bannerbanner
Marguva
Marguva

Полная версия

Marguva

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

Marguva o kısa kursu tamamladıktan sonra eğitim konusuyla hiç ilgilenmedi, buna ihtiyaç da duymadı. Onun için enstitü de üniversite de kocasının ona alıp getirdiği kitaplar olmuştu. Geriye kalan her şeyi ona, hayatın kendisi öğretti.

Mukan’ın öğrenci bursunun yattığı günlerde pazara gidip gerekli ihtiyaçlarını alıyordu. Marguva kendi imkanları dahilde muhteşem sofra kuran bir ev hanımıydı. Bazen varlık, bazen yokluk içinde, bazen aç, bazen tok yaşayıp kocası eğitimini devam ettirdi. Hiçbir dertleri tasaları yoktu, yarınlara umutla bakıyorlardı. Geleceklerinin aydınlık olacağı gün gibi açıktı. Bu konuda en ufak şüpheleri yoktu, her şey apaçık ortada görünüyordu.

Marguva evlendikten sonra memleketlerindeyken bazen Mukan ile tek başına nasıl yaşayacağını düşünüyordu. Oysa şimdi sabah erkenden giden kocasını neredeyse akşama kadar özlüyordu. Kocasının ona bağlılığı da bambaşkaydı, o da ona karşı büyük bir sevgi besliyordu. Sevdiğinin, yok yok, sevenlerin birbirlerine sevgi ve sadakatleri gerçek olduktan sonra bir insan hayatta başka ne isterdi ki… Özellikle de bir kadın. Mukan’ın ona olan sevgi ve sadakatini düşündüğünde bütün sorunlar geride kalıyordu. Gelecekte onları yalnız ve yalnız güzellikler bekliyordu.

Mukan enstitüyü bitirmek üzereydi. O yıl ilk çocuğu Kaysar dünyaya geldi. Enstitüyü bitirmek üzere olan kocasına Marguva nur topu gibi bir oğlan hediye etti. Bundan daha büyük bir hediye olabilir mi? Mutluluklarının tarifi yoktu. Marguva’nın o yıllarda mutluluktan burnu havalarda değil miydi? Hey gidi gençlik hey! Marguva daha sonra acaba o yaptığım asilik mi oldu diye defalarca kez düşündü. Bu düşünce çok defa kafasını meşgul etti. Ardından…

O dönemdeki yeni zaman rüzgârı önlerindeki kapıları ardına kadar açıyor gibiydi. Bir mutluluğun ardından diğer bir mutluluk… Enstitünün o yılkı bir grup mezununu Kün Kösem7 adlı şehre, Leningrad şehrine eğitim için göndermeye karar verdiler. Aralarında Mukan da vardı, en başarılıları seçmiş olmalıydılar. Bilimin gelecek bir aşamasına el uzatıp kaderin onlara neler sunacağını sınamak istiyorlardı. O dönemde, bizzat Hükümet destekledikten sonra geleceğe büyük bir hevesle bakan gencin hangisi, Rusya’da, eskiden beri bilim ve sanatın merkezi olan bu eski şehirde okumayı istemezdi ki… Hepsi de bunu arzuluyordu elbette. Her yiğidin gönlünde bir aslanın yattığı bilinir. Bu ulaşılamayacak dilek avcunuzun içine konuluverirse ne yaparsınız? Okuma deyince yanıp tutuşan Mu-kan, bu defa da alev alev yanmaya başladı. O, yanıp tutuşan gururla göğsünü kabartarak genç hanımını ve on aylık bebeğini de yanına alıp Rusya’ya gitti. Kaderi belliydi, ilim yoluydu. “Yolculuğunuz hayırlı, yollarınız açık olacak!” demişlerdi onları uğurlayan eş dost, akraba.

“Hayırlı yolculuk olacak!”

Beklentileri gerçekten de başarıya gidiyor gibiydi. Heyecanla gelen gençleri bu eski ve güzel şehir hiç yadırgamamış, yabancılamamıştı. Hatta tam aksine kucaklar gibiydi. Mukan oraya gider gitmez hemen uyum sağlamıştı. Gündüzleri büyük âlimlerden ders dinliyor, akşamları da kütüphanede vakit geçiriyordu. Huzursuzluk verecek hiçbir şey yoktu, yeter ki talep ettiğinin peşinden git ve okulunu oku. Marguva da küçük çocuğuyla evde oturuyordu.

Orada onlar yalnız değillerdi. Almatı’da birlikte okuyup okulu birlikte bitirdikleri dostları vardı, ayrıca orada önceden okumak için gelmiş Kazak gençleri de bu dostlarının arasına katıldı. Kendi aralarında bir grup oluşturdular. Devamlı bir bahane yaratıp bir araya geliyorlardı. Ooo! Onlar bir araya geldiklerindeki sohbet ortamından Marguva hiç sıkılmazdı. Konuştukları şeyler sanat, bilim, edebiyat üzerine sohbetti, gerisi de vatan millet gamıydı. Hepsinin gönüllerinde alev alev yanan ateş, vatana döndükten sonra halka bir faydamız dokunsa çabasıydı. Hepsi de hatip, keskin dilli, ferasetli, ideal sahibi, taşkın bir ırmak gibi çağlayarak akan heyecanlı gençlerdi. Eğlenceyi de seviyorlardı. Bir araya geldiklerinde muhabbetleri şarkısız türküsüz geçmezdi. Akşamları hepsi birlikte şehirde dolaşırdı. Ahh! Ne güzel zamanlardı onlar! Nasıl unutsun? Unutmamıştı, sadece o günleri aklına getirmez olmuştu. Boz dumanın bürüdüğü beyaz gecelerine ne demeli? Hafif dalgalı, sessiz sessiz akıp giden Neva nehrinin kıyısında uzun uzun yürürlerdi.

Ne güzel şeyleri hatırlamıştı. Ömür ırmağının başındaki berrak göz gibi, en sakin ve huzurlu yıllarıydı o günler. Belki de arkadaşlık ilişkilerinin tertemiz, saf duygularla birbirlerine inanarak bağlandıkları aydınlık günlerdi o günler. O zamanlar önlerinde onları nelerin beklediğinden hepsi de bîhaberdi.

Mukan bilime susamış gibi kendini bütünüyle ilme vermişti. İlme hatırı sayılır bir mesai harcıyordu. Eğitim öğretim yılının ilk doksan gününde başarılı öğrenciler arasında düzenlenen bir yarışmaya katılıp yatakhanede yer kazanmıştı yiğidi. Kazandığı oda, neredeyse yatakhane olduğu anlaşılamayacak şekilde, büyük bir odadan oluşan eski usul bir daireye benziyordu. Ortasında bir soba vardı. Sobalarını kendileri yakıyorlardı. Her şeyleri evlerinin içindeydi. Öncesinde şehrin dışında oda kiralayan bu çift için yeni oda Tanrı’nın gökten zembille indirdiği bir kısmet gibi göründü. Sevindikleri bir şey daha vardı. Bu evin alt katında kendileri gibi genç çiftlerin çocukları için hazırlanmış kreş de bulunuyordu. Her şey ancak bu kadar denk düşebilirdi. Küçük Kaysar’ı kreşe yazdırdılar. Sabahları Mukan kendisi götürüyordu. Akşamları Marguva alıyordu. Mukan çocukları çok seviyordu. Tam da bu yüzden o günlerde ikinci çocukları Jiger dünyaya geldi.

Mutluluktan uçan Mukan dostlarını davet edip dillere destan bir şildehana8 düzenledi, beşik toyu yaptı, toy üstüne toy ekledi. O dönemler onun iki yavrusunu iki yanına alıp “Kaysar’ım, Jiger’im!” diyerek aile babası olarak gurur duyduğu günlerdi. Düşündüğünde gerçekten o dönem, Mukan’ın babalık sorumluluğunu üzerine aldığı, aile sahibi olduğu için şükürler ettiği bir dönemdi. Kün Kösem adlı şehirde geçirdikleri üç yıl tatlı bir düş gibi, güzel bir serap gibi gelip geçivermişti.

Mukan’ın eğitimi biter bitmez derhal Almatı’ya dönmeleri hakkında yazılmış bir mektup aldılar. Sınavlarını erkenden veren kocası hızla yolculuk için hazırlandı. Bu şehirde üç kişilerdi, şimdi ise Almatı’ya dört kişi dönüyorlardı. Burada edindikleri bilgi görgü azımsanamazdı. Düşünce dünyaları da genişlemişti. Bu şehir onların üzerinde büyük tesir bırakmıştı. Mukan’ın burada edindiği bilime gelince, o burada kendisini çok geliştirmişti, âdeta hazine içine düşmüştü ve buradan elinden geldiğinin en iyisi yaparak faydalanmıştı. Bunlar kadar büyük bir kazanımla dönen yok gibiydi. Kocası tuttuğunu koparırdı, tam anlamıyla donanımlı bir genç olarak dönmüştü. Hangi iş olursa olsun alnının akıyla üstesinden gelirdi. Gönülleri inanç ve ümit ile doluydu.

Almatı’ya gelip trenden indiklerinde sabah saatleriydi. Şehri yumuşacık bembeyaz kar kaplamıştı. Baharın köpük gibi bembeyaz karıydı. Her yer bembeyazdı. Şehir ağaç dallarına kadar yumuşacık kara bürünmüş, bu pamuk gibi karın ağırlığı altında ezilir gibiydi. Ak ipeğe bürünmüş dünya bunların gönüllerinde taşıdıkları ak dileklerle hemhal olmuşa benziyordu. Âdeta kalem değmemiş tertemiz bir sayfa gibi bunların yeni ömürleri başlayacaktı.

Marguva’nın gözü önce şehrin tepesinden yükselen ak başlı zirvesiyle Alatav’a takıldı. Evlerin çatılarından, yüksek çınar ağaçlarının başlarından mor renkli hafif duman toparlanarak dağın yamacına doğru sıra sıra süzülüp gitti. Ağarmakta olan tan yerinin kızıl şafağı ilk önce Alatav’a düşüp altından bir taç giydirmişçesine zirvesindeki buzları kızıl renge boyayıp bambaşka bir göz kamaştırıyordu. Gün ışığı yavaş yavaş etekteki şehre doğru yayılmaya başladı. Marguva bu kadar güzel bir tan görünüşünü o güne kadar hiç görmemişti. Ondan sonra da göremedi. Yalnızca tek seferlik denk gelen tabiatın tılsımlı bir anıydı. Yeni tan, iyilik tanı diye düşünmüştü o sırada. Zaman, 1937 yılının baharıydı.

* * *

Bembeyaz bir pus etrafı bütünüyle kaplamış gibiydi. Havadaki nemi bütün bedeni hissediyordu. Sırtını bir hararet basmıştı, bütün vücudu kan ter içinde kalmıştı. Kaburgaları kırılıyordu sanki, dünya kararmaya başladı.

Hemşire Kız “Doktor doktor! Kan basıncı düşüyor.” diye bağırdı.

Hastane odasına doktorlar hemen doluştu. Bileğinden tekrar ilaç enjekte etmeye başladılar. Birkaç kutu bitti. Hemen Marguva’nın hava yetmeyerek kıyıda telaşla nefes almaya çalışan balık misali hızlı hızlı çarpan yüreği sakinleşip, birdenbire suda oynamaya başlamışçasına, ayarını bulup belli bir düzende güçlü güçlü atmaya başladı. Güçlü atması şöyleydi, iki tarafındaki damarlar ikisi birden titredi. Bedenine sıcak kan yayıldı. O, gözünü açtığında etrafına doluşmuş olan beyaz gömleklileri gördü.

Orta boylu, iri yapılı, gözlüklü, orta yaşlı bir adam ona dikkatle bakıp “Teyze nasılsınız?” dedi. O, belli belirsiz başını salladı. Buraya geldiğinden beri bunu müşahade altında tutan doktor kız bunun hastalığının durumunu onun anlamadığı bir dilde bu kişiye bir bir anlattı. Anlattıktan sonra ona bakarak “Teyze, bu bizim değerli profesörümüz!” diyerek onun adını soyadını söyleyip Marguva’ya onu tanıştırdı. Marguva’nın bu ismi işitmişliği vardı. Kalp hastalıkları uzmanı bir doktordu. Onun yüzüne sıcak ve ümitli bir ifadeyle baktı.

Profesör Marguva’nın ağzındaki, burnundaki solunum borularını çıkarttırdı, kalbini uzun uzun dinledi. Hem oturtarak hem de yatırarak tekrar tekrar dinleyip kalbin durumuna baktı. Ekrandaki kalp atış grafiğine göz atan doktor bunun ilaçlarına bakarak “İlaçları değiştirmek lazım.” dedi. Yeni ilaçlar yazdı. Bazı ilaçları kendisi getirip uyguladı. Kalbini yeniden dinledikten sonra profesör “Teyze, merak etmeyiniz. Tehlikeyi atlattınız. Şimdi yavaş yavaş düzeleceksiniz. Ancak çok hareket etmeyiniz. Ayağa kalkmak için henüz erken.” dedi.

“Evladım, şu boruları ağzıma burnuma tıkmasanız olmaz mı?”

“Yok. Tamam zaten artık onlara ihtiyacınız olmayacak. Ama şimdilik birazcık daha yatacaksınız. Yanınızda hemşire hanım oturacak.”

“Sağ ol evladım. Yalnız benim durumumu çocuklara haber verir misiniz? Merak etmiş olmalılar.”

“Teyzeciğim çocuklarınız kapının önünde bekliyorlar. Şimdi gider söylerim. Buraya girmelerine izin verilmiyor. Sizin çok heyecanlanmamanız gerekli. Onlar yanınıza gelirse siz heyecanlanırsınız. Normal poliklinik odasına geçtiğinizde görüş serbest olacak. Şimdilik burada müşahade altında olacaksınız.” diyerek Marguva’ya kurnazca baktı ve gülümsedi.

Marguva halsiz bir ses tonuyla “Doğru tabi, profesör oğlum.” dedi.

“Arkadaşlar, bu hanım asrımızın en tanınmış, ulu bir hanımıdır. Vakti zamanında bu hanımın önünde Almatı’nın bütün erkekleri şapkasını çıkarıp, baş eğerdi. Öyle değil mi teyzeciğim?” dedi yarı ciddi yarı şaka ile.

“Teyzemiz canlı tarih.”

Evet, evet! Demin babasının adını söyleyerek tanıttığında hemen hatırladı. Bu, Mukan ile birlikte sürgüne gönderilen yazarın çocuğuydu. Çocuk bunu tanıyordu, galiba anne babasından duymuş olmalıydı. Yollarının kesişmesine bakar mısın! Babası sürgünde verem derdine düçar olup erkenden hayata veda etmişti. Hey gidi yiğit… Ardında çakı gibi evladı kalmış. “Yerini dolduran varsa her şey düzelir.” dedikleri bu olsa gerek.

Marguva iç çekerek “Evladım, saygın için teşekkür ederim. Bu tedavinle iyileşirsem güzel olur.” dedi.

“İyileşeceksiniz teyzeciğim. Vakti geldiğinde hastalığı yenip, yerinizden dipdinç kalkacak, at gibi koşturarak gideceksiniz. Buna inancım tam. Bedeniniz hâlâ güçlü kuvvetli.”

“Güzel söz yarı tedavidir, demişler. Bu hoş sözlerin için Allah razı olsun evladım! Bin yaşa!”

“Moralinizi yüksek tutunuz. Hastalığa yenilmeyiniz!”

Hey gidi hey! Kendi isteğiyle kim hastalığa yenilir ki… Marguva da öyle eften püften dertlerle yıkılacak adam değildi. Ama işte şimdi, yatağa düştü.

Doktorlar dağıldı, yanında yalnızca hemşire kız kalmıştı. Daha önceki kız değildi, nöbet değişimi yapmışlardı.

“Zamanında Almatı’nın en güzel genç kızıymışsınız ya teyzeciğim. Profesör sizi tanıdı, o boş yere konuşmaz.” diyerek damlamakta olan serumu kontrol edip Marguva’nın yüzüne gülerek baktı. Yatmakta olan takır takır öksüren küçücük kalmış yaşlı kadının bir zamanlar genç olduğuna hiç inanamıyor gibiydi. Güzelliği acaba neresinde dermişçesine merakla Marguva’nın yüzüne dikkatlice bakıyor gibiydi.

Hey gidi günler hey! Bir zamanlar öyle olduğu gerçekti. Rüya gibi göz açıp kapayıncaya kadar geçen ah yalan dünya ah!

“İnsanoğlu dayanıklıdır.” sözünün ne kadar da doğru olduğunu Marguva şu anda idrak ediyordu. Dedikleri gerçekmiş. Yoksa Marguva’nın gördüğü mihnetin haddi hesabı yoktu. Zamanın sinsice yaklaşarak bunları içine alan girdabı bunları nerelere sürüp götürmedi ki… Gerçekten de gücü kuvveti hâlâ tükenmedi mi? Yoksa doktor gencin buna moral vermek için söylediği bir söz mü? Eğer öyleyse Allah ondan razı olsun. Kalan dermanı ne zamana kadar yetecek acaba? Ne kadar daha göreceği gün var?

Demin verdikleri ilaçların tesiri midir, yoksa gerçekten iyileşmeye mi başladı, kendini iyi hissediyordu, dinçleşmiş gibiydi. Yüreğinde düğümlenmiş ağrı da dağılmaya başlamıştı. Evet. Allah’ın verdiği kuvvete bin şükür! Mahmur ve uykulu halden kurtulup kendine gelmişti. Aklına geçmiş günlerin parça parça siluetleri yeniden gelip onu boş yere kederlendirdi.

3

Kün Kösem adlı şehirden döner dönmez Mukan’ın işe girmesi de çok hızlı oldu. Kendi bitirdiği pedagoji enstitüsünde bölüm başkanı olarak göreve başladı. Öğrencilere ders verdi. Üstüne bir de onu takdir edip Yazarlar Birliğinin sekreteri seçtiler. Yazarlar Birliğinin başkanı en tanınmış, o dönemin diliyle ifade etmek gerekirse proletar sınıfın en ateşli sözcüsü Saben idi. Yetenekli, saygın yazarların arası. Mukan da kendi karakterine uygun olarak iki görevini de canla başla, hakkını vererek yerine getirmeye gayret etti.

Mukan, okuma okuma diyerek üç yıl yurt dışında yaşamıştı. O okumaktan başka bir şey bilmeyen zavallının tekiydi. Memleket onlar görmeyeli çok değişmişti. Döndükleri zamanki özlem duyguları ve kavuşma telaşı geçtikten sonra bunu fark etmişlerdi. Eski tanıdıkları onlarla bir araya gelmek istemiyor, konuşmaktan kaçıyorlardı. Tesadüfen rastlaştıklarında bu nezaketle yaklaştığında onların korkuyla etraflarına baktıklarını, neredeyse kendi kendilerinden tedirgin olduklarını fark etti. Başlarda bu durumu çok önemsemiyordu. Artık her şeye kulak kabartmaya başlamıştı.

Radyo gece gündüz aralıksız “Düşman yok deme, yârin koynunda.” diye insanların başının etini yiyordu. Gazeteler halk düşmanlarını bir bir bulup ortalığı birbirine katarak ifşa ediyordu. Düşman nasıl da etrafımızı kaplamış? Nereden gelmiş bu düşmanlar? Genç Sovyet Hükümetine düşmanlık besleyenlerin iyice arttığı yaygarası almış başını gitmiş, felaket bir dönem başlamıştı. Halkı korku idare ediyordu, gönüllere şüphe girmişti. Felaket, bu tutuşan ateşin, alev alev yanan korun içinde mutsuzlaşan bunlara tam da denk gelmesin mi?

Dünkü ağabey dost dedikleri İlyas bunlara kin besler olmuştu. O tutuklandıktan sonra onun oturduğu evi boşaltıp bunlara vermişlerdi. Önceki sahibine kut getirmeyen ocak… Kime hayırlı bir yuva olacak? Kader şimdi bunlarla alay ediyordu. Bu da bir azaplı dünya imiş. Küçük çocukları ile pek çok ev değiştirdikten sonra “Allah herkesin hakkında hayırlısını versin!” diyerek kendilerine verilen eve yerleştiler. Tanrıya yalvarıp yakarıp kendileri için kutlu bir mekân olmasını dilediler. Ama ne yazık ki dilekleri kabul olmamışa benziyordu. Bu güne kadarki gururlanmanız, bu güne kadar gördüğünüz güzel günler yeterli, şimdi başka halleri de bir görün de farkına varın dermişçesine kara bir güç bunları mutsuz, karanlık ve azaplı bir yola özellikle yönlendiriyor gibiydi.

Mukan’ın sevinç ve istekle başladığı işten dertle tasayla eve dönüşleri sıklaştı. Zaten kendisi de çok konuşkan bir adam değildi, iyiden iyiye suskunlaşmıştı. Eve gelir gelmez çalışma odasına geçip saatlerce hareketsiz bir şekilde orada oturuyordu. Onu takdirle övgüyle aldıkları işyerinde huzurunun kalmadığı her halinden anlaşılıyordu. Marguva bunu sonradan anladı. Meğer her gün kötü muameleye maruz kalıyormuş. Üstekiler, halk düşmanlarını ifşa etmiyorsunuz, onlarla mücadele konusunda kılınızı kıpırdatmıyorsunuz diyerek her gün onları hizaya çekiyor, burunlarından getiriyorlarmış. Birliğin birinci sekreteri aceleyle Moskova’ya gitti. Edebî işlerin yoğunluğu nedeniyle o gidişinin ardından uzun süre dönmedi. Zorlu günlerin bütün ağır sorumluluğu sadece yirmi beş yirmi altı yaşlarındaki Mukan’a yüklendi.

Önünde neyin beklediğinin bilinmediği bîmalum bir dünya işte! Bunu bilseydi Mukan da Leningrad’dan dönmezdi. Ahh, keşke!

Kanı kaynayan çağında önce Mukan’ı, uzak bir köşesindeki dünkü göçebe Kazak’ın esmer kır balasını okutup, enstitü bitirtip, oradan da Kün Kösem adlı şehre üç yıl gönderip bilim aşkını doyuran Sovyet Hükümetine inancında en ufak bir zafiyet yoktu. Sovyet Hükümetine düşmanlık besleyenler var dediklerinde buna hiç inanmak istemedi. Şayet varsa da o halde düpedüz kendisine de düşmanlık besleyenler var demektir diye düşündü. Önüne çıkanların hepsini kasıp kavurarak yok eden tehlikeli kara kasırgaya karşı tecrübesiz genç delikanlının dayanması o kadar kolay değildi. Gençliğin verdiği saflığını, siyasetten anlamayışını fırsat bilerek onun bu halinden faydalanan sinsi sistemin düzeni hiç acımadan onu da çarkın içine çekti. Her devirde birileri birilerini maşa olarak kullanır. O dönemde bu iyice artmıştı. Marguva bunu düşündüğünde hâlâ pişmanlık ile ahuzar ediyordu.

Yukarıdan gelen ferman katıydı. Ferman gereğince her gün toplantı, her gün yaygara… Mukan’ı makale yazması için zorluyorlardı. Oturduğu makam da onu buna mecbur ediyordu. Çaresizlikten makale de yazdı. Yazdı demeyelim, yazdırdılar. Yazdırırken de kalemini o dönemin ideolojisinin mürekkebine batırarak yazdırdılar. İşte hepsi buydu, kuru ota kıvılcım sıçramışçasına parlayarak yanmaya başladı. Sevgili Mukan! Onun iftiradan neler çektiğini sadece Allah bilir, bir de Marguva. Bir talihsizlikle ona yapışan yazdığı bir şeyin ömür boyu süreceğini, boynuna kara bir taş gibi bağlanacağını, ahir ömründe yüzünde kara bir leke olacağını kim tahmin ederdi ki…

* * *

Hastane odası kararmıştı. Marguva belirsiz bir süre karanlık bir odada yatmayı istemiyordu elbette. Ancak kalkmasına izin yoktu, şimdi çaresiz ona denileni yapıyordu.

“Kızım, yatağımın başındaki lambayı yakar mısın lütfen!” diyerek hemşireden rica etti.

“Tabi teyzeciğim.”

Lambanın loş ışığı odayı aydınlatarak odadaki karanlığı dağıtıverdi. Fakat Marguva’yı daldığı derin düşüncelerden çekip çıkaramadı.

“Teyzeciğim uyuyunuz. Kolunuzdaki iğneden endişe etmeyiniz. Ben başınızda bekliyorum.”

“Uyu dediğinde keşke hemen öyle uyumak kolay olsa ya…”

“Sağ ol evladım!”

Marguva’nın gözleri kapansa da düşünceleri uyanıktı.

4

“Halk düşmanı” diyerek sütün üstündeki kaymağın hepsini yalayıp yutan zulmetin yavaş yavaş onlara da yakınlaştığını o sırada kendileri de bilmiyorlardı.

1938 yılının ağustosu geldi. Bir gün gece yarısında kapı güm güm çalmaya başladı. Mukan kalkıp lambayı yakıp giyinene kadar sabredemiyorlardı, durmaksızın kapıyı yumrukluyorlardı. Ürpererek Marguva da kalktı. Kocası kapıya doğru yöneldi.

“Bu hiç hayır değil. Beni götürmeye gelmiş olmalılar. Dönüp dönmeyeceğim belli olmaz. Çocuklara sahip ol!” diyerek bunu tembihledi. Marguva ise ağzı dili bağlanmış, durduğu yerde donakalmıştı.

Kapı açıldığında bakışları soğuk, uzun kara parkalı üç asker görünümlü kişi haldır huldur içeri giriverdi.

“Kaptagayev siz misiniz?” diyerek hızla odaları kontrol ettiler. Herhalde yabancı birinin olup olmadığından emin olmak istiyorlardı. Yüzü bembeyaz olan Mukan çekinerek “Evet evet!” dedi.

“Bu, sizi tutuklamak ve evinizi aramak için verilmiş emir.” diyerek elindeki tek sayfalık bir kâğıdı neredeyse onun gözünün içine soktu.

“Giyininiz. Bizimle birlikte geleceksiniz.”

Evin altını üstüne getirip, iki kitaplığın ve çalışma masasının, yine başka ufak tefek şeylerle giyim kuşamların bulunduğu odayı kapatıp kapısını kilit ile kilitlediler.

“Bizim iznimiz olmadan açmayacaksınız!” diye emrettiler.

“Haydi, çabuk hazırlan!” diyerek ne giyeceğini ne yapacağını bilemeyip şaşkına dönen Mukan’ı iyice telaşlandırdılar.

“Şimdi ben ne diyeyim? Dilerim Tanrı tekrar görüşmeyi nasip etsin! Çocuklara iyi bak!” diyerek kolları arkasında bağlanıp asker görünümlülerin önüne düşen kocası gecenin karanlığında kaybolup gitti. “Halk düşmanı”, “Halk düşmanı” diyerek radyodan gece gündüz çığırtkanlık yaptıkları düşmanı Marguva kendi gözleriyle hiç görmemişti. İşittiğinde tüylerini diken diken eden, korku uyandıran bu düşmanın, Tanrı’nın sopasını yediğinde, kendi örtündüğü yorganının altından çıktığını gören hayretler içindeki Marguva birdenbire yere yığılıverdi. Eli ayağı buz kesti, vücudu kasılıp kaldı. Üç çocuk üçü birden feryat figan ediyordu. Evin içi ağıt yas… Marguva bunu duymuyordu.

Baygın olarak ne kadar yattığını bilmiyordu. Bir süre sonra ayıldığında ağlamaktan yorgun düşen küçük çocuklarının her birinin bir tarafa uyuyup kaldıklarını gördü. “Allahım, yavrularım benim!” diyerek Marguva güçlükle yerinden kalkmaya çalıştı. Birazcık kendine gelip onlara baktı ve bir süre olduğu yerde sessizce kaldı. “Bu talihsiz yavruların hâli şimdi ne olacak? Bundan sonra onlara hiçbir zaman kurtulamayacakları ‘halk düşmanının çocukları’ damgası vurulacak. Kime gidip derdimi anlatacağım, kimden merhamet dileyeceğim?” Çocuklarının ahvalini düşünmek çok can acıtıcıydı. İçini büyük bir üzüntü kapladı, sanki bu acı içini alev alev yakıyordu. Nereden geldiğini anlamadığı bir ürperti bütün vücudunu sardı, sanki etrafında soğuk bir rüzgâr esiyormuş gibi titremeye başladı.

Yerinden kalktı, üzüntü içini alev alev kavuruyordu, ağlıyordu. Çocuklarını sırayla yerden kaldırıp yataklarına yatırdı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Eli ayağı hiç tutmaz olmuştu. Bütün gücü kuvveti de sanki kocasıyla birlikte gitmişti. Çocuklarına bakıyor ağlıyor da ağlıyordu. O sıradaki ağlayıp feryat figan edişi, eğer Tanrı var ise kesinlikle Tanrı’ya ulaşmıştır diye düşündü. “Babalı yetim olmaları için bu çocukların ne günahı vardı? Mukan’ın suçu neydi?” diye ağlıyordu. Ama ağlamaya da takati kalmamıştı.

O dönemde Kaysar beş, Jiger üç yaşındaydı, Medet ise altı aylıktı henüz annesini emiyordu. Ağlayıp ağlayıp ne yapacağını bilemeyen Marguva’nın zihninin derinliğinde bunların artık yeryüzündeki anaları da, sığınacakları da kendisi olduğunu, kendisinden başka güveneceği hiç kimsenin kalmadığını anlatırcasına garip bir düşünce belirdi. Bu düşünce yavaş yavaş onu kendine getirdi, deminki çaresiz ruh halinden silkindi, ağlamayı bir kenara bıraktı. Ne yapmak gerektiğini, kimlerle haberleşip kimlere akıl danışacağını düşünmeye başladı. Marguva bu güne kadar ev işlerinin dışında başka hiçbir işe kafa yormamıştı. Dışarı işleri erkeğin sorumluluğundadır diye düşünmüştü daima. Bu sebeple o hayatta tamamen kocasına sırtını dayamış olarak yaşıyordu. Şimdi ne yapmalıydı? Kocası döner mi dönmez mi? Ölü mü, diri mi? Kocası aklına geldiğinde az önceki güçlü ruh hâli birden bozuluverdi, yine içini teessür kapladı, morali bozuldu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Marhuma, akademisyen âlim, tenkitçi Muhamedcan Karatayev’in yetmiş yaşına kadar evlilik sürdürdüğü sevgili eşidir. Kovuşturma ve sürgünlerin yaşandığı en çetin dönemde Sibirya’nın uzak köşelerine sürgüne gönderilen kocasının ardından giden, onun çilesine ortak olarak kader yoldaşlığı yapan sadık yâridir. Bu eserde kahramanların adları edebî esere uygun olması açısından Marguva ve Mukan olarak değiştirilmiştir (yazarın notu).

2

Müşel: On iki hayvanlı Türk takvimine göre her on iki yıllık devre bir müşel olarak adlandırılmaktadır.

3

Tündik: Keçe çadırın tepesinden güneşin girmesine ya da dumanın çıkmasına yarayan açık kısım.

4

Kerege: Keçe çadırın ahşaptan portatif iskeleti.

5

Ala ipten atlamak tabiri Kazaklarda birinin hakkı olana el uzatmak, birine saygısızlık yapmak gibi anlamlarda kullanılır.

6

Kazak yazar Beyimbet Maylin’in kaleme aldığı bir hikâyedir.

7

Kazak Türkçesinde Kün Kösem “Güneş Lider” demektir ve Lenin’i ifade eder. Bahsedilen şehir eski Leningrad, şimdiki St. Petersburg şehridir.

На страницу:
3 из 4