bannerbanner
Düz Yokuşun Sakİnlerİ
Düz Yokuşun Sakİnlerİ

Полная версия

Düz Yokuşun Sakİnlerİ

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

Dışarısı aydınlandı, şimdi kapı çalar. Komşular, akrabalar, öğrencileri, bakıcı kadın. Akrabalar da toplam üç aile. O kadar uzun yaşarsan kimsen kalmaz Bedriye Hanım. Zaten yıldırıp kaçırdıklarının sayısı daha fazla. Başta babam kaçtı, MİT müsteşarı koskoca Asım bey. Bedriye Hanım’a dayanamayıp göçtü gitti bu dünyadan. Daha otuz sekiz yaşındaydı. Bisikletten beş yıl sonra, ben on dört yaşındayken. Plan yapmıştık babamla, koleje kayıt yapılmıştı o yaz. Sonrasında Ayvalık’a yazlığa beraber gidecektik. İngiltere’ye gittiğinde bana o sevdiğim çukulatalardan da getirecekti, bir de defter, kalem ve sırt çantası. Ayvalık’ta beraber bisiklet sürecektik. Çamlık tarafındaki evi severdik. Önü deniz. Keşfe çıkacaktık, kiliseleri, Rum evlerini, sokakları dolaşacaktık. Bedriye Hanım’a rağmen. Babam gidince, o yaz hiç çıkmadım evden. Teyzem bilir. Annem eve baş sağlığına gelen subaylara ve devlet erkânı temsilcilerine likörlü kahve hazırlamıştı. Önceki yurt dışı seyahatinden kalan çukulataları filan ikram etmişti. Benim de çıkıp servis yapmamı istemişti. Odama gelip etimi burmuştu, şımarıklığı bırak, evin kızısın, yapacaksın, demişti. Teyzem yapmıştı. Bedriye Hanım ceza olarak bisikletimi depoya kaldırtmıştı. Kıvırcık saçlı kızın bisikleti de babası da gitmişti. Bir kere bile lafını etmedim. Ama burnundan getirdim lisedeyken. Bir sürü oğlanla gezdim, bira içmeye kaçtım Kızılay’a. Her gün goralı yemesem ölürüm sanıyordum o zamanlar. Ya da Atatürk bulvarının karşısındaki Özen pastanesi, hâlâ burnuma vanilya ve tarçın kokusu gelir. Teyzem omuzuma dokundu. Kaçtır sesleniyorum, duymadın. Evi havalandıralım biraz. İkramlık bir şeyler de alalım. Birileri gelmeden hallet şu işleri, dedi. Hallet şu işleri. Bana kaldın Bedriye Hanım. Likör yok, börek var. Gidip bi de lahmacun yaptırayım ruhuna gitsin. Ruhun huzura ermesin. Lahmacun sana uymaz. Olsun. Ayran, tavuklu pilav olur, o da olur, Bedriye Hanım.

Fal

Karşımda oturan, neredeyse morumsu siyah ruj sürmüş kıza baktım. Esnedim. Ağzım yırtılacak, o derece. Kızın ağzı karanlık mağaraya benzemiş. Töbe töbe, bakışları bakış değil. İçtiği kahvenin lekesi dudaklarının kenarında kalmış, aynı renk. Sarı saçlarının arasından düğüm düğüm bir şeyler gözüküyor. Uzattırmış bu saçlarını, gözlerde yeşil lens. Tombul bacaklarının sığmadığı çorapları siyah. Ben hiç sevmem ince çorap giymeyi… Ojeler mavi. Yanaklarının en toparlak yeri pırıl pırıl parlıyor. Ne sürüyor bu geri zekâlılar? Kız kendini değiştirmek için her şeyi yapmış. Üstümde bir ağırlık. Sabahtan beri bu kaçıncı, gelip karşıma oturuyorlar, kâğıt kalem çıkar yaz, diyorum, hazırlıklılar. Kuzu kuzu çıkarıyorlar. Söz dinleyen tipten değil bu. Kıçına kadar kısa eteği giydiğinden belli. Başımı sağa sola çeviriyorum. Ensemde bir ağrı. Kızın tombul parmakları kanatlanarak yazmak istiyor kaderini. Dudaklarını ısırıyor. Sıkı sıkı kapanıyor dudakları. Bana hiç açık vermemeye kararlı. Verse ne olacak ki… Hayatı gözlerimin önünde zaten. Tombul bir bebekmiş, ağlayan cinsinden, ağlak. Doydukça susanlardan. Tek çocuk. Apalak. Hep yemek peşinde. Biberona doldur ver mamayı. Ben çok zayıftım oysa, çöp… Bu kız okulda en güzel kızların peşinde dolanan arkadaş. Evlerine gitmeye istekli, kendi anası eve çağırmasına izin vermez, kesin. Gittiği evlere hayran. Oğlanlar hep ilgi alanı. En yakın arkadaşı olan güzel kıza âşık oğlana gizliden gizliye âşık. Oğlan buna bakmamıştır, kesin. İkinci oğlan buna kalmıştır. Memeleri erken büyüyünce sevinmiştir. Erken âdet. Daha ilkokulda uğraş dur. Okul formasını belden azıcık kıvırdı mı bacaklar ortada. Oğlanın aklı kalmıştır beyaz bacaklarda. Çabuk anlamıştır bu. Eteklerin altına siyah çorap, çorabın üstüne dize kadar kedi desenli şoset çorap. Dizinin kenarlarından pırtlayan etler tam ellemelik. Güzel arkadaşının bacakları da güzel, kırmızı bir botu da vardır kesin. Güzel olanın memeleri küçük. İçten içe sevinir bu, yanında daha kadınsı. Anlayışlı arkadaş, dert dinler ama küfürbaz. Ağız dolusu küfür etmeyi bir bok sanır. Kız lisesinin çıkışında bekleyen oğlanlar bıçkın. Akın akın çıkarlar okuldan. Ben hep en arkada tek başına yürüyen… Sonra apartman içlerine oturup çantalarından bira çıkarırlar. Başka kızlar sataşırsa bu öne atlar. İriyarı, isterse gayet cadı. Ama sadece öbürlerine. Sevgilisine ve en yakın kız arkadaşına ipek. Mal mısın kızım, diye sorar arada bir güzel olan. Güler bu. Kahkahayla, oğlanlar da güler. İki kızın arasına giremeyeceklerini bilirler. En yakın iki kız arkadaşın biri fethedilirse ikincisi arkadan gelir. Kesin. İki yıllık kazanmış. Çocuk gelişimi… Bu üçüncü senesi. Lisedeki oğlan çoktan postalanmış, zibidi çünkü. Oğlan lise terk. Üniversitede okurken bölümdekilerin hepsi kız, neredeyse. Güzel arkadaşı sosyoloji okuyor, dört yıllık. Okulda bir sürü yakışıklı tip. Özel okul. Kantin yok, çeşit çeşit kahveci var. Lokanta sonra. Okulun içinde. Çıkışta Kadıköy’e takılıyorlar. Eskiden merdivenlerinde oturdukları apartmanlardan sahile atanmışlar. Sahilde bira, şarap. Dar kotlar giyiyor artık. Koca göt modası var. Meydanda her şey. İri memeler hep ve yakayla açık. Omzu düşen kazaklar, bir kolu olmayan kazaklar. Ben hep siyah giydim, yuvarlak yaka…

Maşadan uçları yanmış saçlara mahalle berberinde eklenen saçlar. Oğlan elini soksa sarı saçlarının arasına takılıp kalacak kurulan tuzaklara. Yeni okulunda da güzelce bir kız bulmuş, yakın okul arkadaşı. Güzel ama sinirli, şişmanlığı hep bir şakalaşma konusu. Sinirli kız anoreksik. Evde kurabiye yapıp buna getiriyor. Kesin. Bu yerken içi gidiyor ama ödü kopuyor hamur işinden. Yap, getir, yedir. Yedikçe içi ferahlar ikisinin de.

Kız sıkıntıyla kıpırdandı karşımda. Parmaklarımı çıtlattım masanın altından. Bekleyenler var, biliyorum. En yoğun zaman hafta sonu. Hızlanmam lazım. Süreyi aştım mı eve gitmem gecikiyor. Kızın giydiği kürklü botlara bakıyorum şimdi. Çakma, kesin. Ben hep spor ayakkabı… Masanın üstündeki sudan içiyorum. Yeşil lenslerin altı boş, kuyu gibi. Gerdanı çilli. Dudağının üstünde birkaç tane de yüzünden aşağı doğru düşecekmiş gibi hizalanmış altı tane daha ben. Yanağında küçük bir boşluk. İrice olan ben aldırılmış. Burnunun ucundaki de gider yakında. Dudak kenarındaki kalır. Çünkü Cindy Crawfort’u biliyordur, kesin. Bir yerden yakalamış bir alameti farika. İlerde sarı saçları karamel rengine boyar, hem daha çok dayanır hem de yüzünü yumuşatır. Bu mesele konuşulmuştur çoktan iki yakın güzel kız arkadaşıyla. Karar verilmiştir. Benim kısa kesilmiş saçlarım çoktan kestane… Sandalyenin arkasına koyduğu kabanı kıymetli, yeni almış. Güzelce katladı koydu. Yeşil, koyun yünü gibi, en en son moda. Çilek sokakta gani. Telefonuna bakıyor bir yandan. Çevrim içi. Her zaman. Hiç kapatmaz. Ama story attığında bazen en yakın arkadaşlarına özel atar. Mecburen eklediği bir dünya insan var. Özelini korumaya kararlı. Takip ettiği magazin siteleri, makyaj siteleri, ayakkabı siteleri, fanı olduğu ünlüler, yorum yaparak kendinden bir şeyler kattığını düşündüğü sosyal skandallar. İki yüz seksen karakterin hepsini kullanmadı daha. Aynen yazıyor bazen, bazen de sıkıntı yok. Kesin. Metroda müzik dinliyor, listesi geniş. Yetmişler, seksenler, doksanlar Türkçe pop. Yabancı da vardır. Ben sadece yabancı dinlerim, hatta rock…

Yenilerden, sokak müzisyenliğinden gelen çocuk, ay çok yakışıklı biz bunu Moda’da dinlemiştik, bankanın önünde. Ta o zamandan tanırım ben bunu, hatta videolarını paylaşmıştım, like’ları kapmıştım. Demiştir. Kesin. Sayfasındaki fotoğraf fotoşoplu. Başka biri neredeyse. Bunun derdi çok. Âdetleri de düzensizdir. Çocuğu olmayacak sanıyordur, kesin. Benim kızım dünya tatlısı… Diyet denedi kaç defa. Beş kilo fazlasıyla geri geldi hepsi. Kurabiye manyağı çünkü, bir de lokma, bir de pizza, bir de hamburger. Seviyor. Günlerce elma taşıdı çantasında, yedikçe iştahı açıldı. Elmanın üstüne hot çaklıt moka. Annesi yeme diyor evde. Yeme, şiştin kaldın. Sonra da çay demleyip akşam yemeğinden sonra kek, çekirdek çıkarıyordur. Elleriyle soyup meyveleri, hiç durmadan söyleniyordur. Bir kere de siz benim önüme getirin, diyordur. Dizi seyrederken silip süpürüyorlardır, babaları uyuklarken koltukta, battaniyenin altında. Soykası batasıca diyordur annesi. Gece yattığında, yarın diyordur, yemeyeceğim, sadece yoğurt ve elma. Kesin. Sabah kalkıp dolabın kapağını açtığında çabasız şıklık peşindedir, aklı yeni moda desenli taytlarda. İlk on günü atlatsa beş kilo gider hemencecik. Sonra bir beş kilo daha. İki güzel arkadaşından daha güzel salınır ortalarda. Kıçın sığmadı sandalyeye diyemez kimse, ya da dolmuşta itiştirmezler kardeşim tek kişi yerine iki kişi binmişsin diyemezler. Duymamak için kulaklıkta çıs taka çıs tak. Biskolattaseverler’e mesaj yağmış. Merak eden edene. Yanında gelen güzel kız hep aç olan. Hevesli. Çağırsam koşarak gelecek. Tombul, en çok hukuk okuyan oğlanı merak ediyor. Avukat iyi olurdu diyor içinden. Bir de çocuk. Ohhh…!

Fincanı açıyorum, yaz kızım, diyorum. Bir oğlan var, kaprisli. Seni üzecek bu. İriyarı biri var, azıcık mesafeli duruyor. O seni mutlu edecek, B harfi var adında, Burak gibi, Behzat gibi. Bu ikinci oğlan tanıdık biri, uzaktan akraba. Yanlış yerlerde arama, internetten değil, bir akraban tanıştıracak sizi. Senin kıymetini bilecek. Sen yüklerinden kurtulacaksın. Üç vakte kadar beklediğin iş haberi de gelecek. Çocuklarla bir işin var, birden çok çocuk. Etrafındalar. Bir yol çıkmış, yolun sonunda dikili bir ağaç, memleketten bir para gelecek. Bak çatı çıkmış, ev demek. Bayrağın dalgalanmış, devlette bir işin var. Tansiyonla ilgili bir sıkıntı yaşanacak. Hanende bir kalabalık, hayırlara vesile. Yıldızın düşük, nazar değiyor sana, eve gidince adaçayı yak bir tasın içinde, evi köşe bucak gezdir. Başının üstünde dolaştır. Banyo yap bu akşam, abdestini al, ellerini aç dua et. Uyumadan önce beş iki sıfır diye tekrar et içinden, para gelir. Biri, bir kadın oturmuş dua ediyor, bak açmış ellerini, annen bu, kesin. Kız, yaşlı gözleriyle bana bakıyor. Öksüzüm ben, diyor, annem ben doğarken ölmüş.

Kız kazağının kolunu yukarı doğru çekiyor. Kolunda boydan boya, vasa vana plurimum sonant yazıyor. En fazla sesi boş çanaklar çıkartır.

Hırka

Hırkamdaki topaklanmış ipe bakıyorum, örgünün bir yerinde kaçmış. Peşinde tırtıklı bir iz bırakmış. Parmağıma dolayıp biraz daha çekiştiriyorum, oysa tersini yapmam lazım biliyorum. İğne ya da tokayla alttan yakalayıp çekmem, yerine yerleştirmem lazım. Orası sanki hiç çığrından çıkmamış gibi olmalı. Bakanlar fark etmemeli. Yine de biliyorum, çekiştirip düzeltsem de izi kalacak. Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Yeni gibi durmayacak. Gibi. Oda loş, yarı açık duran pencereden hafif bir rüzgâr esiyor bana doğru. İçerinin ağır, dumanlı havasına bir parça mavi taşır gibi diyorum kendi kendime. Bir parça mavi. Gibi. Odanın havası o kadar ağır ki o hafif mavilik eriyip kayboluyor. Ben pencerenin kenarındaki koltukta bir başıma oturuyorum. Karşı apartmandaki bekâr oğlan beyaz bir şortla dolanıyor evin içinde, üstünde kırmızı bir tişört. Mutfakta bir şeyler yapıyor, müziğin sesini bütün mahalleye yetecek kadar açmış. Benim hiç yapmadığım bir şey bu. Gece gündüz başka evlerden gelen sesler doluyor evime. Eğlenen gençler, eve kız atan oğlanlar, eve oğlan atan oğlanlar. Oturduğum yer müsait. Gibi. Başkalarının hayatına bakmam kolay evden. Dışarıya çıkmaya korkuyorum. Kale kilit takılı kapım sadece gelen yemek siparişleri için açılıyor. Motosiklet sesleri benim gibi sipariş bekleyenlerin habercisi. Sanırım artık kimse evde yemek yapmıyor. Evler kek, börek, patates kızartması kokmuyor. Sadece ağır bir hava. Koltuğun yumuşak kadifesini okşuyorum. Pazartesi bugün. Dün ünlü bir yıldız ölmüş, bugün de biri ölür mü acaba? Ben mesela, televizyon açık evde, hep açık. Kanallarda yıldızın ölümü, birden hatırladıkları bir kadın ülkenin en önemli gündemi oldu bile. Oysa yalan. Gibi yapıyorlar, anlıyorum. Bugünü de kurtardılar. Geçmişte kalan birini bugünün en konuşulan insanı yaptılar. Oysa o sadece öldü. Biri diğerinden aşağı kalmamak için foto paylaşıyorlar. Onlardan biri olduğunu ilan etmek için bir fırsat. O mahalleden biri. Gibi. Onun fotoları, onun şiirleri, onun anıları… Işıklar içinde uyusun lafları. Kadife koltuğun neredeyse kıçımın şeklinin almış minderinde kımıldanıyorum. Minderin altında annemin koyduğu bebek battaniyesi, pazen. Madem duruyor, işe yarasın demişti. Madem duruyordu, ezelim o zaman, kıçımızı kurtaralım. Bebek yok nasılsa. Tahir de yok. Karşımdaki koltuk. Tahir bir sabah erkenden çekip gittiğinde onun kitapları, onun kumandası, onun terlikleri, onun ayağını uzatmayı sevdiği pufu, onun su dolu şişesi… Koltuğun üstünden arkasındaki kitaplığa bakıyorum. Yığın yığın kitapların arasında çerçeveler. Çerçeve, mavi, lamba, müzik, terlik, pencere, ışık diyorum art arda. Nefesim düzeliyor. Gibi. Çerçevelerdeki fotoğraflar tozlanmış. Açık pencereden içeri girmeye çalışan güneşi perdeyi çekerek durduruyorum. Yarısı kapalı perde içime bir ferahlık veriyor nerdeyse. Çorba kâsesine benzeyen kupamdan bir yudum alıyorum. Kahvenin içindeki viskinin tadı baskın. Kupa yakut rengi. Beraber alışverişe gittiğimizde takılıp kalmıştım kupanın önünde. Parlak sırlı dokusuna dokunmuş, okşamıştım. Almaya niyetim yoktu. Evde bir dünya kupa vardı. Halamın, iş arkadaşlarımın her yılbaşında aldıkları hiç sevmediğim kupalarla doluydu ev. En kolay hediye. Ben arardım oysa, sevecekleri bir şey buluncaya kadar arardım tek tek. Özel olsun, benden kalsın. Hatıra. Anı biriktirelim beraber. Değiştirme kartı yanında yine de. Bana gelen kupaları saklardım mutfağın en üst dolabında. Çünkü Tahir ince belli bardakta çay severdi. Ben Türk kahvesi severdim. Çifte kavrulmuş lokum yanında, ağzımın tadı yerindeydi çünkü. Yakut rengi kupayı almıştı bana, ilk defa neyi sevdiğimi bilen biriydi. İlkti. Oysa beni aldatmıştı sonradan. Benden daha güzel olmayan bir kadınla. Gözleri piramitlerden çıkan lahitlerdeki kadınların gözleri. Gibi. Telesekreterde mesajına rastlamıştım bir gün, neden bilmem, onca mesaj arasından bir tek onun sesindeki şey dikkatimi çekmişti. Hemen önceki mesaj, beni hemen ara, diyen birisiydi oysa. İkinci mesajdı. Aradım, bulamadım, önemli değil, demişti kadın. Bu kadar. Kafamı ellerimin arasına alıp oturmuştum koltuğa, o zaman rengi farklıydı, yeşildi. Yeşil koltuğun minderleri kabarık. Yeni. Akşam eve geldiğinde yüzüne bakmıştım uzun uzun, belki anlatır bana diye korkmuştum. Anlatmadı. Ben de sormadım. Ölesiye korkuyordum. Kalbim güp güp atıyordu. Mutfakta uzun kalmıştım yemekten sonra. Gözlerim dolup dolup boşalıyordu. Boğazımda bir tıkanıklık. Koridorda durup bakmıştım sonra, demli bir çay götürmüştüm. Tutup elimi öpmüştü. Sağlık, sıhhat, palmiye, desen, buhar, duman birkaç kere tekrar ettim içimden. Yakut rengi kupa titreyen elimde, oturdum öylece. Koltuğu karşımda.

Gece sevişmek istemişti benimle, ağlamıştım içime girdiği zaman. Gene de sormamıştım. Nice sonra patlamıştım, beni niye aldatıyorsun diye sormuştum tam yumurtasını kıracakken. Eli havada kalmıştı. Çayı soğumuştu. Sessiz oturmuştuk karşılıklı, bahane uydursa keşke ya da ne bileyim yok dese, sen yanlış anladın. Asla yapmam sana bunu. Sadıkmış gibi.

Karşıki evdeki oğlan laptopunu çıkardı çantasından. Kesin dizi seyredecek. Bıktım artık dizilerden. Sinemadan, tiyatrodan, kitaplardan. Kendimi herhangi bir dünyanın parçası gibi hissetmek istemiyorum. Hisler karmaşık çünkü. Tahir severdi dünyayla beraber yaşamayı. O sabah konuyu açtığım için kendimden nefret etmiştim. İyiydik aslında, yani hesaplaşmalar, endişeler, kuşkularla yaşayan bendim nasılsa. Yaymaya gerek yoktu belki de. Tırnaklarımı kendime batırmış kendimi suçluyordum ki Tahir’e ilişti gözlerim. Bana bakmıyordu ama sakindi. Koltukta oturmuş, az önce soğuyan çayı tazelemiş, kocaman gözlerini buhara dikmişti. Birden nefret ettim ondan. Hem suçlu hem güçlü. Alçağın tekisin sen, hainsin, ne zamandır sürüyor kim bilir, aptal yerine koydun beni, boynuzlu ben, hoşuna gitti iş çevirmek, başka bir kadın, başka bir ten. Allah belanı versin, niye yaptın bunu, niye?! İyiydik oysa. Ne zaman, nerede becerdin? Becerikli çıktın, aferin sana, aferin! Bravo! Bir yandan alkışlamıştım. Eşyalarını toplayıp gitmişti evden. O toplanırken yalvarmıştım gitme diye. Gitme. Git. Öylece, bir şey demeden. Yığılıp kalmıştım koltuğa. Kafama kafama vuruyordum. Benim yüzümden gitmişti, ben yetememiştim, ben tutamamıştım. Ben sabredememiş konuşmuştum. Gözlerimin ağlamaktan şiştiğinin farkındaydım, bütün yüzüm şişmişti. Yataktan çıkmadım o gün. Akşam geç saate kapı açıldı. Geldi, yatağın kenarına oturdu. Onu görünce şok oldum. Çaresiz, bitap halimle karşısında durmak yeniden bir cezaydı bana. Onurlu olmayı becerememiştim. Ellerimi öptü, yüzümü, sarıldı, bırakmadı. Sarıldım, bırakmadım. İnsan iki kişiyi birden sevebilir diyordum içimden, bir gönülde iki sevda olabilir. Benim kalbim kırık, olsun. O bana sarıldıkça düzelir her şey. Kadınlığına saygısı olmayan. Ben. Kimseye anlatma diyordum kendime, kimseye anlatma. Ödüm kopuyordu kadınla karşılaşırsam diye. O da anlatmasın. Hiç kimseye. Kadınlar çok konuşur, konuşmasın. Tahir’in kulaklarının arkasından yumuşak bir kıvrımla ensesine düşen saçlarını okşamak istedim. Küçük kulaklarını. Her geciktiğinde acaba diyordum, bitti, ayrıldım dememişti çünkü. Sadece bana geri gelmişti. Gelmiş gibiydi. Koşarak yapıyordum bütün işlerimi, sabahları erkenden evden çıkıp koşuyor, eve gelip duş alıp işe gidiyordum. Her sabah döndüğümde ve her akşam döndüğümde zile basıyordum. Ben geldim, seni beni beklerken bulmak için, diyordum sanırım. Yok kesin. Ödüm kopuyordu eve getirecek, bizim eve, bizim yatağımızda sevişecek, bizim yatağımızda uyuyacak, bizim çaydanlığımızda çay demleyecek diye. O yeşil koltuklarda karşılıklı oturacaklar diye. Ya koltukların üzerinde sevişirlerse, ya banyoda yeniden sevişirlerse, doymadan, durmadan. Çıldıracak gibi oluyordum. Bir gönülde iki sevda olabilir diyordum, kalbim gümbür gümbür çarpıyordu. Hayatım boyunca o kadar korkmamıştım. Eve gelince ilk işim her yeri kontrol etmek oluyordu. Yatağı, koltuğu, banyoyu, havayı. Parfüm kokusu, sevişme kokusu. Bulamayınca seviniyordum. Sevinçle karşılıyordum Tahir’i. Aferin diyordum. Beni daha çok seviyor bak.

Yakut kupa elime ağır geliyor, karşıdaki oğlan Birsen Tezer dinliyor. Bir seferinde Kadıköy’de, yerin dibinde bir yerde dinlemeye gitmiştik, şarkıcının o kendinden geçer gibi söylediği her şarkıya eşlik etmişti Tahir. Sonraki günlerde durmadan bu şarkıyı mırıldanmıştı, sinir oluştum. Bana söylemiyordu, biliyordum. Dönmek ne mümkün, diyordu, düştüm sevdana. Kalkıp camı kapatıyorum. Hasretle bitecek yolumuz, aman efendim canım efendim konuş biraz, sarıl biraz. Sözler içeriye sızıyor. O sabahı hatırlatıyor. Açık camın önünde, üzerimde ince bir pike. Ayağımı pufa uzatmışken. Akşam çöküyor dağların üstüne, çaresizlikse yüreğime, bırak seveyim, seni sadece bir gece… şarkı, şiir, radyo, gece, şarap, kalp, kriz, ambulans…

Tahir’e bakmaya gittim sonra, üzerini örtmeye. Yataktan inmek ister gibi. Bacakları aşağıda. Kolları tutunmak ister gibi uzanmış benim olmadığım boşluğa. Gülmüştüm önce, şaka yapma kalk demiştim. Gidip sarılmıştım beline. Gitmişti çoktan. Cenazeye gelenlere hatasız kul olmaz diyordum. Errare humanum est. Gibi.

Rabbiyesir

Sol yanımda oturan kadın hiç durmadan konuşuyor. Ellerine bakıyorum, yüzüne bakasım yok. Sesi tatlı, sadece hiç susmuyor. Daha önce de geldim, diyor, ben her sene gelirim. Aslında yediye tamamlayacağım, niyet ettim. Hem Mevlana hazretlerine hem de Şems’e. Susuyorum. Bu senenin mevzusu Vefa’ymış diyor. Benden vefalısı yok kanımca, diyor. Üzülüyorum. Pencere kenarında oturmayı seviyormuş otobüste. Sonra bana dönüyor, cıvıldayarak, ben çok baktım bu manzaraya, isterseniz yer değiştirelim, diyor. Gülümsüyorum, yok, diyorum, ben burada rahatım. Azıcık sussun istiyorum. Düşünecek çok şeyim var. Geride bıraktıklarım mesela. Beni burada bir şeyin beklediğini hissediyorum ama ne, onu bulamıyorum. Sarışın kadın Konya’nın yemeklerini anlatmaya başlıyor. Kuzu etini ne kadar çok sevdiğini, bamya çorbasını, etli ekmeğini. Kıpırdanıyorum. Koridorda dönüp arkama bakıyorum. Boş yer var mı acaba, bunu düşünürken bir yandan çok ayıp ettiğimi de düşünüyorum. Rehber anlatıyor elinde mikrofon. Ahde vefa, dosta vefa, yoldaşa vefa, yola vefa, aşka vefa… Gönlüm yıkık. Kayboldum, belki yoluma bir ışık bulurum diye geldim buralara. Uzaktan yeşil minare görünüyor. Soğuk. Hafif bir kar atıştırıyor. İzmirli olduğum belli, üzerimde ceketten hallice bir kaban. Son dakikada çantama attığım kocaman kırmızı kareli bir şalla ponponlu bereye sığınıyorum Mevlana’dan önce. Bu bereyi aldığım yılı düşündüm, o zamanlar Berlin’e gitme planımız vardı. Alexanderplatz merkez üssümüz olacaktı. İki metro durağı aşağıdaki hostel’de kalacaktık. Mitte bölgesini dolaşacaktık önce. Katedraller, müze adası, bizden, Ortadoğu’dan çaldıklarını sergiledikleri Pergamon müzesi. Tiergarten, Kreuzberg filan. Gece mutlaka takılacak, bol bol içecek sonra da sevişecektik. Ponponlu bereyi bir çeşit yatırım olarak almıştım ilk. Evrene yollanmış bir mesaj. Şehrin mutlaka görmemiz gereken yerlerini çalışırken içimde dolup taşan bir heyecan. Mağaza mağaza dolaşıp buz gibi Berlin için kaban bakıyordum. İçlik alacaktım, kar botu. Settar gülerek izliyordu beni. Kabanını ben alırım İstanbul’dan demişti. Buralarda aradığını bulamazsın demişti. Gülmüştüm. Aradığımı bulmuştum.

Yanımdaki kadın koluma dokunuyor. Sol koluma. O kadar ağrıyordu ki kolum, dokununca kanıksadığım ağrıyı fark ettim yeniden. Sol yanım. Hep ağrıyor. Tanımadığım bir kadın bana kendini anlatıyor. Yüzüne bakıyorum. Mavi gözlü, yanaklı, fönlü saçları. Güzelce bir kadın. Bana benziyor. Ama daha tombulu. Kardeş kardeş oturuyoruz. Eminim soran olur, kardeş misiniz, diyen. Hepimiz kardeşiz. Kadınlıktan gelen. Bu aralar ağaçlara merak saldım, ondan önce mitoloji, ondan da önce şamanları merak ettim, diyor. Okuduğu kitabı gösteriyor. Bitkilerin Bildikleri. Bizden çok biliyorlar, diyor. Durmadan merak ederim ben, diyor. Seni mesela, kim kırdı acep diye düşündüm seni görünce, diyor. Bu kızın yanına oturmalıyım dedim hemen, nereden gelmiş, niye gelmiş, kimi kimsesi var mı, dedim kendi kendime, diyor. Ağzımı açmıyorum. O benim yerime de konuşuyor. Kalbimin ortasındaki çatlaktan soğuk giriyor içeriye. Hadi diyor bana, inelim. Geldik. Şaşkın bakınıyorum. Küçük bir çığlık atıyor kadın, dönüp bakıyorum. Üstünüz çok ince diyor, başka bir şey almadınız mı yanınıza? Yok, diyorum, bu yeter, üşümem ben. Kadın çantasından eldiven çıkarıp veriyor bana, giy, diyor kesin bir tavırla. İstemiyorum aslında. O eldiveni takınca bağlanacağım sarışın kadına, benim için bir şey yapmış olacak, ben aldığım anda…

İnenleri bekliyorum, elimde yün eldivenler. Ağır ağır iniyorum otobüsten. Soğuk havayı hemen anlamıyorum. Bere elimde. Çoğu sarışın bir sürü kadın, birkaç tane de sürüklenip getirilmiş ya emekli ya emekliliği yakın adam. Koca. Bırakıp gelememişler. Ya da belki adamlar yalnız kalamıyor. Rehberin etrafında kümeleniyoruz. Anlattıkça anlatıyor. Dinle, diyor. Sarışın kadın koluma giriyor. Ben bunları daha önce dinledim, diyor, biz içeri girelim, hava da soğuk, sandukaları görün, diyor. Kolumu çekiyorum. O eldivenleri almayacaktım. Eldivenli elimi tutuyor. Hayretle kadına bakıyorum. Elimi tutup beni içeri doğru sürüklemesine direnemiyorum. Oysa Dinle diyor grubun ortasındaki adam. Settar’ a benziyor. Uzun boy, hafif dökük saçlar, kirli sakal, kolay gülümseyen bir yüz. Koyu renk pantolon, ayağında su geçirmeyen botlar. Bu botlar, bu pantolon, bu ince ama soğuktan koruyan mont bir grup adamın resmi forması gibi. Kış gelince kalın, yaz gelince ince tabanlısı.

Rehber, Alaeddin camisini anlatıyor, biz uzaklaşırken o yakınlaşıyor. Grup bizim peşimizden geliyor. Alaeddin tepesi, diyor. Tepe arıyorum etrafımda. Konyalıların tepe dediği yer burası, anlıyorum. Ben de Settar’la beraber olduğum zamanlarda kendimi bulutların üstünde sanıyordum ya, o hesap. Değil öyle. Sarışın kadın ellerini açıp dua ediyor. Dudakları kımıldıyor. Dileklerini dile diyor bana, şimdi, tam zamanı. Aç ellerini. Aklımdan silinip gitmiş dilekleri düşünüyorum. Yok, hiçbir şey yok. Burada yaşayan, yaşlanan, pişen, aşka düşenleri düşünüyorum. Küçük adımlarla yürüyorum içerde, ayağımdaki mavi galoşlar hışırdıyor. Mevlevilerin etek sesini duyamıyorum. Yazık. Peşimden gelen kadın durmadan fotoğraf çekiyor. Durmadan, bıkmadan. Oysa dört kere daha gelmiş, dört kere daha çekmiş, telefonunun hafızası dolmuş taşmış. Elime tutuşturuyor kocaman, ışıl ışıl parlayan avizenin altında poz veriyor. Tam o anda yanımdan geçen biri, Hatırlayanlar hikâye eder, hatırlamayanlar şikâyet eder,

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

На страницу:
2 из 3