Полная версия
Kalemin İzindekiler
– Fikir özgürlükleri ve sendikal haklar kısıtlı, eğitimcilerin ve özellikle üniversite hocalarının siyasete katılması engelleniyor bu anayasayla. Eğitim düzeyi yüksek olan insanlar ülke siyasetine katkı sağlayamayacak, bu hiç doğru değil. İşçilerin sendika kurması, işçi haklarını kazanmak için grev hakkını bile zorlaştırıyor. Memurların sendika hakkı asla düşünülemez bile… Aslında o kadar çok eksikler var ki, anayasa uzmanı olmak lâzım. Kadın erkek eşitliği ilkelerini düzenleyen kanun da sorunlu değil mi? Bu tür konulara heves ettiğim için Hukuk Fakültesinde okumak istiyordum, nasip değilmiş.
– Neyse kızım, yemeğimizi yiyelim de güzelce bir kahve içeriz, ardından sonra sohbet ederiz. Ancak bir şey demek isterim. Eşitlikten ziyade adaletli davranmak daha mühimdir. Adaletsiz olmak, hakkı göz ardı etmek ve buna bağlı olarak taraf olma hırsı, insanın önce hakikate hürmet etme hissine, sonra da kişiliğine ziyan getirir.
– Bu sözünden anladığım kadarıyla eşitlikten değil, adaletten yana olmak daha doğrudur. Öyle mi?
– Evet… Tereddütsüz evet. Çalışanla çalışmayanın eşit kazanç sağlaması adaletsizliktir.
– Haklısın babacığım.
***Semra heyecanla derslerin başlayacağı günü beklerken akşam haber ajansında Üniversitelerin 26 eylülde başlayacağını ve yaklaşık olarak haziran ayının son haftasına kadar devam edeceğini öğrendi.
Gün geldi ve Sıhhiye Köprüsünün altında kırmızı-beyaz renkli otobüsten indikten sonra adımlarını hızlandırdı. Bahçe kapısından girer girmez fakültenin ihtişamı karşısında bir an durakladı. Kayıt esnasında hiç dikkat etmemişim, mimarı kim acaba diye merak ediyorum ama ilk işim bu değil. Nasıl olsa en az dört yıl buradayım… Öğreniriz ve merakımızı gideririz diyerek devam etti yoluna… Arka bahçeye girdikten sonra tanıdık bir sima görmek arzusuyla etrafı süzmeye başladı. Belki Orhan’la karşılaşabilirim düşüncesiyle adımlarını hızlandırarak ikinci kata çıktı. Öğretim üyelerinin bulunduğu ikinci katta hocaların kapılarında yazılı isimleri okuyarak tarihî binanın alaca karanlık koridorunun tamamını adımlamış oldu. İsmini duyduğu birkaç hocanın adı da vardı. Severek izlediği ve televizyonda yayımlanan “Bir Kelime Bir İşlem” yarışma programının jüri üyesi olan Doç. Dr. Hamza Zülfikar ile TRT’de yönetim kurulu üyeliği ve dil danışmalığı yapan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı hatırladı.
Semra, fakültedeki ilk saatlerinde bir türlü ne yapacağını bilemiyor, ders programının nerde asılı olduğunu görmek için bakmadığı duvar, kapı veya ilan tahtası kalmamıştı. Kendisi gibi sürekli rast geldiği herkese “Dersler nerde yapılacak? Haftalık program belli oldu mu?” diye soranları fark etti. Sonunda eğitim öğretim yılının başlangıcı hiç de liseye benzemiyormuş kanaatiyle kütüphanenin önündeki oturaklara oturup bir nefes almanın yerinde olacağına karar verdi. O sırada kulak misafiri olduğu öğrenci grubu arasında tanıdık bir ses duydu. O ses Orhan’ın sesiydi. Hemen Orhan diye seslendi.
– Merhaba Orhan. Nasılsın? İyi misin?
– İyiyim. Hoş geldin. Öğretim yılımız hayırlı olsun.
– Sağ ol Orhan. Derslerin programı hakkında bilgin var mı?
– Öğretim yılının ilk günlerinde genellikle eski öğrenciler gelmezmiş. Coğrafya Bölümü ikinci sınıfta öğrenci olan hemşerim Süleyman Elmacı, “Öncelikle öğrenci işlerine gidip üç adet ders alma kartını doldurup danışmana verin.” dedi. O ders alma kartına da pelür deniyormuş. Ben de ilk kez duydum. Bunun Türkçesi yok mu acaba? İstersen birlikte alalım. Süleyman bize yardım edecek.
– Tamam, hemen gidelim.
Öğrenci İşleri Müdürlüğünden üç farklı renkte aldıkları kartlara alınması zorunlu olan derslerin kodlarını, adlarını ve kredi /saatlerini yazmak gerektiğini örnek bir formdan görerek doldular. Dersleri görünce Semra’nın şaşkınlığı arttı.
– Ooo, ne kadar çok ders varmış! Baksana Orhan! Osmanlıca, Edebî Bilgiler, Türkiye Türkçesi, Yeni Türk Edebiyatına Giriş, Eski Türk Edebiyatına Giriş, Metin Şerhi, Metin Tahlili, Batı Edebiyatında Akımlar, Türk Halk Edebiyatına Giriş, Dilbilime Giriş, Türk Halk Bilimi, Türk Dili Tarihi, Türk Dili Bibliyografyası ve Üniversitelerde okutulan ortak zorunlu dersler; İngilizce, Beden Eğitimi, Türk Dili, İnkılap Tarihi de cabası. Haftada 32 saat ders. Üniversitede bu derslerin sayısı az sayılmaz. Hepsi tamam da şu Osmanlıca dersini merak ettim doğrusu. Osmanlı Türkçesi demek daha doğru olmaz mıydı? Dersler başlayınca hocalara ilk sorum bu olacak.
– Bu bölümde başarılı olmanın temel şartlarından biri olsa gerek. Bin yıllık geçmişe ait eserlerin okunması, anlaşılması için Osmanlı Türkçesini öğrenmek gerekiyor.
– Tamam, anladım da ders saati olarak çok fazla değil mi? Bu programa göre bizim hiç dinlenmeye, araştırma yapmaya, hatta ödev yapmaya bile zamanımız olmayacak gibi görünüyor. Kültür ve sanat etkinliklerine, sinema, tiyatro veya ders dışında bizim kütüphaneye bile zamanımız kalmaz bunca dersten sonra.
– Haklısın Semra. 12 Eylül rejimi Üniversitelerde kimsenin bir dakikasını bile boş bırakmak istememiş. Varsa yoksa derse gir çık diyorlar bize. Oysa spor yapmaya, dinlenmeye, sosyal ve kültürel etkinliklere katılmaya da zaman ayırmamız lâzım, ama nerde?
– Programa göre Yeni Türk Edebiyatına Giriş dersimiz olacak ama ondan önce danışmanımız kimmiş, onu öğrenelim. İkinci kattaki bölümümüzün ilan tahtasında yazıyordu. Haydi gidip bakalım.
Ağır adımlarla Orhan, Celal ve Süleyman olduğu hâlde ikinci kata çıktıklarında öğrenci listesinin beş gruba ayrıldığı, Osmanlıca derslerini de beş ayrı grup hâlinde alacaklarını anladılar. Orhan’ın akademik danışmanı Yard. Doç. Dr. Kayahan Erimer, Semra’nınki ise Doç. Dr. Cem Dilçin olarak yazıyordu listede. Osmanlıca dersinde Orhan, Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu’nun, Semra ise Doç. Dr. Mustafa Canpolat’ın grubunda görünüyordu. Kapılara bakarak Kayahan Beyin ve Cem Beyin odasını bulmaya koyuldular. Dediklerine göre, Cem Bey, sert tavırlı birisi olsa da içinde bir naiflik olan, herkesle diyalog kurmayan ama sevdiklerine tavrı müşfik, bunun yanı sıra intizamsız, dikkatsiz ve özensiz tiplere ise gıcık olduğunu, gayri ciddi karakterlerden hazzetmediğini muhatabına derhal yansıtan bir akademisyen olarak tanınıyormuş.
Bu ön bilgilere sahip olarak endişe içinde yöneldi ve koridorun sağdan üçüncü sırasındaki odada Cem Bey’in adını görünce hemen kapıyı çalıp içeri girdi Semra. Sert tavırlı, çatık kaşlı bir hocayla karşılaştı. Selam verdikten sonra:
– Affedersiniz Hocam. Ders alma işlemlerini yaptırıyorum da bir eksiğimiz var mı acaba? Kontrol eder misiniz? Danışmanımız olarak imzanızı atar mısınız?
– Aferin kızım! Hiçbir eksiğin yok. Bugün hatasız olarak ders alma formu dolduran ilk öğrenci olduğunu söylemek istiyorum. Başarılar dilerim.
– Teşekkür ederim Hocam. Bizim hangi derslerimize gireceksiniz acaba?
– Edebî Bilgiler ve Metin Şerhi derslerinde beraberiz.
– Çok teşekkür ederim Hocam. Müsaadenizle ben çıkayım. Hoşça kalın.
– Güle güle Semra.
Semra’yı dışarda bekleyen Orhan, Celal ve Süleyman merakla:
– Nasıl oldu? Neler konuştunuz? Bu adam pek sert karakterli diye konuşur arkadaşlarımız. Kızmaya bir bahane bulmadı mı?
– Gayet nazik karşıladı ama görünüşü çok ciddi. Orhan ve Celal, siz kendi danışmanınızı bulamadınız değil mi?
– Bu katta öyle bir isim yok. Acaba başka bir yerde mi odası? Kime soralım Süleyman?
– Arar buluruz. Merak etmeyin. Bugün nasıl olsa ders yok. İlk derse kadar işlemler tamamlanır. Siz de işinizi halletseniz iyi olur. Kafan rahatlar Orhan. Ben bugünün işini yarını bırakmam kardeş.
– Peki, hemen soralım şu kat görevlisine.
Kat görevlisi, Kayahan Beyin odasının giriş katın altındaki TÖMER ve Antropoloji Müzesinin olduğu yerde olduğunu söyledi. Gittikleri yerde çekik gözlü, zenci, Arap, Avrupalı değişik ırklardan insanlar vardı. Anlaşılan orada Türkçe öğreniyorlardı. Kayahan Bey’in odasını buldular ama odadaki diyalog çok ilginçti. Orhan’la Celal elindeki pelürlerle içeri girdiğinde Semra’yla Süleyman dışarıda bekliyorlardı. Orhan’ın tereddütlü girişi kafasını karıştırdı o an. “Bu adam doçente benzemiyor ama neyse soralım hadi!” dedi:
– Şey… Kayhan, Kayıhan, Kayahan Beyle görüşecektik. Hocanın adını karıştırdım galiba. Siz misiniz?
– Hayır! Kayahan Bey şu anda yok. Siz yabancı mısınız?
Celal ve Orhan birbirine bakıp biraz duraksadıktan sonra hemen Celal:
– Şey… Evet… Tabii yabancıyız.
– Şu yan tarafta TÖMER var, oraya gidip kaydınızı yaptırın. Şefika Hanım yardımcı olur.
Orhan hiç cevap vermeden şaşkın biçimde çıktı. Semra ile Süleyman’ın meraklı bakışları arasında ne diyeceğini bilemedi.
– “Şu yan taraftaki TÖMER’e gidin, kayıt yaptırın!” dedi adam.
– Aman, sizi yabancı uyruklu mu sandı yoksa?
– “Yabancı mısınız?” diye sordu. Celal de “Evet!” dedi ve çıktık.
Süleyman kahkahayla karşıladı bu durumu.
– Yahu kardeşim siz yabancı mısınız ki? Ne işiniz var TÖMER’de?
Celal de bu komik duruma:
– E ne yapalım? Ankaralı değiliz anlamında, buraların yabancısıyız düşüncesiyle evet dedim. Ayrıca hiç doçente de benzemiyor adam. Aman boş verin! Bugün tekrar gitmeyelim o kapıya!
Celal, Orhan ve Süleyman, Semra’yla vedalaşıp ayrıldılar. Daha sonra fakültede bilinmesi gereken yerlerin tamamını Süleyman’dan öğrenen Orhan’ın en çok ilgisini çeken yer kütüphane oldu. Çok değerli elyazması eserlerle binlerce tarihi kitabın bulunduğu kütüphanedeki koruma önlemlerinin ciddiyeti dikkatini çekmişti. Süleyman’la daha sonra aralarında iyi bir samimiyet başlamıştı. Taşova’ya bağlı Uluköy’den Ankara’ya gelen, güler yüzlü ve her hâlinden mütevazılığı belli olan Süleyman, Orhan’ın da çok iyi bildiği kendi topraklarının insanıydı. Onun fakülteye adım atar atmaz ilk tanıştığı öğrenci olmasına pek de hayret etmişti.
– Sekiz bin öğrencisi olan fakültenin bahçesinde ilk rastladığı insanın hemşerisi çıkması pek de rastlanır bir durum olmasa gerek. Süleyman kardeşim, Uluköy’ü biliyorum ben. Birkaç kez gittiğim kasabanızda liseden arkadaşım Salih ve Hasan vardı. Onları ziyaret etmiştim. Okuyan insanları çok diye anlatırlar. Hatta çocukluğumda hayal meyal hatırladığım köyümüzde öğretmenlik yaparken evimizde iki yıl kalan Nihat Özbilgin öğretmen de sizin Uluköy’dendi.
– Maşallah Orhan. Sen bizim Uluköy’ü benim kadar biliyorsun galiba…
– Galiba deme… Ellâm desene!
– Sen dilci olacaksın. İleride “ellâm” sözünün nerden çıktığını, nasıl oluştuğunu da öğrenirsin ve bize de anlatırsın değil mi?
– Lisedeki edebiyat hocam da bu fakülteden mezun olmuş. Muammer Turhan Hocamız bu sözün Allahualem (Allah bilir) kalıp sözünün galatı meşhur hâlidir demişti.
– Çok ilginç kardeşim… Sen fakülteye hazır gelmişsin.
– Senin tecrübenden faydalanarak daha iyi olmaya gayret edeceğim inşallah…
İlk ders çarşamba günü saat 9.30’da 105 numaralı amfide yapılacaktır. Ramazan Kaplan hocanın dersine herkes gelmiş. Çok kalabalık. Yeni kayıt olan 157 öğrenci, çok kalabalık. O yetmezmiş gibi üst sınıftayken başarısızlık nedeniyle tekrara kalan öğrencilerle amfi dopdoluydu. Herkes yanında oturanla tanışıyor. İlk ders heyecanıyla kalbi pır pır eden gençlerle doluydu Dil-Tarihin 105 numaralı en büyük dersliği. Ders saati geldi çattı. Hızlı adımlarla açık renk takım elbiseyle sınıfa gelen hoca hışımla:
– Susun bakalım! Biz eşekbaşı mıyız? Oturun yerlerinize!
Herkes öğrenciliğinin ilk dakikasında fena bir muameleye maruz kalmıştı. Hakikaten fena bir durumdu. Kızgın Hoca, bakımlı ve briyantinli saçlarıyla dikkat çekiyor, çok havalı biri olduğunu hissettiriyordu. Sözlerine yüksek sesle şöyle devam etti:
– Benim derslerimde ciddiyet isterim! Bir sorunuz varsa hemen sorun, yoksa derhal derse başlayacağım!
O kadar hışımla gelip bağırıp çağıran adama kimse soru sorar mı? diye düşünürken, sonradan adının Suat olduğunu öğrenilen öğrenci:
– Hocam, Yeni Türk Edebiyatına Giriş dersinde hangi ders kitaplarını kullanacağız? Hangi konuları işleyeceğiz?
– Yeni Türk Edebiyatı da nerden çıktı? Bizim dersimiz Farsça değil mi arkadaşlar?
Sınıfın tamamı birden:
– Hayır Hocam! Burası Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıfı!” dediklerinde Farsça hocasının sınıftan çıkışına değil, âdeta kısa metre koşucusu gibi hızla gidişine şahit olmuşlardı bütün öğrenciler. Çok kısa süre sonra sınıfa giren Ramazan Bey, işinin ehli, nur yüzlü, ciddi ve edebiyatı sevdiren biri olduğunu hissettirmişti.
İlk dersten sonra Orhan, danışmanı Kayahan hocayı nihayet bulmuştu. Bir gün önce odasında gördüğü hoca farklıydı. Kayahan Hoca ince yapılı, şen şakrak bir insandı. Orhan’ı TÖMER’e göndermeye çalışan hoca ince bıyıklı, alnı geniş, çenesi dar, beyaz tenli birisiydi. İşlemlerini yaptırdıktan sonra Öğrenci İşleri Müdürlüğüne gitti. Ders alma kartını verdiği memur, kayıt esnasında karşılaştığı Mehmet Bey:
– Orhancığım! Sen bu bölümü Türkiye birincisi olarak kazandığını biliyor musun?
– Hayır, nerden bileyim ki ağabey?
– ÖSYM’den gelen listeye göre en yüksek puan senin. Tebrik ederim, inşallah bölümü de başarıyla bitirirsin. Bu puanla başka fakülteleri de kazanabilirdin.
– Sağ ol Mehmet ağabey. Bu bölüm istediğim bölümdü. Çalışmaya ve başarılı olmaya gayret ederim.
***Fakültede derslerin yoğunluğu, ortama alışma, arkadaş çevresi oluşturma, ödevler vs. derken günlerin nasıl geçtiğini anlamak imkânsızdı. Orhan, üç arkadaşıyla kiralık bir evde yaşıyor, onların her biri farklı üç karakter olup farklı dünyaların yakın dostlarıydı. Orhan, derslere devama önem verse de onun evde de ödev yaptığını, ders çalıştığını gören de olmuyordu. Kitap okumak, gazete, dergi okumak onun vaz geçemeyeceği alışkanlıklar arasındaydı. Biraz sanat müziğine ilgisi olsa da güzel olan her müziği dinlerdi. Arkadaşları dönemin taverna ve arabesk şarkıcılarını şevkle dinlerken Orhan, klâsik Türk müziğinden hoşlanıyor, en büyük arzusu da para biriktirip klâsik Türk müziği aletlerinden birini, özellikle ut veya tambur almaktı. Bekâr evinde intizama, temizliğe azami dikkat ettiğini, bu hususta otoritesini ilk günden hissettirmişti. Kaldıkları daire, mahallenin en eski apartmanın bahçe katındaydı. Yaklaşık iki dönüm kadar da bahçesi bulunan eski Ankara apartmanlarının güzel bir örneğiydi. Ev sahibi Vural Bey, Sanayi Bakanlığında üst düzey bürokrattı; bazen kiranın yarısını iade ederek “Sizin ihtiyacınız daha çok bu paraya.” diyen gözü gönlü tok hayırsever bir kişiydi. Bazı komşular bekârların orada kalmasından rahatsız olsa da onları tanıyanlar kimseyi rahatsız edecek tavırları olmadığını görünce de selamlaşıp hâl hatır sorarlar; hatta onlara zaman zaman pişirdikleri yemeklerden ikram ederlerdi. Özellikle ramazan ayında oruç tuttuklarını anlayan bazı komşular iftara davet edip sahur için de yemek göndermeye başlamışlardı. Orta hâlli geleneksel aile yapısını koruyan, genellikle muhafazakâr ve milliyetçi görüşe mensup ailelerin yaşadığı Keçiören semtinin o yıllardaki genel karakterini yansıtan mahallede çokça şeyler yaşadılar. Bir gün apartman yöneticisi Yozgatlı Ramiz -kızlarını kıskandığından olsa gerek- gençleri toplayıp “Bir an önce burayı terk edin!” demek için hazırlanırken ne olduysa birdenbire iftar yemeğine davet etti. Orhan bu durumu fark edip sordu:
– Ramiz amca! Davet ederken tavrınız bambaşkaydı. Bizimle akşam bahçede görüşeceğinizi söylerken tavrınız sertti; korkuttunuz bizi. Şimdi ise birden kendimizi sizin iftar sofranızda bulduk. Hayırdır inşallah!
– Bak evladım. Ben uzun yıllar yokluklar içinde yaşayıp çalıştım çabaladım ve orta hâlli bir işçi oldum, bugünlere geldim. İlkokuldan sonra okuyamadım, okula gidenleri gördükçe imrenirdim. Giyimlerine, tavırlarına, konuşmalarına ve neşe içinde güle oynaya gezmelerine özenirdim. Sizinle bir bağ kurmak istedim ama onu beceremedim. Nasıl ve ne şekilde davranacağımı bilemedim. Sevgimi de nefretimi de anlatmakta sıkıntım oluyor. Kızlarımı sizden kıskandım, ama yengeniz Naciye, “Meral kızımın ödevlerine yardım ettiler, ders çalıştırdılar ve yavrumun derslerindeki başarısı arttı. Teşekkürnâme aldı kızımız bu çocuklar sayesinde.” dedi. Büyük kızımız Nuran ise okumak istedi ama okuyamadı, sizlerle yaşıt sayılır. Ona da münasip bir iş bulabilsek belki bahtı açılır. Biz cahil adamız. Duygularımızı anında anlatırsak ne âlâ, yoksa hep sert konuşup kalp kırarız. Mübarek ramazan ayının hürmetine davetimize geldiniz; sağ olun. Bundan sonra size kimse yan bakamaz burada.
– Ramiz amca… Davetiniz için biz teşekkür ederiz. Bizim kimseye zararımız olmaz, aksine faydamız olur. Bizim de ailemiz sizden farklı değil. Aynı toprağın insanıyız. Bizden yanlış bir hareket göremezsiniz. Bakın, bizim üstümüzde oturan Fevzi amcanın ikiz kızları var, selamlaşırız onlarla. Onlar da Üniversite öğrencisi. Bahçede oturup ders çalışırız. Bunda yanlışlık yok. Fakat çevrede cahiller olabilir, işte onlar yakıştırma yapabilir, sıkıntı çıkmasını istemeyiz.
– Fevzi ağabeyin bu ikizleri de son sınıfta öğrenci ama onlardan da önce yine kız ikizleri vardı. Birkaç yıl önce gelin olup gittiler. Adamcağızın iki hanımından da ikiz kızları oldu. Böylece dört kızı var. Cennetlik adam yahu…
Celal söze girerken biraz da heyecanlıydı. İnce tiz perdeden çıkan sesiyle:
– Fevzi amcamız eski Ankaragücü futbolcusuymuş, bize ara sıra anlatıyor. Çok hoşsohbet bir insan olduğunu gördük. Ramazan girdiğinden beri pek sakin görünüyor. Neden acaba?
– O, ramazan ayı haricinde her akşam kafayı çekmeden eve dönmez. Mübarek ayın hürmetine böyle sükûnet içinde duruyor.
– Geçenlerde burnu kanadı, kanama durmayınca Numune Hastanesine biz götürdük de kurtuldu. “Erkek evladım olmadı.” diye içiyorum demişti. Eve döndükten sonra bizden çok memnun olduğunu söyledi.
– Gençler! Allah orucunuzu kabul etsin. İnşallah uygun zamanda yine soframıza bekleriz.
Beklenmedik davetten mutlu bir şekilde ayrılan gençler, böylece yeni davetlere adım atıyordu. Türk insanının derunundakileri anlatması bile sorun. Kimisi söz ustasıdır, kimisi de “Ben çok güzel şeyler demek istiyorum ama anlatmaya söz bulamıyorum…”, der. Kimisi de doğru sözü yanlış zamanda, yanlış yerde söyler. Ramiz amcanın durumu aslında öyledir ve Ramiz amcalar hep vardır bu memlekette.
***Üniversite öğrenciliği pek de kolay geçmiyor Orhan için. Her öğrencinin derdi de başka, derdinin dermanı da başka. Kendi hâline şükrederken bir yandan da derslere eksiksiz devam ediyordu. Arada bir şehrin parklarına ve değişik semt ve mahallelerine gidip insan manzaralarını seyretmeyi seviyordu. Bir gün Ankara kalesine, başka bir gün Bahçelievler’e, bir hafta sonu Çankaya semtini gezdiyse, takip eden hafta Mamak’ta Boğaziçi Mahallesine gidiyordu. Ekonomik ve kültürel bakımdan farklı yerleri gezerken ülkenin değişik insan davranışlarına şahit oluyor ve böylece gözlemde bulunup kendince gelecekte sosyolojik yorumlar yapmak için birikim sağlıyordu. Arkadaşları bazen merak edip gerçekten niçin çok farklı yerleri geziyorsun, böylece ne elde etmek istiyorsun? diye soruyorlardı. Orhan’ın Ankara’daki eğitim hayatı yoğun geçse de zaten bu şehir içi gezilerini yaparken bedenen olmasa da zihnin ve ruhen dinleniyordu, en azından öyle hissediyordu. Kendisiyle musahabe hâlindeyken ummadık sözleri ve olayları hatırlıyordu. Orhan’ı ara sıra fakültede bazen de evinde ziyaret eden İlahiyat Fakültesi öğrencisi olan çocukluk arkadaşı Muzaffer de benzer yorumlar yaparken öyle demişti. Her zamanki gibi aralarında geçen bir konuşmada yaşamaktan maksat nedir ve hayattan ne anladıkları üzerine konuşurlarken Orhan Muzaffer’e:
– Yaşamak nedir sence?
– Yaşamak; hissetmektir. Hissetmediğinde “yoksun” demektir.
– Çok hissediyorsa insan ne yapmalı?
– Çok hissediyorsan, çok yoğun duygular yaşıyorsun demektir. Henüz derinlere gidecek ehliyete sahip değiliz. Bir gün elbet cevapsız sorulara kendimiz cevap veririz. Yine de cevap bulamazsak bilenleri aramakla geçer ömrümüz. Çok okumalıyız çok… Felsefe okumalıyız, düşünmeyi ve düşündüklerimizi anlatmayı öğrenmeliyiz. Henüz çok göğbaşız biz yani hamız kardeşim.
– Bir yanda varlık, bir yanda yokluk içinde bir hayat var bu şehirde. Özlemlerim var benim; bizim yörenin ifadesiyle bazı şeyleri pek göresidim vallahi.
– Nedir Orhan o göresidiğin şeyler?
– Adım attığımda her kapıdan aynı yağın, aynı aşın, aynı ekmeğin kokusu gelsin burnuma. Zenginle fakirin sofrasında çok fark olmasın. Ekmeğin, cevizli-haşhaşlı çöreğin kokusu ile kömüş yoğurdunun lezzetini göresidim.
– Azizim, sen geleceğe bak. Takılma bunlara… Bu şehirde ortak olan bir koku yok, kokular var; benzin, mazot, yakıt kokusudur. Kış gelince de berbat kömür ve is kokusudur. İster beğenirsin ister beğenmezsin. Bizim oraların çiğdem, menekşe ve nevruz çiçeklerinin, ardıç ağaçlarının kokusunu daha çok özleyeceksin.
– Tabiat yerine beton ve taş yapılar arasında bir de içindekileri düşünürsek vay hâlimize… Aslında yokluklar içinde büyük zenginliklere sahip olduğumuzu elbet bir gün daha fazla hissedeceğiz. O zaman köyümüzün ormanı, suyu, havası, dağı, taşı hissedildikçe yaşadığımızı da hissedeceğiz.
– Orhancığım! Nostalji diye bir kavram var, bu aralar moda oldu her konuşmada bu sözü kullanmak. Geçmişe özlem duygusu olarak ifade edersek herkesçe anlaşılır. Henüz genç bir üniversite öğrencisiyiz! Geçmişimiz ne kadar ki? Şimdilik geleceğe bakalım geleceğe…
Ders çalışmaktan başka ilgi alanı bulamayan Celal ise babasının yaşadığı sıkıntıları hissettirmemeye çalışsa da derdini paylaşacağı tek kişi Orhan’dı. Liseyi de devlet parasız yatılı öğrencisi olarak birlikte okumuşlardı. Kader birliği yapıp imkânlar çerçevesinde yine beraber okuma gayretindeydiler. Hemşerisi Ali Şakir, Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Arada bir konuşmaları, ziyaretleri Celal’i rahatlatsa da hafakanların bastığı anlarda içindekileri döktükçe döküyordu sabahlara kadar… Sınıfta yeni arkadaşlar edinse de bu devamlılık arz etmiyor ya hep ya hiç anlayışıyla uç noktalarda dolaşıyordu. Ev arkadaşlarından Recai’yle Faruk evde misafir gibiydiler, bazen sadece yatmaya geliyorlardı. Araştırma ödevleri için ilk başvurdukları Celal oluyordu. Yedi çocuklu ablasının yanında ikamet eden Aksaraylı Yücel de evin müdavimlerinden biri olup ders çalışmada, görev ve sorumluluk almada ideal öğrenci tipine sahip görünüyordu. Hamza Bey, sınıf başkanı olduğundan beri mümessil diye hitap ettiği için herkes de ona mümessil diyordu. Kalabalık sınıftan bazıları adının Yücel olduğunu bilmezlerdi. Yücel’in ziyaretleri evi kütüphane havasına sokuyor, Hakan’ın ziyaretleri ise şenlendiriyordu. Evdeki en güler yüzlü adam Orhan olsa da içinde yanan ateşi ve derunundakileri kimse bilmezdi. Arada sırada elektrik kesintisi olduğunda şarkılı türkülü geceler yaşanıyor, elektrik varken gürültü yapıyorsunuz diye onları arada bir uyaran üst kattaki komşu Hatice teyze de pek memnun kalıyordu. Torunu Sancar’ı gönderip türkü isteklerinde bulunması da pek hoş geliyordu gençlere. “Gesi bağlarında dolanıyorum” türküsünü rahmetli kocasına ithafen istediğini söylerdi bazen.
Semra, Orhan’la teneffüslerde bazen derslerde aynı sıraya oturarak günlük olağan öğrencilik hayatına dair konularla sınırlı konularda konuşuyor, Orhan’dan da dolayısıyla benzer içerikte cevap alıyordu. Derslerdeki tartışmalara girmiyordu, sadece dinleyip her zamanki gibi gözlemci tavrını sürdürüyordu. Aynı tavrın Orhan’da da olduğunu fark etmişti. Tartışmalar genellikle dilde sadeleştirme konusunda üstü örtülü biçimde siyasi düşüncelere endeksli yapılıyordu. Bilimsel gerçeklerin yerini siyasî ve ideolojik yaklaşımların bastırmasından rahatsızlardı. Yine hararetli bir tartışmanın yapıldığı Türkiye Türkçesi dersinden sonra Semra, Orhan’a kütüphanenin önünde biraz sohbet etmek istediğini söyledi:
– Tamam, ama fazla zamanım yok.
– Seninle ciddi konularda konuşmak için randevu mu almak lâzım?
Orhan’ın hiç beklemediği bir tavırdı bu. Biraz da kız arkadaşlarıyla hep mesafeli konuşmaya alışmış olan bir gencin Semra’ya cevabı son derece nazik oldu.
– Estağfurullah Semra. Hadi öyleyse, vaktimizi değerlendirelim.
– Zamanım yok diyerek başladın söze de onun için dedim.
– Millî Kütüphaneye gideceğim, orada aradığım kitapları bulurum.
– Millî Kütüphane 24 saat açık. Sen ilk kez gideceksin galiba. Millî Kütüphane yerinde durur, kaçmaz.
– Tamam tamam. İyi de neden kütüphanenin önünde oturalım ki? Kantine gitsek olmaz mı?
– Sigara dumanından çok rahatsız oluyorum. Üstüm başım kokuyor. Eve gittiğimde babam “Sigara mı içmeye başladın yoksa kızım?” diyor bana. Bir gün eğitim kurumlarının bütün alanlarında sigara içilmesini yasak ederler de kurtuluruz şu meretin ziyanından.
– Haklısın, aslında ben de kantine pek gitmek istemem ama bir çay içmek istedi canım.
– Çayı başka bir gün içeriz. Dışarda nezih yerler var. Sigarasız, içkisiz, oyunsuz yerler. Sadece okumaya, yemek yemeye, çay içmeye ve sohbet etmeye uygun mekânlar var.
– Gerçek bir kıraathane desene! Sahiden Ankara’da öyle yerler var mı?