
Полная версия
Süzge Hanım Bozok Güzeli
Gençlik kendi dediğini yaptırmadan bırakır mı hiç? Süzge, sarayına göçtükten sonra orayı güzelleştirme işine büyük bir istekle girişti. Han’ın kendisine hizmet etmesi için seçtiği baş serdar aracılığıyla ülkelerden nice samur, sansar, tilki gibi hayvanların kıymetli kürklerini, Buhara’dan gelen kervandan değerli kumaş, pahalı eşyaları özenle seçip aldırttı. Kendi güzelliği şöyle dursun, yardımcıları ve hizmetçilerine kadar son derece şık giydirdi. Sarayındaki herkesin saraya layık izzete, edebe, kibarlığa sahip olarak kusursuz hizmet sunmalarına özen gösterdi. Büyük hanım, Süzge’nin eski yardımsever hizmetçisinin onunla birlikte gitmesine izin vermeyerek genç bir hizmetçi göndermişti. O, Süzge’nin otağının kapısında beklemeyi bu hizmetçiye emretmişe benziyordu. Süzge bu yeni hizmetçinin büyük sarayın “buradaki gözü, kulağı” olduğunu keskin zekâsıyla hemen anlamıştı. “Kendisi bilir, kapımda bekçilik yapacaksa yapsın!” Hatta Süzge eskisinden de çok gülüp oynamaya başlamıştı.
Küçük hanımın sarayı kısa zamanda güzelleşti. İçine girince insanın çıkası gelmiyordu. Her eşya kendine uygun yeri bulmuş, her şey birbiriyle uyum içinde yerleşmişti. Büyük saraydaki zenginlik ile saltanatın ağırlığından oluşan mağrur gösteriş yoktu burada. Aksine gençlik rüzgârı esermiş gibi bir hafiflik vardı bu sarayda. Süzge kendisi de huzur bulmuş ağırbaşlı bir hanım olmuştu. Sarayının idaresi kendi elindeydi.
Sarayın her yerindeki küçük havuzlardaki fıskiyeler havaya su saçıyordu. Bu su damlaları dans etmeye başladığında, gökyüzünden gümüş paralar yağıyormuş gibi yakut damlalar gün ışığı altında âdeta oyun oynuyordu. Her bir damlacık çeşitli renklerde göz kamaştırıyor, sonra topluca yere dökülüyordu. Şırıl şırıl hızla akan dere de insanın gönlüne dokunuyor, sesiyle hoş bir hava veriyordu. İnsan onun sesini dinlemekten hiç bıkmazdı.
Süzge etrafına gencecik delikanlılar ile genç dansçı kızları topladı. Saraya gençliğe özgü görünüşü ve güzelliği katan da bunlardı. Han, uçsuz bucaksız ülkedeki, bu da yetmezmiş gibi saraydaki bitmek tükenmek bilmeyen çekişmeden yorulup buraya geldiğinde huri kızları gibi güzel dansçılar etrafında fır fır dönüyor, bir müddet onun gönlünü hoş ediyordu. Genç bedenlerin güzelliği ve hoş davranışların cazibesine kapılan Han’a onlar büyük bir zevk yaşatıyorlardı.
Süzge, Han’ın gireceği otağına kimseyi yaklaştırmıyordu. İnsanoğlu şöyle dursun, orada tek bir sinek bile uçurmuyordu. Otağını daima meraklı gözlerden gizli tutuyordu. Onun yaratılış özelliği olsa gerek, o, otağına bir kuş yuvası gibi sıcaklık verebilmişti.
Süzge, Han’ı onun sarayında kısa kalsa bile kartal gibi güçlenip, kanatlanıp, dinlenmiş at gibi dinç döneceğini kadın sezgisiyle önceden tahmin etmişe benziyordu. Han’ına yaptığı özel muamele ve hürmet onların aralarını eskisinden daha da yakınlaştırmıştı. Süzge konusunda yanılmadığını Han da anlamıştı. Han, Süzge’nin sarayına sadece kocalık vazifesini yerine getirmek için gelmiyordu. Aksine bu dünyadaki eşsiz gün ışığım buradaymış meğer der gibi, büyük bir istekle can yoldaşı, gönül dayanağı, bir teselli arayarak geliyor gibiydi. Han’ın gelişleri sıklaşmıştı. Süzge’nin de gün geçtikçe yüzüne renk gelmiş, güzelleşmişti. O, tam bir hanıma özgü görünüşe bürünmeye başlamıştı.
Süzge’nin değişmesiyle sarayı da güzelleşip gelişmeye başladı. Sarayı kaleye, kalesi şehre dönüştü. Küçük şehir kendince bir hayat sürüyor, güzel günler geçirip gidiyordu. Büyük saraydaki dedikodular Süzge’nin sarayına hiç gelmiyordu. Gelse bile belki de yedi kulaç duvardan geçemiyor, uçsuz bucaksız bozkırda kaybolup gidiyordu. Ara sıra duvarı aşıp içeri giren dedikodular olsa da Süzge onları hiç umursamıyordu bile. Eski çekingenliğini bırakmıştı, rahatça, gönlüne göre özgürce yaşayıp gidiyordu. Canı isterse şehir dışına çıkıp yaren kızlarıyla Ertis boyunda gemiyle geziyordu. Ormanda, vadide atla dolaşıyordu. Tabiatı seyrediyordu. Çam ağacından çam ağacına zıplayan kıvrık kuyruklu, kızıl kulaklı küçücük gri sincabın hareketlerini seyretmeyi seviyordu. Sincapla yarışarak palamut topluyordu. Süzge’nin kimselere benzemeyen kendine has eğlenceleri vardı.
Şimdiyse gönlünde kuşku vardı. Bu zamana kadar doğru bildikleri yanlış mıydı acaba? Tekrar tekrar “Büyük saraydan ayrılmam kibirlilik mi oldu?” diye düşündü.
Hemen kendini toparladı. Yine gönlünü rahatlatacak, ona sabır verecek bir delil arar gibiydi. Fakat düşünceleri rahat vermiyordu. Sonunda bulmuştu. Neden aklına gelmemişti? Bu dünyadaki tek dayanağı Han’ı vardı ya işte! Uzakta olsa da gönlünün çaresi oydu. Han’ı onu burada unutacak değildi ya! Ancak, halkın başına gelen felaketten fırsat bulamıyordur…
Süzge yerinden hızla kalkıp seccadesini serdi. Kıbleye dönerek diz çöktü. Bugün kaçıncı defa olduğunu bilmiyordu, Yaradan’a yalvarmaya başladı. Yurdun sahibi, koruyucusu, Han’ının sağlığını dileyerek dua etti. Büyük sarayın yıkılmamasını diledi. Büyük hanımların kendisine yaptığı eziyetler sanki döktüğü gözyaşlarıyla akıp gitmiş gibiydi. Süzge’nin içinde şimdi en ufak bir kin ve nefret yoktu. Yaradan’dan onları affetmesini diledi. Kendi içindeki rekabet ateşini söndürdü, ilk defa Han’ın bütün hanımlarının, çocuklarının iyiliğini diledi. Yaradan kimin ak kimin kara olduğunu kendisi bilirdi. Tanrı’nın herkes için verdiği bir hüküm vardır herhalde. Kimse bundan kurtulamaz. Süzge, kendi yaptığı yanlışları, kibirliliği için ve kimi zaman gönlüne kötülük girdiği anlar olmuşsa bütün bunlar için Hak Taala’dan kendisini affetmesini dileyip uzun uzun dua etti.
Bundan sonra rahatladığını hissetti, oturduğu yerden kalkıp yatağına yattı.
Tan atmadan evvel bir düş gördü. Daha önce gezmeye çıktığında birdenbire gözünün önünde bir serap gibi beliren yüksek tepesinin zirvesindeydi. Dolunay vaktiydi. Yusyuvarlak ay hemen başının üstünde, sanki eliyle dokunacakmış gibi duruyordu. Ayın gümüş ışıkları etrafı süt gibi bembeyaz, ışıl ışıl yapmıştı. Dolunay altında bembeyaz bir kurt köpeği görünüyordu. Süzge’nin önüne gelip biraz uzağında oturarak uzun uzun Süzge’ye baktı. Gözleri tıpkı bir insanın gözlerini andırıyordu. Sanki daha önce gördüğü birine benziyordu. Süzge ondan korkmak yerine ona yaklaşmak istedi. O sırada nereden çıktığı bilinmeyen kapkara bir kurt ona doğru yöneldi. O zaman beyaz kurt köpeği atılarak deminki canavarla boğuşmaya başladı. Hırlıyor, kızgınlıkla soluyarak boğuşuyordu. Birinin kaçıp ötekinin kovaladığı ak ile karanın çarpıştığı büyük bir savaş başlamıştı. Süzge’nin düşünde onlar üç gün üç gece savaşmışlardı. İyice yorulup kan kaybettiği sırada can havliyle ak kurt köpeğinin azı dişi kara kurdun boğazına saplandı. Boğazından yaralanan kara kurt sarsılıp yavaşça sendeleyerek yere yığıldı. Kanı su gibi akan ak kurt köpeği de aksayarak gözden kayboldu. “Eh, iyi köpek ölüsünü göstermez.” derlerdi. Bu kurt köpeği de öyle yaptı diye düşündü Süzge. Az evvel gökyüzündeki ay tıpkı sarı bakır bir tabak gibi eriyip daha sonra kor gibi kızararak kayboluyordu. O sırada Süzge sanki kendi üzerine soğuk bir nesne düşmüş gibi hissetti. Canavarın soğuk bedeni üzerindeymiş gibi hissederek korkuyla çığlık atıp uyandı. Düş mü gerçek mi olduğunu anlayamadı. Kalbi güm güm atıyordu, bir süre kendisine gelemedi. Soğuk bir şey hâlâ bedeninin üzerinde yatıyor gibiydi. Eliyle göğsünü yokladı. Başucunda duvarda asılı duran Han’ının kınındaki altın saplı elmas kaması göğsünün üzerindeydi. Süzge nefes nefeseydi ve ter içinde kalmıştı. Galiba gördüğü düşün içindeymişçesine bu hâle gelmişti. O sırada duvarda asılı duran kamaya eli çarpmış olmalıydı.
Demin yaşadıklarının düş olduğunu bilmesine rağmen uzun bir süre etkisinden kurtulamadı. Ertesi gün yaşlı kadınlardan birine anlatıp yorumlatmaya cesaret edemedi. Olumsuz bir şeyler duymaktan korktu. “Köpek, yedi hazineden biridir.” derlerdi ya. Büyük savaşın ak kurt köpeğinin galibiyetiyle sonuçlanmasını iyiye yordu. “Evet, Yüce Yaradan’ım, gördüğüm düş şerre işaretse ondan da senin yüceliğine sığınıyorum.”
Yavaşça kapı tıkırdar gibi oldu. Kapıda bekçilik yapan kadın baş serdarın saraya geldiğini haber verdi. İyi bir haber duyacakmışçasına kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Sevinerek yerinden hızlıca kalktı.
“Misafir odasında beklesin.” deyip kılık kıyafetini kontrol etti, başörtüsünü düzeltti. Kendisine bir çekidüzen verip çevik adımlarla odasından çıktı. Misafir odasının kapısından içeri girdi, ipek perde arkasındaki yumuşak minderine oturdu. İnce perdeden serdarın yüzü net görünüyordu. Serdarın yüzü kapkara olmuştu, kaşları çatıktı. Eskisine nazaran epeyce yaşlanmış gibiydi, hatta boyu da küçülmüşe benziyordu. Hanım, serdarın yüz ifadesinden onun ne diyeceğini tahmin edemedi. Fakat olumsuz bir haber getirdiği anlaşılıyordu. Daha fazla sabredemeyerek hafif bir öksürükle kendisinin serdarı dinlemeye hazır olduğunu işaret etti.
Baş serdar yerinden kalkıp perdeye yaklaştı, diz çöküp oturdu. Başını eğerek hanıma selam verdi.
“Allah size yâr olsun hanım!”
“İyi günler bey!
“Hanım uygunsuz zamanda huzurunuzu kaçırdığım için özür dilerim. Han sarayından kötü haber aldık.” deyip biraz durakladı. Süzge’nin içi burkuldu. Han’ım sağ olsa bari diye düşündü hemen.
“İsker’i hanlık askerleri günlerdir gecelerdir korusalar da ellerinde tutmayı başaramamışlar. Han büyük sarayını alıp iç bölgelere doğru göçmeye mecbur kalmış. Düşmandan korunma amacıyla sarayını yabancıların ayak basmadıkları bölgelere götürüp yeniden kurmayı planlıyor. Orada yeniden kuvvetlenip ordusuyla tekrar geleceğe benziyor.”
Bunu duyan Süzge “Ya biz? Biz ne olacağız?” diye düşünse de dili bağlanmış gibi hiç konuşmadı. Hiçbir şey belli etmeden serdarın konuşmasını bitirmesini bekledi. Fakat o, ben diyeceklerimi dedim der gibi başını öne eğerek sessizce oturdu. Eyvah! Han’ı Süzge hakkında hiçbir şey dememiş miydi? Serdar bir şey söylemediğine göre öyleydi herhalde…
Sessizlik biraz sürdü. Süzge kendi kendine düşüncelere dalmıştı. “Bu nasıl olur?” Birden ne diyeceğini de ne düşüneceğini de bilemedi. Hatta bir şey düşünecek durumda bile değildi.
Süzge’nin ne yapacağını şaşırmış, çaresiz halini anlamışa benzeyen baş serdarın sesi cesur ve kendinden emin çıktı.
“Endişelenmeyin hanım. Han’ımızın iç bölgelerden kuvvet toplayıp geri geleceği kesin. Sarayının yerini kâfirlerin elinde bırakıp onları orada rahat gezdirmez. Ne yapıp edip İsker’e geri gelecek. Siz fazla üzülmeyiniz. Bize, güvenliği arttırıp biraz dayanın demiş. Zalim düşmana lazım olan han sarayıymış galiba. Şimdi onu alıp sevinerek kutlama yapıyorlarmış herhalde. Bizim küçük kalemize gelmezler. Gelse bile, Tanrı yardımcımız olsun karşı dururuz. O zamana kadar Han’dan da yardıma ordu gelir. Ümidimizi kesmeyelim.”
“İnşallah dediğiniz gibi olur bey! Han’ım bizim gibi korumasız insanı yâd elinde bırakmaz. Sonuçta kendisinin sağ olduğu doğru ya…”
“Elbette hanım, elbette.” Serdar bunu söyledikten sonra hızlıca kalkıp geri geri adımlayarak çıkıp gitti.
Süzge Hanım öylece kalakaldı. Üzerine sanki dağlar devrilmişti. Han’ının bu işini neye yoracağını da ne düşüneceğini de bilememişti. Bütün çareleri tükenmişti. Han’ın ona bir haberci göndermeden büyük sarayı alıp göçmesine inanmak istemiyordu. İnanmayayım dese nasıl inanmayacaktı, işte kendi kulaklarıyla duymuştu. Nasıl inanmayacaktı? Bu beklenmedik habere çok üzüldü, kederlendi, ağladı…
İçindeki sönmeye başlayan rekabet ateşi tekrar alevlendi, içini yakıp kavururcasına canını acıtmaya başladı. Han’ı, kendisine göndermeyen büyük hanımların işi mi acaba diye tahminde bulundu. Onlar Süzge’ye “Haydi zavallı! Yâd elinde kal öylece!” diyerek gidiyorlarmış gibi geldi. Yüreği sızladı, vücudunu bir halsizlik sarmaya başladı. Üç defa çabalayarak yerinden doğruldu. Âdeta sürünerek otağına zor gitti. Gelir gelmez kendini yatağına attı, kıpırdamadan uzun süre yattı. Darmadağın olmuştu. Bir taraftan iyi şeyler düşünüp gönlünü rahatlatmak istese de diğer taraftan düşünceleri buna izin vermiyordu. Bin bir türlü düşünce kafasını karıştırıyordu. Kendisinin yalnızlığını iyice anlamıştı.
Nice çocuğu bağrına basıp büyüten büyük hanımların yanında bu dermansızmış meğer. Azıcık gücü olsaymış keşke? Han’ından iyi kötü bir çocuğu olsaydı Han Süzge için olmasa bile kendi kanından olan neslini ejderhanın ağzına bırakmamak için gelirdi…
Süzge’nin aklına neler gelmiyordu ki… Çocuğunun olmaması bugün canını acıtmış gibiydi. Meğer Han’ın her sene çocuk doğuran hanımları ne kadar şanslıymış. Süzge bugün bunu anlamıştı. Onların kıymetli oluşları doğaldı. Onlar arasında başkalarına nazaran, Süzge ile iyi geçinmek isteyenler de vardı. Büyük hanım bakışlarını başka yana döndürür döndürmez onlar Süzge’ye gelir, Süzge’nin tarafında olurlardı. Bunlardan birinin Altınay adlı kızını Süzge Hanım çok severdi. Süzge Altınay’ı evlat edinmek düşüncesiyle onu ne kadar çok istese de anası büyük hanımdan çekinmişti. Büyük hanım olumsuz tavrından vazgeçmemişti. Çocuğu vermek şöyle dursun, Süzge’nin yanına yaklaştırmamaya çalışırdı. Evlatlık vermeye vermiyordu da hiç olmazsa bazen alıp oynamasına izin verseydi bari… Ona da izin vermiyordu. İnsanın kendi çocuğu olmayınca başkasından çocuk istemek boşunaymış…
Süzge iyice çökmüştü. Güzelliği, gençliği, Han’ına olan saf duyguları zor anında hiçbir değeri olmayan, boş bir yalan ve geçici heves gibi görünüyordu şimdi ona. Han’ın nezdinde hiçbir değeri yok muydu? O, Han için bir çocuğun severek oynadığı, oynayıp oynayıp sıkılınca bir kenara attığı güzel bir oyuncakmış meğer. Arada sırada gelip eğlendiği bir oyuncak. Evet, evet! Meğer yalnızca kendisi gençliğin toyluğuyla Han’ın bir anlık şefkati ile merhametini gerçek bir duygu zannetmiş. Han’ın sadece bir sarayı ile sayılı gecelerinde geçici hakkı olan genç bir nefesmiş. Bundan daha fazla hiçbir şeye heveslenme, hiçbir şeyi isteme… Göçtüğü yurtta tek başına kalması bunun göstergesi değil mi? O, bunu nasıl anlamamıştı? Bu kadar kör olunur muydu?
Zor günler geldiğinde onun halini düşünen kimse kalmamış mıydı? “Estağfurullah! Ben ne düşünüyorum? Han’ımın kendisinden kesin bir haber olmadan niye bu kadar karamsarlığa düşüyorum? Han asker toplayıp tekrar geri dönecek demedi mi? Han, büyük sarayı kutlu mekândan taşıdığına göre gelen düşman güçlüye benziyor. Yurda düşmanın saldırdığı, hanlığın tehlikede olduğu zor dönemde nasıl böyle düşünür? Hanlığı yıkılıp ordusu yenilmekteyken hanlığını kurtarmak yerine, küçük hanımım, sevgilim kaldı diye nasıl geri dönsün? Buna fırsatı bile olmamıştır.” Han’ı hakkında hiç kötü düşünmek istemiyordu. Büyük sarayı yabancının ayak basamayacağı, tehlikeden uzak bir yere yerleştirdikten sonra geri geleceği kesindi. “Yaradan yardımcısı olsun!”
Bu düşünceden sonra gönlü biraz da olsa sakinleşmiş gibiydi. O, artık Han’ının büyük sarayını eskisi gibi huzurlu bir yere kurmasını gece gündüz Tanrı’dan dilemeye başlamıştı. Başka bir çaresi de kalmamıştı. Han’ı sağ olursa er ya da geç geri geleceği kesindi. Buna bütün yüreğiyle inanıyordu. O güne kadar, şu yakına gelip bayram etmekte olan kâfirin kötülüğünden Allah korusun!
Süzge Hanım bu düşünce ile kaç gün kaç gece geçirdi bilmiyordu. Artık gün hesabını karıştırmaya başlamıştı. Bir birinden farksız günlerin her biri âdeta bir yıla denk kederle dolu gibiydi. Han’dan haber gelmiyordu. Han’dan umudunu kesmese de bazen ümitsizliğe düştüğü oluyordu. Öyle anlarda aklına neler neler geliyordu. Yanında sırrını açıp rahatça derdini dökeceği bir sırdaşının olmaması canını acıtıyordu. Hanım olarak kime gidip derdini anlatabilirdi? Yalnızlık derdi hiç geçmiyordu. Yalnızlık. Yalnızlık, belki de bunun bir devası yoktur…
Bu sırada İsker şehrini alıp muratlarına ermiş cellâtlar han sarayında gönüllerince dolaşıp büyük bir eğlence yapıyorlardı. Sevinç naraları uzaklara kadar duyulan toy uzun sürdü. Küçüm Han’ın yurdunda kalan bütün zenginliği birkaç gün içinde acımasızca yağmalandı. Geride kalan ne varsa talan edilip mahvoldu. İstedikleri gibi eğlendiler, bolca içmeye başladılar. Günü güne, geceyi geceye katıp haftalarca içtiler. Ataman Yermak bir gün hiddetlendi, sarhoş askerlerini kendilerine gelmesi için uyardı. Ataman Yermak şehri ele geçirse de Han’ı ellerinden kaçırdığı için hâlâ kızgındı. Çatacak birini arıyordu.
“Ne bu, Küçüm Han’ı yenmiş gibi kutlama yapıyorsunuz? Bu kadar içmek yeter! Aklınızı başınıza toplayın! Hepiniz başıbozuksunuz. Sizi yeter ki yiyip içmeye göndersinler… Ataman Groza askerlerini topla! Ertis boyunda Han’ın küçük sarayı var diyorlar. O kaleye saldıracaksın! Han’ın insanların gözünden ırakta, perde içinde tuttuğu Süzge adlı eşsiz güzellikte genç bir hanımı varmış. O güzeli buraya getireceksin! Çar’a bundan güzel hediye olmaz. Ben kendim kalan askerlerle birlikte tecrübeli bozkurt Küçüm’ün peşinden gideceğim. Artık benden kaçıp kurtulamayacak, hile yapamayacak.” diye kızarak askerlerine öfkelendi. Meşhur hunhar Ataman Groza Süzgin’e gitmek için hazırlık yaptı.
Kaderlerinin onlara yapacağı bu sürprizden korumasız Süzge Hanım da onun halkı da habersizdi. Yine de Süz-ge, sonradan pişman olmamak için sarayı kaleye çevirmiş, kalenin güvenliğini arttırmıştı. Süzgin’i koruyacak asker sayısı Ataman Groza askerlerinden oldukça azdı. Kalenin konumunun düşmanın kolaylıkla ulaşamayacağı biçimde korunmaya elverişli olması onları avutuyordu.
Bu durum kaleyi inşa edenlerin en başta akıllıca düşündüğü bir şeydi. Ertis’in kıvrıldığı yerde büyük uçurumu olan yüksek bir tepede yapılmıştı. Nehir yatağı buraya geldiğinde incelip dalgalanarak köpük saçıyordu. Şehrin iki tarafından akıntısı sert olan Ertis dolaşarak akardı. Güçlü akıntıyı aşıp onun yüksek uçurumundan tırmanmak zor işti. Şehrin ön tarafı eğimli düzlüktü. Ön tarafa yüksek duvar çevrilmişti, az ilerisine atlı bir adamın sıçrayıp geçemeyeceği kadar derinlikte hendek kazılmıştı. Hendekten tırmanarak çıksalar bile dik duvara geldiklerinde ayakları kayarak geri hendeğe düşerlerdi. Kaleye girebilecekleri tek kapı kapalıydı. İçeriden de dışarıdan da korunuyordu. Kalenin her köşesindeki bekçi kulelerinde her zaman bekçi bulunuyordu.
Süzge Hanım şimdi hepten yalnızdı. Ara sıra sarayı gezerek havuzu izleyip dinlenmeyi de bırakmıştı. Hizmetçilerini de yardımcılarını da çok çağırmıyordu. Çağırsa da onların bunun ağzından çıkacak tek bir söze bel bağlıyor olmaları onun içini acıtıyordu. Onlar herhangi bir sıcak söz, iyi haber duymak istiyorlardı. Oysa Süzge onlara ne diyebilirdi? Bir de kendi çaresizliğini başkalarının görmesini de istemiyordu. Han’ın onu burada bıraktığını zaten herkes biliyordu. O, saray halkının önünde kendini suçlu gibi hissediyordu. Onlar karşısında bu suçluluk duygusu nedeniyle çekiniyor, kendisini küçük düşmüş hissediyordu.
Gün boyunca hiç görünmeyen kapıdaki görevli kadın içeri girip “Baş Serdar yanında Muhamedkul şehzade ile birlikte geldiler.” dedi.
Muhamedkul’un adını duyunca kalbi aniden hızla çarpmaya başladı, yüreğine bir sancı saplanır gibi oldu. “Niye geldi acaba?” O, hemen yerinden kalktı. Hanıma has ağırbaşlılığını kaybedip hoppa bir insan gibi uçarılık ettiği için kendi davranışından kendisi utandı. Süzge’nin sarayına onun izinsiz gelmemesi gerekirdi. O, ne zamandan beri böyle bir nezaketsiz davranışı yapar olmuştu? Başka zaman olsaydı Süzge “Bu ne hadsizlik?” deyip öfkelenirdi. Dışarıdan gelecek bir habere muhtaç oldukları şu anda onun gelmesi, düşününce, abes gibi gelmiyordu. Hatta Süzge onun gelişine sevinmişti bile. Yoksa Han’ı mı gönderdi? Niye başka birini değil, Muhamedkul’u göndermiş olsun? Saraydakilerin bunu sınamak için düşündükleri bir hainlik olmasın? Han’ının başına bir kötülük gelmemiştir inşallah! Bunu düşününce kahrolası kalbi tekrar hızla çarpmaya başladı.
Hizmetçi kadın hafifçe öksürüp bir şey der gibi oldu. Onun hâlâ cevap beklemekte olduğunu Süzge o an fark etti.
“Misafir odasına alın.”
Haberci dudağını ısırıp başını öne eğerek geri geri odadan çıktı. Süzge onun yüzündeki imalı gülüşü fark etmişti. “Sırrın belli oldu.” dercesine gülümsüyordu. Eski dedikodular hâlâ unutulmamış mıydı? Şaşırdığımı tecrübeli kadın fark etti diye bir, Muhamedkul adını duyunca içinde tuhaf bir duygunun belirdiği için iki kere irkildi. Niye böyle heyecanlandığına kendisi de şaşırmıştı.
Koşarak aynanın önüne gitti. Kıyafetini değiştirdi. Saçlarını taradı, süslendi. Birkaç günden beri hiç bakmadığı üstünü başını düzeltmeye başladı. Niye böyle yapmakta olduğunu kendisi de anlamıyordu. Ayna önünde her zamankinden daha uzun kaldı. Kendisine iyice çeki düzen verip şakaklarında açıkta kalan saçlarını başörtüsüyle iyice kapattı. Kendi görüntüsünün istediği gibi olduğuna emin olunca kapıya doğru yöneldi. Heyecanı bir kenara bırakıp sakinleşti. Belli belirsiz bir sevinç kıvılcımı damarlarında dolaşıyordu, sanki sevinçten uçar gibiydi. “Bu neyin belirtisiydi? Allah’ım sonu hayır olur inşallah…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Ölüara: Kazakçada eski ay ile yeni ayın değiştiği anı ifade eder ve bu vakit zifiri karanlık olur.