
Полная версия
Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece
Dişlerimi sıkmama ve kollarımın uyuşmasına karşı ise bir tedbirim yoktu. Dilimin uyuşmasına karşı da. Neyse ki bunlar dışarıdan pek görünmüyor, belli olmuyordu. Sükûnetimin arkasında fırtına öncesi ve sonrası tedirginliğimi saklayabilirdim. Ağız sağlığım gençliğim boyunca felâket idiyse sebebi o diş sıkmalardı. Dişçi koltuğunda çektiğim her acının en kötü yanı o günleri mecburen anmaktı. Yine de en berbatı o uyuşmaydı. Büyük bir savunmasızlıktı uyuşma. Bak gene geri geldi bile. Kollarımda ve dilimde… Bana bir su alır mısın Zahit?
Kızları erkence evlendi, ben de kocaman oldum, ergen kızdım, annemi boşanması için cesaretlendirdim. Hem fiilen hem kavlen. Gerçekten de tek celsede boşandılar, aynı evdeki bu iki yabancı, bu iki can düşman, birbirinden azat oldular ve herkes bunun müsebbibi olarak beni gösterdi. Anneannemden dayıma, babamdan komşulara kadar herkes. Bense bununla gururlanmadım ama gocunmadım da. Ben annemin yanındaydım ve annemin boşanması gerekiyordu. Hepsi bu.
Annemle baş başaydım şimdi. Zorba gitti yaşasın özgürlük! Öyle san. Annenin şiddetinden beni kim koruyacaktı peki? Biz çocuklar babamızdan doğrudan şiddet görmemiştik ama annemiz cidden öldüresiye döverdi baştan beri. Sudan sebeplerle. “O bardağı niye oraya koydun!..” Bu vahim kabahat, doğrudan suratına inen sert darbelerin, en ağır hakaretlerin mazereti olabilirdi. Annemin küfürleri can yakıcıydı, anneanneminkiler gibi değil.
Ablalarım gibi onu yargılamaya kalkmadım, anladım onu. Bize “Niye gülüyorsunuz!?” diye çıkıştığında, gülmeyi sevmediğinde onu anlamam gerektiğini anladım. Mutsuzluğundan ötürü kendini temizliğe vuruşunu da. Bu bıktırıcı titizliğinin, tertip düzen hastalığının mantığını da. Ablalarımla parmak ucunda geçerdi günlerimiz annemizin yanında… Şimdi tek başıma bale yapıyordum evde.
Benim bu yargısızlığım, sorgusuzluğum büyüyünce de devam etti. Kimseyi ne suçladım ne de kınadım. Dinledim, anladım ve sustum. Bu yüzden büyük hatalar yapıp günah çıkartmak isteyen herkes en çok bana geldi. Kötü haberler en evvel bana iletildi. Çünkü şaşırmam ben, infiale kapılmam, olağan karşılarım. Bu da muhataplarımın arayıp da bulamadıkları bir normalleştirmedir. Onlara yaptığım bir iyilik değildir bu. Elimden başka türlüsü gelmediğindendir.
Boşandıktan sonra daha huzurluydu. Daha sakin, iyimser, gülümser. Gerçi hâlâ geçmişe bakamazdı. Geri dönüp bakmak, annem için boynunun kırılması kadar acı verici bir eylemdi. O yüzden ben de sevmem aslında geçmişe bakmayı. Uzun yıllar içten içe yaptım hesaplaşmamı ve o defterleri kapattım aslında. İnan senin hatırına şimdi deşiyorum kapanmış yaralarımı. Kimse için katlanmazdım buna. Çünkü yaranı göstermek zayıflıktır. Bir daha iyileşemeyebilirsin. Dilediği an kanatabilir dostun.
Annem çalışmaya başladı, annesi gibi pazarda bir şeyler satarak işe koyuldu ama genlerindeki direngenlikle işini adım adım genişletti ve kendi ayakları üstünde sağlamca duran biri hâline geldi. Onun müthiş biri olduğunu biliyordum ama bu kadarını ben de beklemiyordum. İlkokul mezunu beş parasız hatun, Afyon’un en başarılı iş kadını olup çıkmıştı.
Sana ilginç bir şey anlatayım. Annem nadir de olsa keyifliyken şu tür ifadeler kullanırdı: “Ben İngiltere’deyken!..” Pencerenin önünde oturur, yoldan geçen güzel bir aracı göstererek “Bu araba da benim!” derdi. Tabiki de uyduruyordu ama kadında bu vardı, gerçekten vardı; ülkeler dolaşmak, kendi ayakları üstünde durmak, kocasına ve abisine, belki tüm erkeklere karşı neler başarabileceğini göstermek…
Gösterdi de. İngiltere’ye üç kez gitti. İş görüşmelerine ve gezmeye. Daha nice ülkelere. Düşünebiliyor musun? Bir ayyaşın dayak altındaki karısı özgürlüğüne kavuştu ve kendi parasıyla dünyayı gezdi. Öyle arabaları oldu ki penceremizin önünden geçen çok az araba onlar kadar pahalıydı. Annem başardı. Hepimiz için. Kendi onuru ve kadınlık onuru için. Babamdan, abisinden, annesinden, tüm dünyadan müthiş bir intikam aldı. Senarist, gerçekten de Hint dizilerinde bile olmayacak bir başarı hikâyesinde annemi başrolde oynattı.
O fakr u zaruret günleri geride kaldı. Paçavralar, çullar, yırtık ayakkabılar hatıralarda kaldı. Annem de ben de artık herkesten daha güzel giyinir olduk. Üniversite ikinci sınıfa geldiğimde artık tipik bir orta sınıftık… Dayımla halam hasetten hasta düşecek olmuşlardı. Meğer kendi iyiliklerini bile değil, sadece bizim kötülüğümüzü istiyorlarmış.
Annem dindar bir ailede gizli bir laik olarak büyümüştü. Dindarlığın iyi bir insan olmaya yetmeyebileceğini tokat darbelerinden ve sövgülerden hareketle biliyordu. O yüzden bizim dindar olmamız için hiç de heveskâr olmadı. Sadece ağırbaşlı olmamızı istedi: “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” Benim annemden aldığım terbiye bundan ibarettir. Seninle konuşarak büyük bir ihlalde bulunuyorum Zahit, bilesin. Sırıkla atlama rekortmenleri için bile çok yüksek çıta bu. Bir annenin en büyük öğüdünün üstünden atlamak. Ben bir rekortmenim Zahit.
Ablalarımı daha çok sıkardı. Babamın her sözü yalan olduğundan güvensizleşmişti kadın. Her sözün muhakkak yalan, her konuşmacının mutlak yalancı olduğuna imanı tamdı. O yüzden söylediğinin aksini kesin doğru sayardı. Şüphesi metodik olmaktan uzak olduğu için onu atlatmanın yollarını bulmak hayta zekâm için çok zor olmadı. Ama bunu sadece yedeğimde tuttum. Seninle burada konuşurken o yedek rezervlerimden kullanıyorum.
Annem hemen arkanda bana parmak sallıyor, “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” diyor dudakları. Duymazsın sen. Siz erkekler duymazsınız. Annelerimiz bizi hiç yalnız bırakmaz, hele bir erkekle baş başayken, asla. Buna rağmen konuştum seninle bu kadar, konuşuyorum. Annemin kızıyım işte. Genimde direngenlik var. O kocasına ve erkeklere karşı bir kadının neleri başarabileceğini ispatlamak istemişti. Bense ona, bir kadına bir kadının aşkı nasıl başarabileceğini göstermek istiyorum.
Onun varlığından rahatsızlık duymuyorum, yanı başımızda dikilmesinden. Hatta memnunum. Seninle konuşmalarımızdaki içtenliği duysun istiyorum. Bir kez bile erkeklerle sahiden konuşamamış zavallı annem ikimizin bu dostane, bu şefkatli hasbihalini duysun. Ben büyük bir dava güdüyorum Zahit. Anneminkinden bile büyük bir dava. Yardımını esirgeme benden olur mu? Beni yoldaşsız koma…
Pirler
Adımı niye Zahit koymuşlar?.. Güzel soru. Cevabı bir çırpıda verilebilen suallere güzel soru denmez biliyorsun. Cevabı çetrefilli olacak ki güzel soru olsun. Herkesin adının bir hikâyesi vardır, varsın rastgele konmuş olsun. O rastgelelikte bile bir mana ve müphem hakikatlere bir ima olabilir. İsmiyle müsemma denir ya bazı insanlar için, adını bir sıfat gibi üstünde taşıdıklarından ötürü. Zahit adı da benim için ideal bir ad olmuş; başka bir isim koysalar olmazmış, durmazmış üstümde. Züht, dünyadan el etek çekme manasıyla değil ama; bambaşka bir bağlamda… Neresinden başlasam ki?
Öncelikle ismim bir türküden mülhem. Aslında bir nutk-u şerif. Halvetî tarikatının büyüklerinden bir şair, Bezcizade Mehmed Muhyiddin’e ait. Dinlemiş miydin daha önce, baştan sona dinlemiş miydin? Tamam, mırıldanayım senin için, çok da dikkat çekmeksizin gelen geçenler arasında. Başlıyorum:
“Zahit bizi tan eylemeHak ismin okur dilimizSakın efsane söylemeHazret’e varır yolumuzSayılmayız parmağ ileTükenmeyiz kırmağ ileTaşramızdan sormağ ileKimse bilmez ahvalimizErenlerin çoktur yoluCümlesine dedik beliGören bizi sanır deliUsludan yeğdir delimizMuhyi sana ola himmetÂşık ise cana minnetCümle âlemlere rahmetSaçar şu yoksul elimiz”Teveccühünüz efendim… Evet, hakkını vermeyi çok istediğim bir ezgidir. Ne kadar güzel okusam gene de hakkına riayet edemediğim hissinden kendimi alamam. Madem bu kadar beğendin, tarihçesine kısaca değineyim şu hâlde.
Mevzu 17’nci asırda cereyan ediyor. Kadızadeliler diye bir taife var; Dördüncü Murad zamanında Ayasofya Camii vaizi Kadızade Mehmet Efendi ile başlamış bu hareket; devletin içine kadar sızmış, toplumda da belli bir karşılığa ulaşmış. Bugünkü Fetullah gibi düşün, ama onlar radikal İslamcı. Tasavvufa şirk diyorlar. Her türlü tarikatın, zikrin, devranın, semahın yasaklanmasını istiyorlar. Tekkeleri basıp dervişleri darp ediyor, korku saçıyorlar. Gemi azıya aldıkları dönemde karşılarına çıkmaya kim cesaret ediyor? Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivasî. Hemşerimin çıkışını müteakip kavgaya Kadızadeliler ile Sivasîlerin ihtilafı deniyor.
Kadızadeliler devleti ele geçirdiklerini düşünüp sufilere son bir darbe vurmak, tekkeleri yakmak, bidat gördükleri minareleri yıkmak, salâları susturmak için Fatih Camii’nde toplanma kararı aldıklarında devlet işe el koyuyor ve karşı darbe ile bunları derdest ediyor. Önce katline ferman çıkarıyor hepsinin, sonra da cezalarını sürgüne çevirip bu taifeyi tasfiye ediyor.
İlahi, zahide seslenerek başlıyor. Zahid dediği, dervişlerin ulaşmayı arzuladığı makama eren kişi değil aslında. İslam’ın zahirine takılıp kalan, muhabbetsiz, gergin, haşin bir tiptir. Rind değildir, çabuk gönül kırandır, gönül ehli değildir. Diyor ki “Zahid bizi tan eyleme”, yani kınama, dervişleri ayıplama, kötüleme. “Sakın efsane söyleme” yani tasavvuf ve sufiliğin asılsız, bidat olduğunu iddia etme. “Hazret’e varır yolumuz”, bu işin aslı, şeyh silsilesi Hazreti Muhammed’e varır demek istiyor… Mevzu derin yani, derin ve narin.
“Sayılmayız parmağ ile, tükenmeyiz kırmağ ile…” Kadızadelilerin kıyımlarına karşı bu meydan okuyuşla birlikte işin rengi değişiyor. Sonradan ilave olunan “İmam Ali’dir ulumuz” mısraının da cazibesiyle Bektaşî deyişi olarak söylenip Alevî muhitlerde revaç buluyor. Oradan da solcuların eline geçiyor. Yetmişli yıllarda devrimci hareketin sloganı hâline geliyor.
İş burada kalsa benim adım gene Zahit olmayacak. 1971’de Yılmaz Güney bir film çekiyor: Ağıt. Film bir eşkıya topluluğunun macerasını anlatıyor. Filmin sonunda başroldeki kahraman (Yılmaz Güney) vurulmuş, onun böğründen kurşun çıkarılırken işte bu ilahiyi, türküyü eşkıya arkadaşları söylüyor. Dağ başında bir mağarada, kartal yuvasında. Havada kartal uçuyor, mağarada ise daha tüyü bitmemiş yavruları aç ağızlarını annelerinin şefkatini celbetmek için sonuna kadar açıyor. Dağların doruklarından kayalar yuvarlanıyor. Eşkıyalar hep bir ağızdan “Zahit bizi tan eyleme!” diye döktürüyor; Yılmaz Güney ecel terleri döküyor, âşığı olan kız, böğründen kurşunu çekerken herkes kan ter içinde. Seyirciler gözyaşı döküyor.
Babam bu filmi yazlık bir sinemada seyretmiş. Birbirine bağlı tahta sandalyeler üzerinde. Çok etkilenmiş filmden, annem hamileymiş o günlerde, “Oğlan olursa Zahit koyacağım” demiş. Doğmadan adım konmuş benim yani. Tam da Türkiye’nin en devletçi adamının bir devrimcinin filminden etkilenerek oğluna koyacağı bir isim. Sivas’ta, fay hatları üstünde doğan birine konmak için de ne uygun. Sünnî ilahiler ile Alevî nefesleri arasında dünyaya gelmiş birine. Kadızadeliler ile Sivasîler arasındaki kavgalarda hep arada kalıp her iki taraftan yumruk yiyecek biri için de bundan daha ideal isim olabilir mi? Solcuların dilinde sloganlaşmış bir türkünün anakronizminde de benim bu ülkeye tanıklığıma dair bir şeyler yok değil mi? Tüm bu çapraşıklıklar tam da senin Zahit’i anlatmıyor mu Zülâl’im?..
Liseyi mi? Kongre Lisesi’nde okudum. Sivas’ın Galatasaray Lisesi. Elit bir okuldu, herkesi almıyorlardı, çok iyi notlar, puanlar gerekiyordu. Oraya giren çocuğa paçayı yırttı gözüyle bakıyordu velileri. Bense paçayı yırtanlardan değil paçayı kaptıranlardan oldum. Kitaplara kaptırdım paçayı, sorulara, arayışlara… Nejdet Hocayla başladı her şey.
Felsefe grubu öğretmenimizdi. Okuldaki en sıra dışı şahsiyetti. Kendini okumaya ve okutmaya adamıştı. Felsefe derslerini tiyatroya, uygulamalı diyalektik tartışmalara onun gibi çeviren başka bir hoca tüm Türkiye’de var mıdır acaba? Talebelerin talepsizliğine, şevksizliğine bakmaksızın, büyük bir şevkle felsefi meseleleri gündemimize sokmaya çalışırdı. Şimdiden bakınca anlıyorum ki aslında kimin felsefî düşünmeye yatkın olduğunu bu konuşmalardan çıkarıyordu. Kimlere özel emek vermesi gerektiğini.
Beni nasıl keşfetti?.. Bir gün dedi ki: “Sokrates’e niye ‘Atina’nın at sineği’ diyorlardı? At sineği… Kim bilecek bakalım?” Kimse el kaldırmadı, ben çekingenlikle kaldırdım. “Söyleyin Zahit Bey!” dedi, böyle hitap ederdi, erkeklere bey, kızlara hanım derdi, bu da çok kendine özgü bir tavırdı; hoca muhataplarına bir kalite atfediyordu. Resmiyetten ziyade seviye… Zahit Bey olarak dedim ki: “Rahatsız edici sorular soruyor, insanları huysuzlandırıyor diye at sineği demişler.” Nereden bildiğimi sordu, “Bilmiyorum, tahmin ettim” dedim. Gözlerinin büyüdüğünü, gözlerinde büyüdüğümü fark ettim hemen. Ondan sonra gözü hep üzerimdeydi.
Ne kadar geçmişti hatırlamıyorum bir gün başka bir şey oldu. Eflatun’un mağara alegorisini anlattı, sanıyorum doğrudan Devlet kitabından okudu, mikrofonik sesiyle. Mikrofonikti, spiker gibi konuşurdu ama tonlama diye bir şey yoktu garip biçimde. Her cümle aynı şekilde başlar ve biterdi. “Ali topu at” ile “Ben sana mecburum, bilemezsin” arasındaki vurgu farkını sesine yansıtamaz veya yansıtmazdı. Ses tonundan bir manaya varmak imkânsızdı o yüzden; manayı manaya bakarak yakalayabilirdin; belki de bu yüzden böyle bir ses tonunu seçmiş, böyle bir tekdüzeliğe kendini mahkûm etmişti. Adam memlekete felsefe öğretmek için ses tellerini feda etmiş olabilirdi.
Ne anlatıyordum, ha mağara mecazı. Okudu pasajı, sonra dedi ki: “Buradaki mağara nedir, zincirler neyi, gölgeler neyi anlatır?” Gene kimse el kaldırmadı, ben kaldırdım ama bu sefer eski çekingenliğimle değil, hocanın çok hoşlanacağı bir şevkle: “Mağara toplumu, zincir kuralları, gölgeler de sorgulanmamış doğruları temsil ediyor…”
Bu sefer tahmin yürütmemiş, metnin bunu fısıldadığını işitmiştim. Bir mağarada olduğumuz, zincire vurulmuş vaziyette duvardaki gölgelerimizi mutlak gerçek sandığımız metaforu başımı döndürmüştü. Sivas’la, halkımla bir sorunum yoktu ama dünyayla ciddi bir sorunum vardı ve Eflatun o sorunu tanımlamam için çok şairane bir tasvir yapmıştı. Bunu bir okuyuşta, daha doğrusu dinleyişte anlamam Nejdet Hocayı mest etmişti. Zahit Bey, o gün hiç övülmediği kadar övülmüş, hiç saygı duyulmadığı kadar saygıya mazhar olmuştu. Artık ben seçilenlerden olmuştum.
Bir gün derse geldiğinde bir kucak dolusu kitabı getirip tahta sıramın üstüne koydu. Başını eğip Yaşar Kemal gözlüklerinin üstünden bakarak dedi ki: “Bunları oku; okuduktan sonra getir, yenilerini vereceğim Zahit Bey, kabul mü?” Bıçak ucuyla baş harflerin, başıboş geometrik şekillerin kazıldığı sıranın üstünde kitaplar birer yabancı gibi durdular ders boyunca. Arkadaşlarım sadece birkaç dakika kıskandılar bu imtiyazımı. Bu kadar kitabı okuma angaryası kendilerine yüklenmediği için memnun bile kaldılar. Sonraki derslerde hocanın sorularına kalkan parmak sayısı iyice azaldı. İyi notlar alıp iyi okullara gitmekti çocukların gayesi. Kitaplar faydasızdı. Bir getirisi yoktu. Okuyanlar ya “anarşit” olurdu ya divane… İkimiz arasındaki diyaloga döndü dersler. Hoca şevkini hiç yitirmedi. Bir üçüncü sesi katmak için sınıfın betonunu eşeleyip durdu.
Nejdet Hoca uzun, ince biriydi. Yüzü de boyu gibi uzun, inceydi. Başı hep yerde olduğundan erken yaşta kamburlaşmıştı. Bıyıkları hafifçe dudaklarına dökülür, solcu bir intiba bırakırdı. Hayatının tüm karelerinde kravatlıydı. Banyosunu bile kravatla yapıyor olabilirdi. Bir subay gibi her gün tıraş olurdu. Gösterişsiz ama muntazam giyinirdi. Pantolonu, yeleği, ceketi jilet gibi ütülenmiş, gömleğinin yakaları kolalanmış olurdu. Ayakkabılarının boyasından, cilasından da taviz vermezdi.
İnsan içine karışmayı seven biri değildi. Okul-kütüphane-ev arasında geçerdi hayatı. Bir de medrese dediğimiz Çifte Mina-re’de nadir de olsa çay içmeyi severdi. Tekel 2000 elinden düşmezdi, onun içişini gören hocanın bu paketleri bedava aldığını sanabilirdi. Akşamları birer tek attığını kendisi söylemese de tahmin edebilirdin. Bir tek meyhanenin olmadığı Sivas’ta yaşamak kolay olmasa gerekti onun için. Özellikle ramazanlar tabii. Ama çok seviyordu Sivas’ı, enteresan biçimde. Çok samimi buluyordu insanını çünkü. “Beni buraya bağlayan bu samimiyet!” diyordu. Kendisi insanlarla gayet resmî ve mesafeli olmasına rağmen. İlk tayin olduğu yere âşık olmuştu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezundu. Bu kalıbı o kadar tekrarlardı ki hepimizin zihninde ülkenin doruklarında bir yere kurulu şato gibi bir yer canlanırdı. Orada Baykan Sezer diye biri vardı, binlerce yıldan beri orada profesörlük yapmaktaydı; Nejdet Hoca da onun şakirdi, tilmizi, hastasıydı. Ekoldü Baykan Sezer. Bizimki de onun Sivas koluydu.
Baykan Sezer şatodaki en soylu şövalyeydi. Galatasaray’lı, Sorbonne’lu olsa da buralı bir adam. “Namus ve erdem abidesi”, “Evrenselleşeceğiz diye haçlılaşacak değiliz!” diyen bir şövalye. “Batı karşısında dik duruş sahibi ilk sosyologumuzdu.” “Kendimize Batı’nın gözlüğüyle değil, kendi gözümüzle bakmayı öneren…” Yerli kelimesini Nejdet Hoca ondan öğrenmişti, biz de ilk defa kendisinden öğrenmiştik. Yerli malı haftası kalıbından başka bir cümle içinde geçtiğini duymadığımız kelimeyi sadece onun ağzından işitecektik. Bir de “Analitik tutum”…
Ondan aktardığı şu cümle ise edebiyat ve din kitaplarında dahi rastlamadığım bir ufuk açmıştı: “Şayet çözümü yoksa bir mesele mesele olmaktan çıkar, alınyazısı hâline gelir.” Şu hâlde sosyoloji, toplumun kaderi üstüne düşünmek, insanın kaderi üstüne düşünmekti.
Nejdet Hoca aslında üniversitede kalacakmış, Baykan Sezer kendisini çok seviyormuş, asistan olarak alacakmış ama işler umulduğu gibi gitmemiş. Babasını zaten erken yaşta kaybetmiş hoca, annesi hasta düşüp bakıma muhtaç olunca Ankara’ya dönmek zorunda kalmış; asistan olma hevesi kursağında kalmış böylece. Annesini de kaybedince bir daha dönememiş İstanbul’a. Öğretmenliği çıkmış, ilk tayin yeri Sivas’mış; valizini alıp gelmiş. Sivas’ın tırmanıldığında yedi sene kalınmak zorunda olunan bir kalesi olmasa da kalmıştı işte.
Elit tarzının nereden kaynaklandığını da görebiliyorsundur sanırım. Adam, taşrada bir lisede öğretmendi ama İstanbul Sosyoloji amfisinde konferans verdiğinin hayaliyle geliyordu okula. Karşısında ergen hergeleler değil, Hergele Meydanı’nda ateşli tartışmalar yapan idealist gençler vardı. Öyle görmek istiyor, görüyordu.
Kitap hayatının kalbiydi. Bizim de hayatımızın kalbi olsun diye kütüphane deposundan, milli eğitimden, İstanbul’daki sahaflardan, bir yerlerden bulup buluşturup benim gibi birkaç öğrencisine klasikleri taşıyordu. Hemen tamamı MEB kitaplarıydı. Sanırım solculuğu başına iş açmasın diye böyle yapıyordu… Kitapların hepsi tercümeydi. Yerli kelimesine bu denli odaklanmış biri bile bize yerli kitap getiremiyordu, bu işte bir gariplik, bu ülkede bir gariplik vardı.
Yerlilik bahsinde bu kadar sınıfta kalmış bir ülkede ciddi bir mütercim sorunu olduğunu da çok erken idrak etmiştim. Bazı kitapları daha ilk sayfada bırakacak olmak ile son sayfaya dek bir solukta içmek arasındaki fark büyük oranda yazarlardan değil mütercimlerden kaynaklanıyordu. Mütercimler kitabı çevirmiyor, ikinci bir kez yazıyorlardı… O kadar çok tercüme okumuştum ki çevirmenin yazara ihanet ettiği kısımlarda tahayyül gücümle kitabı ikinci bir defa çeviriyor, üçüncü defa yazıyordum. Mütercimler, benim sevgili müstakbel meslektaşlarım, bazen bir köprü, bazen de birer barikattılar. Dillerinden ve hâllerinden anlamak gerekiyordu.
Bir gün bir kitapla karşılaştım ve hayatım değişti. Nejdet Hocanın kucağıma emanet ettiği kitaplar arasında her bakımdan diğerlerinden farklı bir eserdi. Hepi topu 64 sayfaydı. Ali Şeriatî adını ilk kez duyuyordum, şeriat lafzını Nejdet Hocayla yan yana getirmekte zorlandığımdan kitabın bir yanlışlık eseri bana kadar ulaştığını sezinlemiştim. Sonradan anladığıma göre cidden hataen araya karışmıştı. Kitap yazılmamıştı üstelik, bir üniversitede, Abadan’daki petrol fakültesindeki öğrencilere verilmiş konferansın metne aktarılmış hâliydi.
Doktor Şeriatî “Sizi rahatsız etmeye geldim” diye başlıyordu söze. Tıpkı Sokrat gibi. Bu, onunla aramda ikinci şifre gibi belirdi. Kitabın adı ilk özel şifremizdi: İnsanın Dört Zindanı. Bana doğrudan Eflatun’u, mağara alegorisini ve zincirleri anıştırmıştı. Neydi insanın dört zindanı peki? Tabiat, tarih, toplum ve benlik. İnsan bu dört zindanda Eflatun’un mağarasındaki miskinler gibi prangalıydı. Ben Şeriatî’de de o sıkışmışlığı ve sıkışmışlığa itirazı hemen keşfettim. Biz aynı ruh sancıları duyan özel insanlardık. İki insan vardır diyordu kendisi de; biri biyolojinin sözünü ettiği insan, diğeri de şiirin ve dinin.
İnsan, tabiat zindanından alet yaparak, tarih zindanından gerçeği keşfedip yükleri atarak, toplum zindanından el âlem ne der putunu kırarak kurtulur. Zindanların en zoru ise benlik zindanıdır, insanın kendisidir. Oradan bilimle kurtulamaz çünkü bilim de tutsaktır, nihayetinde bir tutsağın elinden çıkmadır. İnsan benlik zindanından ancak aşkla çıkabilir. Aşk. Ben o kelimeyi de bir sosyologdan öğrendim ilkin. O gün sosyolog olmaya, İstanbul Üniversitesi’ne gitmeye karar verdim.
Aşk aradığım kelimeydi. Hayatım boyunca arayacağım şeyin adıydı. Şeriatî’nin hangi manada kullandığına bakmaksızın ben kendi keşfimi yapmış ve benlik zindanımın anahtarının nerede olduğunu öğrenmiştim. O aşkı karşılıksız feda manasında kullanıyordu, insan o vakit özgür ve yüce olma aşamasına erebilir diyordu; bense daha ilk satırlarda kendi aşk tanımımı yapmıştım: Aşk tanımsızlıktı. O kadar muhteşemdi ki tam olarak ne manaya geldiği bilinmeksizin bile insanı en karanlık zindandan kurtarabilirdi. Onun sırrı tanımlanamaz oluşuydu. Onda feda vardı ama fedanın ötesinde bir oluş ve buluş hâliydi. Erişilen bir makam değil başa gelen bir hâldi. Başıma gelmesi için aranıp duracağım hâl.
Şeriatî hakkında hiçbir şey bilmiyordum, öğrenmem yıllarımı alacaktı. Kitabının çok yanlış öncüller içerdiğini, tabiatın da tarihin de toplumun da benliğin de zindan olduğu kadar birer imkân ve yurt olduğunu öğrenmem de yıllarımı alacaktı. Devrimci gerekler için alelacele hazırlanmış bir tezdi Şeriatî’ninki. Yine de benzeşleri arasında en insancıl, en romantik ve evrensel olanıydı. Sartre onun hakkında diyordu ki: “Bir tanrıya inansaydım bu Ali’nin tanrısı olurdu.” Ben de İslamcı olsaydım bu Ali Şeriatî’ninki türünden bir İslamcılık olurdu. Endişeli, eleştirel ve evrensel. Batı’ya vakıf ama bağımsız. Cemil Meriç’in tabiriyle de “kilisesiz”. Bir Vatikan’a biat etmeksizin. Diz çökmeksizin kerameti kendinden menkul papalar karşısında.
Demem o ki Şeriatî hangi kusurlu tezi taşırsa taşısın beni aşkla tanıştırmıştı. Ve din’le. İlk kez onunla din alışılageldik kalıpların dışında, gerçekten anlaşılmaya ve yaşanmaya değer bir şey gibi gözüktü. Sivaslı olduğum, Sünnî ve Türk olduğum için bir dinin içine doğmuştum ama o doğduğum dünyayı keşfetmek ve içselleştirmek için Şeriatî gibi aykırı bir zekânın itmesine ihtiyacım vardı. Benim İslamcılığım bundan ibaretti. Zaten içine doğduğum dini farklı bir bağlamdan, dolayımdan hareketle anlama çabası, hepsi bu. Yer yer onlarla kesişiyordum ama ben hep kendi yolumca yürüdüm. Daha kadim, daha emin, daha az ideolojik, daha az modern olan, daha otantik bir yoldan. Kalabalıklarca da pek tercih edilmeyen, ince, sarp patikalardan.
O patika beni imana ve Mümin’e götürecekti nitekim. Aylardan mayıstı, lise sondaydık, derslerden ve yaklaşan ÖYS sınavından dolayı yorgunduk, kaçacak yer arıyorduk. Koyulhisarlı bir arkadaş vardı sınıfta, “Gelin bizim yaylaya gidelim hafta sonu, kendi aramızda inceden piknik yapar, biraz temiz hava alır geliriz!..” Ben kırların davetine oldum olası müheyya idim, olumlu cevap veren ilk ben oldum, iki arkadaş da kabul edince cumartesi sabah erkenden çıktık yola. Sivas’ın kuzeyine, Karadeniz’e doğru yol tepmek çok heyecan vericiydi. Hava daha fazla içimi açıyor, o dağlarda beni çeken çok özel bir şey olduğunu yakinen biliyordum. Biri oradan çağırıyordu beni. Çağrılanlardan mı olmuştum, nedir?
Koyulhisar’dan Kelkit Çayı geçiyordu. Yeşilırmak’a karışıp oradan Karadeniz’e dökülen çay, geçtiği vadilere can verse de her sene onlarca can da alıyordu. Yol ile çay birbirini geçmek için inatçı bir yarışa girmişti. Hayat ve ölüme benzetiyordum ikisini; yan yana, iç içeydiler, arada bariyer de yoktu. Derken önümüzdeki emektar bir Murat 124, yarı uykulu tefekkürümü tasdik etmek için direksiyonu aniden yolla çay arasındaki yamaçtan aşağı kırdı. Hiç frene basma gereği duymaksızın araba gözlerimizin önünde tepeden yuvarlanan bir tekerlek gibi çayın içine balıklama daldı.
Minibüsümüzün şoförü arabasını hemen sol tarafa, dağın dibine çekip aşağı atladı. “Eyvah!” diye feryat ederek “Kelkit Çayı aldığını vermez! Gitti adam!..” Buna rağmen şu telaşı bile ufak da olsa bir umut işaretiydi. Tam da suların coştuğu zamandaydık, Murat 124 Bermuda Şeytan Üçgeni’ne kapılmıştı sanki, bir tek hava kabarcığı dahi gözükmüyordu. Bu gidişle kısa zamanda Karadeniz’e kavuşurdu, yoldan gitse kavuşacağı vakitten bile erkence.