliği ile dikkatleri çekmişti. Medetbekov’un şiirlerini okurken Şiir, şairin ölçütüdür sözünün doğruluğunu bir kez daha teyit ediyor. Diğer yandan Temirhan Medetbekov’un şiirleri imgelemiyle de kayda değerdir.

Dallara ak yeni asılsın ak karı,Silkeliyor soğuk yer öfkeyle.Tramvaylar koşuyor tepinerekAsılarak üstündeki kara telden.Bu soğuk yer tutuveriyor ağacı,Bir dalını kırarak alıp kaçacak.Damar damar dallar direniyor,Kaslı bileklerini sıvayarak.

Dallara asılmış kar, silkeleyen soğuk yel, tepinerek koşan tramvaylar, bir tabloyu seyreder gibi gözümüzün önünde canlanıyor. Hatta okurken soğuğun ve rüzgârın öfkesini de hisseder gibi oluyoruz. Bütün bunlar, söz konusu tasvirlerin tabiiliğinin delidir.

Deli gönlü tuzaklayan,Bana benzeyip kalanDağlar da çökermiş ah,Ufukları kucaklayan.

Bu tür dizeleri Temirhan’ın şiirlerinde bolca bulmak mümkündür. Böylece şair duygularının duruluğuna tanık oluyoruz. Şiirlerin kusuru şudur: Şairin, insani temlerde bazen kuru gürültüye ve laf kalabalığına düştüğü oluyor. Umumen Medetbekov’un kuşağının yetenekli bir temsilcisi olduğunu söylememiz gerektir.

Bu kısa makalede Kazak şiirinin tabii devamı sayılan dördüncü kuşağın bazı temsilcilerine dair kısa değerlendirmelerde bulunduk. Bu kuşağın güçlü bir kuşak olduğu açıktır.

1969

Büyük Yazarın Uzun Soluğu

Kazak hikâyeciliğinin son yıllarda katettiği gelişme, ulaştığı bedii seviye söz konusu olduğunda ilk önce tecrübeli yazarımız Ğabiyt Müsirepov’un ismini anarız. Bu elbette sebepsiz değildir. Çünkü bugün Kazak hikâyesinin durumu ve gidişatı, onun ismiyle doğrudan bağlantılıdır.

Kazak hikâyeciliği tarihinde B. Maylin ile M. Avezov ne kadar önemli ise Ğ. Müsirepov da o kadar önemlidir demek yanlış olmaz. Nitekim Müsirepov “Yassı Burun”12 hikâyesi vasıtasıyla bütün sanatkârlık gücüne sahip bulunduğunu ve eşi bulunmaz bir usta olduğunu göstermiştir. Yazar bu hikâyede devrin gerçekliğini çok küçük ayrıntılarla süsleyerek sosyal psikolojiyi açık bir şekilde ortaya koyabilmiştir.

“Rastlanılmayan Bir Kişilik” adlı kitabı yazarın tamamıyla olgunlaşmış ve zirveye ulaşmış sanat gücünü yeni yönleriyle ortaya koydu.

Müsirepov’un adı geçen kitabını okurken E. Hemingway’ın ünlü Buzdağı Kuramı’nı hatırlamamak mümkün değildir. “Buzdağının hareketini etkileyiciliği, yalnızca sekizde birinin su yüzünde olmasındadır.” (s. 186, c. 2, 1966). Bu, yazarın sanat gücünün sanatkârane bir biçimde ifadesidir. Hemingway, gerçek düşüncesinin yalnızca bir ucunu elinize tutuşturmaktadır.

Ğ. Müsirepov’un söz konusu kitabı, Kazak edebiyatında kıtlığı çekilen bedii renkleri bir araya toplama tecrübesi, düşünceyi simgeleştirme yoluyla verme denemesinin bir yemişi gibidir. Zamanın ilerlemesine, estetik zevkimizin değişmesine bağlı olarak düşünceyi meydana çıkarmanın bir yöntemi olan simgeleştirmenin kullanılması çok tabiidir.

Yayımlanır yayımlanmaz kitap hakkında bazı değerlendirmeler yapılmıştı. Ancak bir mesele unutulmuş gibidir. Yazarın başarısı büyük övgülerle dile getirilirken bu başarıya ulaşma sırrı hiç gündeme getirilmemektedir. Ğ. Müsirepov’un kaleminden çıkan karmaşık ve renkli desenlerin anlamını ve farkını ortaya çıkarma gayretlerinin şimdilik çok az olduğunu belirtmek lazımdır.

Ğ. Müsirepov’un yeni hikâyelerinin dikkat çeken, hoşa giden yanları, simgelik ve romantik unsurların tam bir iç içe geçmişliği ve kaynaşmasının bir sonucudur. Bu da bugünkü hikâyeciliğimizin eksik yönlerinden biridir.

Simgeleştirme ana düşünceyi belirsizleştirme ve bir nevi gizleyerek söylemek demektir. Diğer bir ifadeyle, estetik zevki gelişmiş günümüz okurlarına ekmeği çiğneyerek vermek mümkün değildir ilkesini benimsemek yani söyleyeceğiniz şeyi hazır bir şekilde ellerine tutuşturmaktan kaçınmak demektir. Buradaki “kaçmak”yı “soyutlayarak anlaşılmazlaştırma” ile karıştırmamak lazımdır.

A. P. Çehov’un şu düşüncesi değerini hâlâ korumaktadır. “Yazar meseleyi çözmek değil doğru ortaya koymak zorundadır. Yani meselenin çözümü değil doğru dürüst anlatılması esastır. Sanatkâra gerekli olan da budur.” (c. 14, s. 203, 149).

Ğ. Müsirepov’un söz konusu ettiğimiz hikâyelerinde bu durum hâkimdir. Hikâyelerde hiçbir meselenin çözülmediği görülür. Yazar, ele aldığı sorunun çözümünü elinize tutuşturuvermiyor. Sonucu sessizce kendiniz arıyorsunuz. Bunun da yazara hiçbir zararı olmadığı hatta birçok yararı olduğu açıktır.

“Kokmuş ete tuz kâr etmez, anlamayana söz kâr etmez.” diye bir söz vardır. Edebiyatta im yani işaret ile de çok şey anlatmak mümkündür. Mesela Ğ. Müsirepov’un “Kurdu Öldüren Hangisi?” hikâyesinde konyağın dökülmesi boşuna değildir, bu yerle bir olan onurun simgelik ayrıntısıdır.

Beklediklerinden fazla “ganimet” elde eden üç avcı dinlenmektedir. Hepsinin de kulağı kiriştedir. Bu hâllerine bakılırsa hâlâ bir şeyler ümit ettikleri çok açıktır. Birden bir hışırtı duyuldu. Avcılar dönüp bakıverdiler. İki oğlanı peşine takmış bir ana sayga su içmeye geliyor. Üç avcının o andaki ruh hâli hikâyede şöyle verilmiştir:

“– Aha, elik, diyen bilim adamı, gazeteden yayılmış sofranın üstüne pusuverdi. Boynu kıvrılmış, gözleri “elik” diye bağırılan tarafa dikilivermiş.

– Elik değil, ceylan deyip bakan da pusuverdi. Onun da kâsesi yan yattı ve konyağı dökülmeye başladı.

Hiçbir şey görmemiş olmama rağmen ben de pustum. Benim konyağım da dökülmekte…”

İlk bakıldığında bu sahnede fazla sözler ve cümleler var gibi görünüyor. Üç kez dökülen konyak ile yazar ne söylemek istiyor sorusu akla geliyor. Erguvani konyak, sayga yavrusunun ecelini simgelemektedir. Bu şekilde kurdun sağ kalması ama buna karşılık elik yavrusunun öldürülmesi anlatılmaktadır.

Aynı şekilde “Kartal Yırı”nda da ele alınan ahlaki mesele imler ve simgeler vasıtasıyla anlatılmıştır. Bu hikâyede de yazarın ne anlatmak istediğini bir anda anlamak zordur. Ancak derinlerden hareket eden düşünce akışını takip edince yazarın amacını anlamamak da mümkün değildir.

“Akranlar, oyununuza ve düşüncenize bakıyorum… Yüksek uçarsanız sevinirsiniz, alçak uçarsanız yine kendiniz yerinirsiniz… Ben de sevinmiş ve yerinmiş bir büyüğünüzüm. Bazen hevesleniyorum, bazen de sıkılıyorum… Kendim uçarak ulaşamadığım zirveyi size bırakıyorum. Kendiniz gökte, düşünceniz yerde olacağına kendiniz yerde, düşünceniz gökte olsun, canım! Yüksek denen neymiş, alçak denen neymiş, o vakit anlarsın.” (s. 110) “Kartal Yırı”ndan kartalın ağzından dile getirilen simgelik düşünce budur. Dışarıdan bakılınca hikâyenin, kartalların hayatını anlattığı zannedilir. Aslında hikâye, insan ilişkilerini, iyi işler ile kötü işleri ele almaktadır.

Romantizm de eserde bulunması gereken temel bileşenlerden biridir. Romantizm esere ayrı bir güç, coşku ve hareket bahşeder. Bununla alakalı olarak Ğ. Müsirepov şunları yazmıştır: “Bizde romantizmin anlamını anlamama, onu sosyalist realizmin karşısına koyma ve sürekli kötü bir akım gibi gösterme hastalığı vardır.” (28 Mart 1968, Kazak Edebiyatı)

Devrim ruhuna sahip romantizmi sosyalist realizmin karşıtı gibi göstermenin hiçbir mantığı yoktur. Nitekim M. Gorki de “Devrimci romantizm dediğimiz şey gerçekte sosyalist realizmin takma adıdır.” demiştir. (s. 159, c. 27, 1958).

Bu düşünceleri dile getiren büyük yazarın hikâyeleri, gücünü devrimci romantizmden değil de neden almaktadır?

Romantizm, hikâyeyi kanatlandıran etkenlerden biridir. Kazak hikâyeciliğine romantizmi getirenlerden söz ederken Ğ. Müsirepov’un ismini ilk başta zikretmek lazımdır. Nitekim onun hikâyelerinin güzelliği de romantizm ruhuyla doğrudan ilintilidir. “Japon Baladı” eserinde Taş’ı, Sırt’ı, Göz’ü konuşturması da alışılmış bir durum değildir ancak romantizmin gerçek bir tezahürüdür. Yazarın Hiroşima gerçeğini başka bir yöntemle yansıtmak yerine bu yöntemi tercih etmesi daha isabetli olmuştur. Hülasa yazarın hikâyelerinin okuyucuları heyecanlandıran yeniliğini de romantizm ve sembolizmi güçlü biçimde kullanmasında aramak lazımdır.

Kitabın en hacimli eseri “Rastlanılmayan Bir Kişilik” adlı poema yani destandır. Anlatının destan olarak adlandırılması sıradan bir tercih değildir. Böyle adlandırılması öncelikle eserin estetik tabiatının bir sonucudur. Çünkü “Rastlanılmayan Bir Kişilik” bildiğimiz şiir diliyle ve coşkun duygularla yazılmış bir eserdir. Esere şiirin başlıca gücü sayılan lirik iniş çıkışlar ile yüksek heyecanlar hâkimdir; ayrıca vaka şiir kıtalarında olduğu gibi yumuşak ve hafif geçişlerle okuyucuya da kolaylık sağlamaktadır.

Bu denli gerçekçi ve inandırıcı biçimde verilen duygu katmanlarını okurken hayranlık duymamak elde değildir. Erkebulan ile Akliyma’nın ilk buluştukları yer, sonra Erkebulan hapse düşünce Akliyma’nın yaptığı ziyaretler, sürgünün hayatının zor şartlarına rağmen Erkebulan’ın kaçarak ölüm döşeğinde yatan Aklima’yı bulduğu sahne, burada Erkebulan’ın içinde bulunduğu ruh hâli, tabii ve unutulmayacak bir biçimde gözler önüne serilir. Bu sahnelerin her birinde Erkebulan ile Akliyma’nın ruh portreleri daha da derinleştirilir. Akliyma, kır lalesi gibi güzel ve akıllı bir kızdır. Lakin zalimlerin ve zorbaların hışmından kurtulması mümkün değildir. Her an bozkır vahşetinin elinde ziyan olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nitekim ziyan olmuştur da.

На страницу:
3 из 5