
Полная версия
Son Yaz
– Oradaki senin baban mı? diye sordu.
– Tabii ki! dedi Fatima şaşırıp kalan suratı ile Medey’e bakıp. Benzemiyor muyuz?
– Kim bilir, dedi Medey. Sonra aklını toplayan insana benzeyerek. Ne genç insan o? Ben onu senin erkek kardeşin gibi gördüm, dedi.
Fatima gülmeye başladı. O hiçbir zaman böyle şeyler hakkında düşünmemişti. Böylece Fatima Medey’e başka göz ile bakarak:
– Sen tam da bizim annemiz gibi konuşuyormuşsun. O, ben sizin gibi, gençlik günlerimde şöyle idim, ihtiyarlayınca öyle böyle, diyerek konuşuyor.
Fatima sözlerini bitirir bitirmez koşarak gidip babasını kucakladı.
Fatima babasına gülümseyerek “İşte, bu benim arkadaşım, bizim şairimiz Medey,” dedi
Fatima’nın babası elini uzatıp Medey’e uzattı.
– Ben Fatima’nın babasıyım, adım Zelimhan! diyerek gerçekten bir büyük insanla tanışmış gibi elini sıktı.
Fatima, babasını arkadaşı ile tanıştırarak “Medey’in babası jeolog yani yer bilimci, şimdi uzakta, bir iki aya kadar dönüp gelecek,” dedi
– Medey’in kulakları, sonra, iki yanağı kızarıp gitti. O ilk defa kendisinin yalan söyleyip oturduğunu anladı. Hem kendi kendinden utanıp, yer yarılıp içine girecek gibi oldu.
Fatima’nın babası çocukları arabaya oturtup, iki gün için şehirden alıp gitti.
Araba içinde Medey kendisine doğru yer bulamadan sıkıldı. Fatima ise babasının yanına oturup, gayet neşeli geçen haftanın haberlerini söyledi. Medey ise: “Yalanım çıkmasaydı,” diye üzülüyordu.
O, Fatima ile yeni tanıştığı günlerde, bir keresinde Fatima “Medey, senin baban da şair mi?” diye sordu.
– Yok.
Fatima, Medey’e söz vermeden “Eee, bildim,” dedi Senin baban öğretmen ya da bilim adamı?
– Yok. Benim babam, dedi genç.
Fatima “Jeolog. Bildim mi?” dedi ve Medey’in gözlerine bir acayip sevgi ile baktı.
İşte o gün, işte öyle gözler, işte öyle ses Medey’e yalan söyletti. O, kendi babasının kim olduğunu söylemeden, Fatima’nın hoşuna gitmek isteyip cevap vermedi. Bir şey demedi.
Fatima gururlandığından, kendisi övünmeye devam etti:
– Nereden bildim söyleyeyim mi? diye sordu.
– Nereden?
Fatima “Nereden biliyorum, birinci olarak, senin baban şimdiye kadar, bir kere de velilerin toplantısına da gelmedi. Bu demek ki memur. Doğru mu söylediğim? Yalnız kim olduğunu bilmiyorduk biz,” dedi.
“Biz dediklerin kim onlar?” diye Medey, Fatima’ya dikilip baktı.
– Bizim sınıfın kızları. Senin babanın ne iş yaptığını öğrenmek için meraktan başımız şişti. Olmadığında gidip öğretmenden sorduk. Öğretmen bilmiyorum, gizli deyip, daha da başımızı döndürdü. Fatima habere çok kızmıştı.
Medey ise, çok büyük şaşkınlığa düştü. “Onlara benim babamın kim olduğunu bilmek neden gerekiyordu? Ben onların babalarını sormuyorum ya… Sağ olsun öğretmenimin babamın nerede olduğunu söylemediğine,” diyerek ağır düşüncelere daldı.
Fatima “Benim babam, işçi,” dedi. Olduğu için herhangi bir müdür onunla dost olmayı seviyor. Bizim kütüphanemizde nice kitaplar var, öyle kitaplar yatılı okulun kütüphanesinde de yok, dedi gururlandı Fatima.
Bundan sonra Medey, Fatima ile babası hakkında konuşmadı.
* * *Medey uyuyamadı. O yatakta sağa sola dönerek daha düşüncelere daldı. Fatimalara ilk geldiği gün, onların güzel inşa edilmiş iki katlı evi, üzüm ağaçlarının yaprakları ile güneşten korunmuş, düp düz beton avlu Medey’e, masal evleri gibi göründü.
– Medey gel, ben sana bütün odalarımızı göstereyim, dedi Fatima, ninesi ve annesi ile kucaklaştıktan sonra.
– İşte bu mutfak odası. Burada ninem ile annemin tencereleri ve hem kendilerine gerekli kap kacakları duruyor.
Fatima gururlanarak “Buradaki silahları görüyor musun, bunları babam bütün Kafkasya’yı arayıp araştırıp bulup getirmiş,” dedi.
Medey’in gözleri patlayacak kadar büyüdü. Böyle ilginç şeyleri o ilk defa görüyordu. Duvarda her türlü alet edevat vardı. Burada geçmiş zamanlara ait gümüş kamalar, altın kaplanmış bel kemerleri, çok çeşitli eski tabancalar, tüfekler ve kerohlar7 asılmıştı. Birisi birisinden güzel yapılmış kamçılar duvarın çeşit çeşit yerlerine asılmışlar. Köşede ak koç gibi kamçı ve türlü türlü boynuzlar duruyordu.
– Bunları baban mı toplamış? diye şaşırdığını gizlemeden Medey Fatima’dan sordu.
– Tabii, daha da toplanacak şeyler çok, işte orada duran tüfeği görüyor musun? İşte o tüfek, iki yüz yıl önce yapılmış. Babam onu iki bin manete8 satın almış, dedi Fatima, muhteşem tabancayı göstererek.
– İki bin mi? İki yüz yıl önce yapıldığı için mi?, dedi Medey.
Fatima daha da gururlanarak “Bizdeki şeyler hiçbir müzede de yok, onlar onda hazine,” dedi.
Medey, “Fakat size neden gerekli bu şeyler?” diye sordu.
Fatima, göz kapağını, kaşını gererek “Onları babam bana topluyor, ben onun tek kızıyım,” dedi
– Sana mı? Sana neden gerekli, sen erkek değilsin de.
Fatima, Medey’i başka odaya çağırarak “Ben nereden bileyim? Babam söylemedi,” dedi.
Girdikleri odalarda olmayan her türlü şey vardı. Me-dey çok şeylere meraklanıp bakıp, bir odadan diğerine geçmeyi istemiyordu. En sonunda, onlar, Fatima’nın babasının oluşturduğu kütüphaneye girdiler. Büyük oda, uzunlamasına da ve enlemesinede duvar boylu boyunca raflar ile dizilip yapılmışlar ve onlar kitaplarla doldurulmuşlardı. Medey o kadar kitabı, kitapçıda da görmemişti. Hepsi de yepyeni.
– Bunların hepsi de sizin mi?
Fatima, övündüğünü gizlemeden “Tabii, bu evde olan şeyler bizimki,” dedi. Neden ise Medey raflardaki kitapları eli ile sıvazlayıp gitmeyi istedi. O arada eve Zelimhan girdi. O, çocuğun elini yayıp, avuç içleri ile kitapları tuttuğunu görerek “Oğlum, kitaplara dokunma, onları kirletirsin,” dedi ve Fatima kızım gidin, ninen size yemek yiyiniz diyor,” diye ekledi. Çocukları evden çıkardı.
– O günden başlayarak Medey neden gerekli kitapları raflara dizmeye, eğer onları okumayacaksak diye düşündü ve o şeyin anlamını çıkaramadı. Orada Medey’in aklına baba yurdu geldi. O geçen günleri, yazdığı şiirlerini aklına getirdi.
Medey kendi de nasıl şiir yazmaya başladığını bilmiyordu, o sadece ilk önce annesi Emis’e şarkı yazdığını biliyordu. Şarkıyı bir bilinen melodi eşliğinde söyleyip, sözlerini kendisi yazıp, onları da geliştirerek kâğıda dökmüştü. İşte ondan sonra çocuğun gönlü şiire birdenbire açılıp gitti. O zamanlarda Medey’in annesi Emis sağ idi. Çocuk evde yalnız bir odaya girer kapanırdı. Öyle yapa yapa, o oda Medey’in odası olmuştu.
Medey okuldan geldiğinde, âdeti üzere Emis’i kucaklar da, sonra yemeğini yer, kendi kendine her zamanki sandalyesine otururdu. Fakat Emis, oğlunun sandalyeye çöküp, elindeki kalemi çiğneyip durduğunu görür, ödevini yapan çocuğa, zararım dokunmasın diyerek evden çıkardı. Ev içinde kalıp otursa da, varlığı ile yokluğu belirsizdi, oturmayı severdi.
Bir gün, öğretmen kız Emis’lerin evinde bir hayli zaman oturup gitti. O Emis ile Medey hakkında söyleşti. Medey’de yorulup okuldan geldi.
Emis, sözünü yumuşatmaya çalışarak “Medey, tabakta kavrulmuş yer elması ile omlet var! Bugün senin sevdiğin yemekleri yaptım,” dedi.
O titreyerek gidip kadife divana yaslandı.
– Yüreğin mi sızlıyor? Yine ağır bir iş mi yaptın?
– Yok oğlum, ağır bir iş de yapmadım, yüreğim değil, dizlerim sızlıyor, hava bozulacak herhalde, diyerek annesi derin derin iç çekti.
Öğle vakti sonrası olsa da yere hâlâ serinlik düşmemişti. Güneş çoktan beri, dünyayı kurutuyor, yakıp kavuruyordu. Emis zavallı da kuruyup solup gitmekte olan yeşil otlara benziyordu. Çok alçak gönüllüydü. Eli ayağı sızlayıp hastalansa, ya da daralıp yüreği sıkılıp başlasa da, Emis, “Havalar değişecek herhalde” deyip, yağmuru özlediğini saklamıyordu. Medey annesine yaklaşarak, sonra onun ellerini okşayıp, dudaklarına değdirerek yumuşak, acımaklı öptü. Annesinin elleri ona yeni sağılmış sütün tadını aklına getirtti.
“O halde dinlensene, anne!” dedi Medey ve babası gezmede giydiği paltoyu askıdan alarak annesine örttü. Bir nice zaman Medey düşünceliydi; kafası karışıktı. Bir annesinin yanında oturmak istedi, bir de öteki odaya gidip yazıp çizip çalışarak şiir kurgusu geldi. Emis’te oğlunun başka odaya geçmek istediğini sezdiği için ki:
“Medey, sizin sınıfın sorumlusu– öğretmen kız gelip gitti. Seni övüyor,” dedi.
O sözleri duyan Medey’in sadece çenesi sarkıp düşmedi. “Nasıl beni övecek, daha geçenlerde boş gezen deyip duruyordu ya?” diyerek şaşırdı.
O arada Emis sözünü sürdürdü.
– Övdüğünde de öyle çok övüyor. Sadece diyor Medey üşengeç, ödev yapmadan geliyor. Eğer dersini evde bitirse, o nasıl güzel okuyacaktı, dedi.
Medey sinirlenerek, “Şikayet edip gitti desene!” dedi.
– Hay Allah, öyle şikayet mi olur? Ben biliyorum ya, oğlum, sen dersini bir gün bırakmadan yaptığını, görüyorum ya kâğıttan gözünü almadan, gözünün yağını tüketip, evden çıkmadan oturduğunu. Biliyorum, senin boşu boşuna günahını alıyorlar. Zavallı kadın bilmiyor senin evde ne yaptığını. Sonrada Allah razı olsun, çok övdü: akıllı dedi, çok şeye zihni var dedi… Üşenmese sınıfta hepsinden de öne çıkıp en iyi öğrenci olacak, dedi.
Medey annesine çok acıdı. “Eh, dedi içinden, ben çok ters şey yapıp seni üzmüşüm,” şeklindeki çeşitli düşünceler çocuğun başını döndürdüler. Emis oğlunun derin içini çektiğini görerek:
– Oğlum, kuzucuğum, kim ne dese de, ben biliyorum ya, annenin yüreği biliyor ya. Sana pek zor oluyor. Sana o bir ödev büyük yük olup duruyor. Ne yapacaksın işte yaşam çok zor. Küçücük çocuğun kendisi, gözünü açar açmaz, kreşe, ondan sonra okula, sonra enstitü menstitü, ondan geldikten sonra askere gider, dönüp geldiğinde, ona birisinin kızı talip olur. Ne yapacaksın erkeklik erden gitmiş. Ağırdan okuyabildiğin kadar oku da yürü. Beynini yiyip, kendi kendini üzme. Çok okuyanda mı, az da mı hayır? O bilinmez. Herkes okuyor sen de oku. Cemaatın kör ise, sende bir gözünü yum, demiş atalarımız. Okuldakiler seni okumuyor diye biliyorlar, boşuna hakkını yiyorlar. İyi bilsinler, ben biliyorum ya. Ah, seni elimden gelse okuldan tamamen alırdım. Gökteki bir Allah şahit, nice çeşit kitaplar, nice bir kâğıtları yazmışsın diyerek Emis oğluna acıdığından, ağlamaklı olarak çocuğunu kucağına bastı.
Emis, gerçekte oğlu Medey’in sürekli şiir yazdığını, onun derslerini yapmadan okula gittiğini, bilmiyordu.
– Medey istekle, Bıraksana, anne, dedi. Kaygılanma. İşte görürsün bugünden sonra ben hep beş almak için okuyacağım. Ağzının ucuyla zamanım kalmıyor okumaya, diye ekledi.
Annesi onu kendince anlayıp, iki yüzüne nur gelip, büyük ela gözleri gülümseyerek, bir iyi günde doğmuş gibi olup büyük güven geldi. O oğlu artık iyi okuyacak, benim oğlum başkalarından eksik değil, diye güvendi. Me-dey, küçük emzikteki çocukluğundan beri çok hastalanan birisiydi. Gece de gündüz de hiç durmadan ağlar, emdiği sütü kusup, çok zahmet verirdi. Emis gecenin yarısına kadar, nöbet tutup, çocuğu koluna alır yürürdü. Kocası Amit hanımına: “Anasını köpek sürsün! Olmayacak bana çocuk. Neslim benim kuruyacak! Bunu da sağ kalacak gibi görüyor musun? Ölecek!” diyerek kendi kendisini üzerek gezdi. Emis aralıksız bilene de bilmeyene de varıp, çocuğu gösterip çare sordu.
Birkaç defa hastanelik olup çocuğu ile beraber yatıp çıktı. Sonunda Medey iyileşip ayak üstüne bindi. Ayağa kalktı, artık Emis’in oğlu büyümüş, günden güne güç kazanmış, koşup gezen genç olmuştu, ama Emis çabuk çabuk yatağa düşen, hastalanan biri oldu. Medey hastalandığı zamanlarda, Emis çok üzüldü, kendisine acımadı.
O günler Emis’in aklına gelip irkildi. İşte, hâlâ daha Emis, oğlu için korkuyordu. O oğlum dayanamaz, okumakta bayağı ağır oluyor diye korktu.
– Oğlum, dedi Emis. Herkesin de meşhur, tanınan alim olması gerekli mi? Kendin görüyorsun ya, okumayanlar okuyanlardan daha iyi yaşıyorlar. İşte Zali’nin kızı Meskuhan tıp okuyup, birkaç yıl şehirde kaldı. Eline diplomasını alıp geldi. Başına ne buldu? Onunla yaşlı kızların ikişer üçer çocukları var, kendilerinin evleri var. Git, kendilerinin kocaları da var.Yenilerde Zali ile konuştum, zavallı sızlanıyor. Ne yapayım diyor onun diplomasını, doktor denilen ünvanını, eğer kendi başına bir hayırı da yok ise. Aldığı para kendisine yetmiyor, gece de, gündüz de çalışıyor. Birisi telefonu zangırtatıp çaldırıp, başkası pencere kapağını dövüp, zavallıya rahatlık vermiyor. Al artık on yedi yıl okumuş. Onunla beraber sınıfta okuyan Mayre’ye de bak gel. İki katlı evi, altında arabası, iki çocuğu, mırza9 gibi kocası var. Kendisi mi? Kırda iki üç ay pancar çapalıyor da hem gazetelerin sayfasından onun ismi düşmüyor, dedi. Emis, sessizce dinleyerek oturan oğluna, Zaliy’in hikâyesini anlattı.
– Vay, anne sen bir tuhaf olmuşsun. Önceleri bana, okumak iyi şey, ben senin gibi zamanlarımda okumuş olsaydım ne iyi idi, diyordun ya. Fakat şimdi tamamen başka şeyler söylüyorsun, diyerek çocuk içinden kendi kendine söylendi. Sonra dayanamadan:
Medey cesaretlenerek “Anne! Bundan sonra yalnız beş alacağım. İşte görürsün, derslerden sadece beş alacağım,” diye ısrar etti.
– Beş dediğin o çok fazla, dedi gülümseyerek Emis, okuyacağım desen ben dörtlere de razıyım. Affet beni, oğlum, zararım değer senin okumana. Bundan sonra, hayvanlara kendim bakarım, senin eline hiçbir şey de değdirmem. Yalnız sen oku, canım. Senin zamanın çok olur, gözüm.
Emis artık oğlunun iyi okuyacağına güvendi.
O günden başlayıp Medey çalışıp okumaya başladı. Ondan okulun öğretmenleri de babası ile annesi de hayli memnun oldular. Medey’in okuması düzeldi. Öğretmenler okulun her toplantısında annesini sevindirip Medey’i övüyorlardı. Medey annesinin elini soğuk suya dokundurmadan ev işlerini de yapıyordu. Bir keresinde Medey’in babası Amit geç vakitlerde işten geldi. Medey’in karnesini eline aldı da övünmeye başladı:
Amit, yumuk gözlerini hanımına döndürerek “İyi, aferin! Tam babası! Kendime benzemiş,” dedi. Ben bilmeden mi koymuşum büyük dedemiz Medey’in ismini? Medey dedemizin ismini ısmarlayarak koymuşum. Sen artık, oğlum, Medey ismini yaşatacaksın. O senin boynunda büyük borç. Seni övseler, senden korksalar, kaçsalar bil! Onlar Medeylere saygı duyuyorlar, Medeylerden çekiniyorlar. Eğer seni eğlenmek isteyenler yakalayıp, çekiştirmeye kaldırıp, erkek olduğunu bilmeseler, soyumuzun kirlendiğini bil! Sen beni anladın mı? Bilsinler, dedi Amit kapı tarafını gösterip, tam kapı arkasında birileri dinleyip duruyormuş gibi. Bilsinler! Amit’in nasıl oğlan yetiştirmekte olduğunu! Korksunlar!
– Bu sözleri söyledi, dişlerini gıcırdattı, çenesini oynatarak oğluna konuşmaya devam etti.
– Güzel oku. Güzel okursan yalnız Medey soyuna değil de, senin kendine de fayda! Unutma! Benim senden başka çocuğum olmadı. Sen yegane birisin bende. Sonra da ben ne dersem o olacak bu evde. Ben biliyorum kim olduğumu! Hadi köyde kim vardı güreşte benim sırtıma basan? Hadi söyleyiniz? Kim benden uzağa taş atmış? diyerek sarhoş olup gittikçe daha da çoştu ve o gömleğinin düğmelerini çözüp sırtını açtı. Onun koca ve geniş sırtı sert duruyordu. Ellerinde yumrukları tokmak gibi olup, bileğindeki gücü ince deriyi, aynı yuvarlak taşlar gibi yırtıp çıkacakmış gibiydiler.
– Medey, ben seni komiser yapacağım. Ben seni işte oraya okutmaya göndereceğim, bilsinler bizi, kim olduğumuzu. Bilsinler! A-a-h! diyerek homurdandı. Amit, dönmüş gözlerini Emis’e çevirerek, olan gücünü verip küfürlü sözler söyleyip, masaya yumruğu ile vurdu. Emis ise kapadığı ağzını da açmadan, kocasını soyundurup yatağına yatırdı.
– Kara elbise, kara kadın! dedikten sonra Amit horlayıp uykuya daldı.
Ertesi gün Emis kocasına gece söylediği sözleri için küstü.
“Gel bırak, gelin! Sarhoş olduğunda ne söylersin ne söylemezsin. Kimde olmuyor o şeyler! Versene bir yağ, büsbütün yanıp sönmek üzereyim,” diyerek kocası özür diledi.
İşte öylece onların yaşamı sürüyordu. Amit votka içmeyi bırakmadı. Onun içmediği günlerde oluyordu. Bazen aylarca votka denilen şeyi ağzına değdirmezdi. İşte öyle sakin günlerinde, Amit kadar efendi, cana yakın insan yoktu bütün köyde. İçmediği günlerde Amit avluda didiklenip bahçeyi düzeltip, hayvanlara bakmayı seviyordu. Köylüler öyle zamanlarda, “Amit Allah’ın sevdiği kulu çok efendi adam, sadece şeytan suyu yani votka ağzına değse deli oluyor, diyorlardı. Amit kesintisiz votkaya dalıp gitse dünyasını unutup, avare gezen insana benziyordu. Sonra dursa, ben “sakin”oldum der de, geçen günleri aklına getirmeye korkup, köylüler ile rast gelip otursa onların gözlerine bakmaya utanıp, kalplerini kırmış olabilirim, diye kendi kendini üzerdi. Bir iki hafta geçse, o insan kılıfına girip, utanmadan, kaçmadan köylüler ile dost olurdu. Nice kere o kendi kendini tutmaya, votka denilen şeyi unutmaya yemin etti, tek hayırsız, bir zaman sonra, yeniden daha da içmeye başlardı. Başladığında, tamamen doyuncaya kadar durmazdı. Amit düzelip hem içmediği zamanlarda, onun yakınından oğlu hiç kaçmadan, yakın durmak isterdi. O, oğluna evvelki şarkıları, masalları anlatmayı severdi. Bütün anlatılan masallardan Medey, babasının söylediği Babay yıldız hakkındaki masalı unutmuyordu. İşte o halde Medey, teyzesi Şaydat’ın evinde, kendisinin doğduğu köyde, sağa sola dönüp gördüğü rüyayı unutamadan yatıyordu.
Dışarıda kapkaranlık geceyi ortasından yarmış, yeni pişmiş yağlı kalakay10 gibi ay Aji Togay’ın üstüne doğmuş. Samanyolu’nun yıldızları parlak duruyorlar. Medey ayaklarına çarıkları geçirip dışarıya çıktı. Hava çok temizdi ve köy sepsessizdi. Bütün dünya susup, gece yarısının sessizliğini dinleyip ona imrendiklerine benziyordu. Medey kafasını kaldırıp Babay yıldızı arayıp buldu. Arasıra bir parlayıp sonra titreyip sönüyormuş gibi oluyor, yıldız yanıyordu. O yıldız her birinden de küçük olup, kendisi de Samanyolu’nun azıcık kenarında durduğundan mı yoksa da o yıldız bizim yıldız diye sanıldığından mı, kim bilir, Medey epey durup ona baktı. Yıldız, çocuğa sıcak ve çok sevimliydi. Medey’in aklına babası Amit geldi.
Bir zaman Emis ağır hastalanmıştı. Amit’te hâlâ daha sarhoşluğu geçmeden ev içinde: “O bir ambülans gelinceye kadar insanlar mundar ölecek,” deyip ileri geri geziniyordu.
Sonra ambülans geldi, Emis’e aşı yaptı. Karanlık geceydi. O zamanda avluda, kırmızı kerpiç duvara dayanıp, sigara tüttürmekte olan babasını görüp Medey yanına geldi.
“Baba, burada niye duruyorsun? Eve gelsene,” dedi babasına oğlu.
Amit, küçücük yeni okula başlamış Medey’e “Sigara içiyorum oğlum. Annene ağır olmasın diye dışarıya çıkıp içiyorum,” dedi.
O gece, tam da bugünkü geceye benzeyip, sepsessizdi. Ay da bugünkü gibi olup parlayıp, etrafı su gibi aydınlık etmişti. Yıldızlarda gece gökyüzüne ay gibi parlayarak tomurcuklanıp inmişlerdi.
– Baba, şu yıldızlar gökyüzüne nasıl binmişler, dedi Medey gökyüzünü göstererek. Onları, kim biliyor, bir uzun birisi merdivene binip yakıp yakıp koymuştur diyorum, değil mi? dedi durmaksızın.
Amit gülümseyerek çocuğunun başını okşadı.
– İşte, görüyor musun, yıldızların bir küp içine toplanmış gibi, hem kendilerinin de parlak doğduklarını? İşte ona samanyolu deniliyor.
Bizim babamızın büyük babasından duymuşum, bu dünyada yeni bir soy yaratılsa, onlar ile birlikte yıldızlar da doğuyorlar, o yıldızlar her zaman da onları kaza beladan koruyorlar diye. İşte o yıldızlar insanlara hayat verdiğini ve onları öldükleri zamanda kendilerine alıp gittiklerini işitmişim. Bizim büyük babamızın deyişine göre, bizim yıldız işte o, şurdaki! Onun adı Babay yıldız.
Medey, ağlamaklı olup “Öyleyse biz ölecek miyiz?” dedi O, biz dediğinde, evde hastalanıp yatan annesi Emis’i düşünerek söylemişti.
Amit çocuğun başını okşayarak “Evet, sana!” dedi. Sonrasında o masaldı da! Belki dedem sadece beni kandırmak için söylemiştir, oğlum, dedi içini çekerek Amit ve oğlunu yanına alarak eve girdi. O gece Amit, hastalanıp yatan karısının başında oğluna, Babay yıldızın masalını anlattı.
Medey’in düşüncesini köyün yukarı tarafından çıkan ah vah bozdu. Medey kulak verip dinledi, anlamını çıkaramadı. Bir kadın sesi, köyü başına yıkarak ağıt yakıyordu. Sonra o kadının sesine daha da başkaları katılarak büyük ağıta dönüştü. Medey’in yüreği cız etti, kim ki, diye kendi kendine sorup gökyüzüne baktı. Medey yıldızlara bakıyordu. Bir şey de anlamadan içini çekip, kim olsa da birisi dünyadan göçtü, diyerek eve girdi. Köyden sessizlik gitti.
Oradan buradan gelen köpeklerin ulumaları ve Medey’in gördüğü düş, birbirine karışıp çocuğu yatak içinde dörde katlayıp, yorgan altına gömdü.
– Feryat yukarı taraftan çıktı, diyerek Medey kaygılandı, Kimmiş? Kimmiş? ve birden Medey, Aysahan Azre-tovna diye düşündü.
Köyde, daha yatılı okula gitmeden, Medey, Aysahan Azretovna’nın en sevdiği öğrencisi olarak sayılıyordu. Me-dey, Aysahan Azretovna’nın sınıfa geldiğini ve Medey’lerin sınıfını aldığını bugünkü gibi hatırlıyordu.
Aji Togay’ın orta okulunun Nogay dili ve edebiyatını okutan kız gitti de sınıfını öksüz bıraktı. Köyde tanınan öğretmen, o zamanda, bakım evinde kalan, Aysahan Azretovna okula geri döndü. Bütün hayatını okulda geçirmiş ve o köyde okul açıldığından bu yana çalışmış Aysahan Azretovna öz mekanına katıldı. Burdan başlayarak Medey ilk defa Aysahan Azretovna’yı tanıdı.
Tatile çok yakında çıkarız diyerek beklenilen günlerdi. Mayıs ayının ortasında: “Medey, sen gitmeden dur, birlikte gideriz,” diyerek Aysahan Azreetovna çocuğu durdurup sınıfta bıraktı.
– Senin baban Amit değil mi?
Utancından kızararak evet dedi Medey, kendisini öğretmenin neden sınıfta tuttuğunu anlamadan.
– Tanıyorum onu, o benim elimde okudu. Çok sabırlı ve akıllı çocuktu, dedi Aysahan Azretovna.
– Medey kaldığını kabullenemedi. O arkadaşları ile gidip, top oynamak istiyordu. Ama ne yapsın, çare yok. Okul çocuklardan boşaldı dendiğinde, sınıfın sessizliğini Aysahan Azretovna bozdu.
– Seni bırakmamamın nedenini biliyor musun?
– Bilmiyorum.
– Bilmeye bilirsin. İşte şimdi yeni posta getirdiler, diyerek Aysahan Azretovna gazeteyi eline alıp, şiir okumaya başladı. Medey kulağını kabartıp dinledi. “Bu şiir benim “Annem” adlı şiirime ne çok benziyor, diye düşündü.
Aysahan Azretovna okuyup bitirdikten sonra:
– Görüyor musun nasıl güzel olduğunu? Fakat altında senin ismin ve soyadın duruyor: “Aji Togay’ın orta okulunun altıncı sınıfının öğrencisi Medeyev Medey”.
Çocuk şaşırdı. Onun parmakları titreyip, çenesi sızladı. Hem bir şey de düşünemiyordu. Nasıl gazete insanın içindekini biliyordu, o nasıl biliyordu insanın gizli sırlarını. Gerçekten de, eğer o şeyi, dünyada hiçbir insan bilmiyorsa.
Medey kendi kendine ayıplanıp, nedense şiir yazdığına bayağı utanıp, yer delik olsaydı ona girecekmiş gibi oldu. Çocuğun iki yanağı, elma gibi kızardı.
– Aysahan Azretovna, ant olsun bu şiiri ben yazmadım. Boynumdaki kırmızı muska ile yemin ediyorum, şiir benim değil, dedi.
– Ay ay ay, ne oldu sana, niye bu kadar çok yemin ediyorsun? Eğer şiiri zayıf görüyorsan, yanılıyorsun, dedi Aysahan Azretovna gülümseyerek. Çok iyi şiir, doğrusunu söylersen benim hoşuma gitti.
– Yok, benim şiirim değil, diyerek Medey kendi kendine ağlayası geldi. Şiir gerçekten de Medey’inkine benzemiyordu. Yalnız birinci kıtası Medey’indi. Geri kalanlarını o bilmiyordu. O gazeteye şiir göndermemişti, fakat ona senin şiirin diyorlardı, acayip değil mi?
– Eğer sen yazmamış isen, senin şiirin diyerek gazete niye yayımlamıştı? diyerek Medey’den daha çok şaşırıp, Aysahan Azretovna kendi kendine sordu. Aysahan’ın da gönlü kırıldı. “İşte Medey benden saklıyor olabilir. Saklamasa dikkat edip öyle dinlemezdi. O bir şey saklıyor, öyle olmasa garip şeyler oluyor,” diyerek Aysahan Azretovna içinden düşündü.
O zamanda Medey’de içinden: “Eğer Aysahan Azretovna kendi bilmiyorsa, ben nereden bileyim? O bir gazete denilen şey ne pek obur şey ay? Nereden de bilmiş benim yazdığımı,” diyerek Medey özellikle çok kaygılandı. O gazete hakkında düşünmeye de korktu.
– Medey, sen bir kere de olsa şiir yazdın mı? diye Ay-sahan Azretovna Medey’den yine sordu.
– Tabii, dedi Medey, tam o soruyu bekliyormuş gibi.
– Gazetedeki senin şiirine benziyor mu?
Medey “Benziyor. Annem isimli şiirime pek benziyor,” dedi.
– Görüyor musun? Yine de benimki değil diyorsun. Benim bilgime göre gazetedekiler düzeltmişlerdir. Tek şaşırdığım, ben senin öğretmenin olup bilmiyorum şair olduğunu, fakat gazetedekiler nasıl biliyorlar.
Aysahan Azretovna çocuğun sıkıldığını görüp “Kızmadım, hatırım kalmıyor, düşünme,” dedi.
Otuz yıldan fazla edebiyat ile Nogay dilini okutan, kendi de edebiyatı pek seven hem anlayan insan olduğundan dolayı, Aysahan Azretovna, Medey’i pek sıcak gördü.
– Bundan sonra şiir yazarsan, birisine danışmak istersen, utanmadan, sıkılmadan bana gelirsin. Şöhretli, büyük şair olmaya sende kabiliyet var. Yaz, yazmaya büyük yiğitlik gerek, onunla birlikte ustalık da gerekiyor…
O gün Medey okuldan epey geç döndü. Yol boyunca ağır düşüncelerle, ayakları nereye bastığını bilemeden, kısa boyu ile çevrilip eve geldi.