bannerbanner
İçimde İntihar Korkusu Var
İçimde İntihar Korkusu Var

Полная версия

İçimde İntihar Korkusu Var

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Birlikte yürüdüğüm yolları, oturduğum çay bahçesini, ince bardağın alnına yapışıp kalan dudak izlerini, dünyayı değiştirmek adına bize rehber olacağına inandığımız Dostoyevski, Gazali, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre’leri, altını çizdiğim cümleleri, üstünü çizemediğim meseleleri düşündüm.

Sonra ne kadar gizlemeye çalışsam da hüznümü aşikâr kılan gözlerime, yüzüme yakışmayan bir tebessümle kadraja yansıyan fotoğraflara uzun uzun baktım. Sakallarımın terlemeye yüz tutmuş ilk çağından beyazlarını ayıklamaya başladığım son günlerine kadar uzun uzun inceledim. Bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılacaksa o kadar baktım. Bir fotoğrafta kaç defa ölünecek ise o kadar uzun baktım. Bir fotoğraf insanın beyninde canlandırılırken kaç paket sigara bitirilirse o kadar uzun baktım.

Henüz kendim olduğumu bilirken, bir başkası olmaya kalkışmamışken henüz, caddelere atamamışken kendimi hâlâ, uzun uzun baktım fotoğraflara. Baktığım yerde kendimi bulamadım.

Geçmişimdeki insanları düşünüyorum. Gözlerine bakıp kaybolmak istediğim, boğulmak istediğim mavi gözleri düşünüyorum. Zeytin siyahı mı, koyu kahve mi diye düşünürken, hatırladım şimdi, koyu kahve! Gözlerinin içinde babasız kızları, savunmasız çocukları, mülteci kamplarındakileri… Uğruna ne savaşlar verilmiş, ne geceler uykusuz geçirilmiş, oturup bir çay içmek için ömür verilmişleri… Bir kez olsun bakmak için ölecek adamların bakamadığı o gözleri… Dalıp gittiğim, pişmanlıklarını gördüğüm kadınları düşünüyorum.

Bin vaatle kandırıp, evlenip, sonra sokak ortasında acımadan, gözü dönmüş bir şekilde elindeki bıçakla vücudunu delik deşik etmeye çalışırken, “O kadına dokunma lan,” diye ellerine sarılıp kadını kurtardığım o aşağılık adamı düşünüyorum.

Gecelerce özlemiyle kavrulduğum, sokağını yurt edindiğim, ayak bastığı yere “Burada hazine var” dediğim, hasretle, sevgiyle biriktirdiğim yarım kalan cümlelerimle yâd ettiğim kadını düşünüyorum.

Ne yapıyorlar acaba?

Unutmuşlar mı beni?

Acaba onlar da benim düşündüğüm şeyleri düşünüp yutkunuyor mu?

Bir hıçkırık düğümleniyor mu boğazlarında?

İyilik yapmayı esirgemediğim,

Fedakârlıklarımı gizlediğim,

Ardından gizlice dualar ettiğim bu insanlar gerçekten unuttular mı beni?

Unutmanın bir ilacı var mı gerçekten?

Gebe bir kadının gece yarısı karnındaki bebeğinin tekmelemesi gibi, her gece beni tekmeleyip uyandıran bu kâbuslarla hemhal oldu mu onlar da?

Onlar da sabahı getirdiler mi?

Tevekkül ettiler mi hiç Ezan-ı Muhammed’in ardından?

Onlar da pişman oldu mu bunca şeyden?

Umarım olmuşlardır.

Umarım düştüğüm kuyuya onlar da düşmüştür. Bunun aksini düşünmek bile istemiyorum.

Bunca mutluluktan, bunca iyilikten kalan hüzün bir benim omuzlarımda değildir umarım.

Muhakkak bir başkası da bunun için bir bedel ödemiş olmalı, değil mi? Çünkü ben bütün bunların üstesinden nasıl geleceğimi bilemiyorum.

Biriktirdiklerim, bir zaman sonra canımı yakmak için sinsice bekliyormuş meğerse. Size tavsiyem, anı biriktirmeyin, konakladığınız ve soluklandığınız yerleri çoğaltmayın. Bir insan ile ne kadar çok zaman geçirdiyseniz ve ne kadar çok hatıra biriktirdiyseniz, o kadar çok acır içiniz zaman geçtikçe/zamanı geldikçe. Çünkü zaman denilen şeyin geçtiğine bir türlü inandıramıyorum kendimi. Geçmiyor, geliyor zannımca. Güzel günler geliyor, umutlu günler geliyor, acılı günler geliyor, gülüp geçtiğimiz günler geliyor, ağladığımız günler geliyor, sevdiğimiz günler geliyor, bir daha sevemeyeceğimiz günler geliyor. Yaşadıklarımız, yüklerimiz hiçbir yere gitmiyor.

Bir uyku hali…

Bu halvetten söz edecek olursam…

Uykunun yavaş yavaş tedavülden kalktığı bir çağdayız artık.

Sonunu ısrarla merak ettiği kitabı gözleri ile yutan ve bir yandan da bitmesin diye yavaş yavaş okumaya gayret edip sabahlayanlar…

Çayın demine, insanın muhabbetine kapılıp, bir ara soluklanıp saate bakarak, “Hadi ya, sabah mı olmuş? Hiç fark etmedim” diyenler…

Bahtı, karanlık geceden daha kara olanlar, kederinden ciğeri sönenler, uğruna öldüğü kadının, ölümünü görmesini dileyenler, “Altı dal sigaram beni sabaha atar mı?” diye düşünenler…

Teheccüde kalkanlar, yatağından kalkamayanlar, insanlardan kaçamayanlar, kendine yaklaşamayanlar…

Velhasıl hepimiz, hayatın işçileriyiz.

Vefa

“Ama yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi,

Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.”

Didem Madak

Kat atılacak diye çatısı yapılmayan, çatısı yapılacak diye dış kaplaması vurulmayan, dış kaplaması vurulacak diye boya badanası atılmayan, ruhsuz, renksiz, gri evlerin arasında sıkışıp kalmış insanlardan söz etmek istiyorum.

Manken olamadığı için garson olan genç kızların yüreklerinden söz etmek istiyorum. Bizim kenar mahallenin süslü kızlarından. Camı çatlak telefon kullananlar, ağabeylerinin korkusundan giyemedikleri dar pantolonları odalarındaki ayna önünde prova yaparak kendilerini avutanlar, hatıra biriktirenler, unutamayanlar, bekleyenler, sevmekten usanmayanlar, hiç huzurlu olamayanlar, varoş mahallelerden çıkıp, halkın mümtaz kesimin olduğu mekânlara ayak uydurmaya çalışanlar, kutsal bir emanet gibi sevdikleri kitabı göğsünde tutanlar, teki çalışan kulaklık takanlar, gururundan söyleyemeyenler, söylediğinden pişman olanlar, çeyiz biriktirenler, sigaraya başlayanlar, çok kullanılmış ve kendisine gelirken müzik çalar dışında hiç ir fonksiyonu kalmamış telefona yükledikleri müzikleri tekrarlayanlar, aldanan kızlar, aldatanlar da var, onlar ayrı. İhanete uğrayanlar, ihanet eden de var, onlar ayrı. Terk edilenler, terk edenler de var, onlar ayrı. Yetim büyüyenler, yetim bırakanlar da var, onlar ayrı.

Ben şimdilik kadının güzel tarafına, mahzun tarafına, merhamet dileyen tarafına ve kadının kutsal olan yanına sığınıp yazmak istiyorum. Cinsel bir objenin dışında daha Tanrısal şeyleri yansıtan özelliklerinden söz etmek istiyorum kadının.

O mümbit göğüs çukurlarının altında yatan hıçkırışlarından söz etmek istiyorum.

Sebebini hiç kimsenin bilmediği, sadece yapanın ve Yaradan’ın gördüğü dertleri olan, bu sebepten tabiplere koşturulan, muskalar yaptırılan, sessiz ve yıpranmış kadınlardan söz etmek istiyorum. Göz kapaklarının arasına sıkışıp kalan, uyumasına mani olan acılarından söz etmek istiyorum kadınların.

Katlanmak…

Belki de yeryüzünde bu duyguyu bir kutsiyet gibi boynunda taşıyan yalnızca kadındır.

Dünya denilen mutfağın en elzem ihtiyacıdır kadın. Tabiatın anasıdır.

Bir sözü ile devletler yıkan, bir sözü ile silahlar patlatan, bir sözü ile saltanat kurduran, bir sözü ile dünyayı cennet kılan kadınlardan söz etmek istiyorum.

Şimdilik bunlar burada kalsın. Anlatacağım bu konuyu tekrar. Ama kadın derken benim aklıma hep o arafta kalan, sonu muamma olan Sevil gelir, onu anlatmak istiyorum.

Sevil!

Babası bu ismi koyduğuna milyonlarca kez pişman olmuştur zannımca.

Sevil.

Muhakkak herkes ister sevilmeyi.

Ve herkes bilir sevmeyi.

Yeterince bariz zaten haşyetle sevmelerin ve sevilmelerin sonu.

Bu kadar hayal kırıklığını, öfkeyi, nefreti, yarım bırakışı, ihaneti ben yapmadım herhalde değil mi?

O zaman neden ben yapmışım gibi kafamın içinde dolanmakta? Neden yarı çıplak bırakılan kadın ben oluyorum? Neden bıçaklayan adam benim? Neden gecenin bir yarısında plakalarını söküp, farlarını söndürüp ormana doğru ilerleyen aracın içindeki adamın yanında duran kadının göğüs kafesindeki “güm güm güm” sesini ben işitiyorum?

İki yıldır bütün çabalarıma, bütün direnişlerime rağmen, sürükleyerek götürdüğüm ilişkimiz beni artık tahammülsüzlüğün zirvesine oturtmuştu. Bana karşı tutumu ve tavırları, benim ne kadar ucube olduğumu düşündürürken, bu duruma daha fazla katlanamayacağımı anlamıştım. Halbuki çok sevmiştik eşimle birbirimizi. 1. no’lu sağlık ocağında görev yaparken atanmıştı yanıma. Onu sevmeye o kadar alışmıştım ki, ikinci bir olasılığın olma ihtimali, birinci olasılığın olmasından daha zordu.

Elif gerçek anlamda zor bir insandı, ben de öyle. Konuşmaya başladığımız zamandan evlendiğimiz ilk üç yıla kadar herhangi bir sorun yoktu. Onun beni sevdiğini düşünüyordum. Gerçi hâlâ öyle düşünüyorum. Sevginin tanımı hiçbir zaman tam manası ile anlaşılamadı tarafımdan. Ya ben sevmeyi bilmiyordum ya da bu gönül işleri beni aşıyordu. Aştı da.

Bir zaman sonra, yani evliliğimizin üçüncü yılından sonra sabır ile yoğrulan ben, artık kendime bile tahammül edemez hale geldim. Elif’le iki çocuğumuz olmuştu. Nüfus dairesine ellerimizi sımsıkı sararak girerken, şimdi o koridorlarda eşimin, yani eski eşimin bana nefretini duyuyordum. Boşanmak istedik, çok kez gidip geldik mahkeme koridorlarında ama yapamadık. Eşim, yani eski eşim çalıştığı sağlık ocağından tayin isteyip gitti. Anlatması güç şeyler yaşadım. İnanın, kafanızda kurduğunuz gibi basit bir acı değil bu. Gecelerce uyumadan, sabaha kadar telefonun ucunda bekledim arar da, uyursam açamazsam korkusu ile. Aramadı. Korkularım da bitmedi. Bir gece yine korkularım diken olup yatağıma batarken, sabah saat dört sularında evden çıktım. Alnım secdeden uzaktı artık. Allah’ı unutmuş muydum bilemiyorum ama hatırlamanın utancı vardı üzerimde. Ezan okunuyordu. Dalıp gittim müezzinin sesine. Sanki müezzin o güne dek biriktirmiş de içindeki muhabbeti, ben o sokaktan geçerken bana aksettiriyordu. Sanki Resulullah, “Bugün sen oku sabah ezanını” diye ricada bulunmuştu. Öyle içten, öyle manalı, öyle uçurumlara gelgit yaptırıyordu. Aklıma Beyazıd-i Bestami hazretlerinin sözü geldi;

“İhtiyari olarak Allah’a kulluk etmezsen,

Gayri ihtiyari olarak Allah kula kulluk ettirir sana.”

Silkelenmek ve kendime gelmek istedim. Ellerimi ceplerime iliştirip uzun uzun dolaştım. Düşünüyordum, kara kara düşünüyordum, bu işin üstesinden nasıl gelebilirim diye, bu işin sonunun nasıl olacağını kestiremeden düşünüyordum. Aklım, kalbime hükmünü geçiremiyor, kalbim ısrarla aklım ile hareket etmek istemediğini beyin hücrelerime anlatmaya çalışıyordu. Bedenimde bütün bunlar olurken, gecenin karanlığı, bana artık kasvet olan hüznü pembe bir kızıllıkla karışık mavimsi renge dönüşmüştü. Saate baktım, sabahın altısı. Yürümeye devam ederken sokağın diğer ucunda beliren bir cisim dikkatimi dağıttı. Yaklaştıkça belirginleşen bu cisim, bir insan gölgesine benziyordu. Aramızda otuz metrelik bir mesafe kalmıştı ki bu kişinin Haşim abi olduğunu gördüm. Selam verdim. Bu saatte burada ne yaptığını sordum. Tabakasını açtı ve bir sigara sardı.

“Sevil, Sevil’i bekliyorum ağabeyim. Sabah buradan işe gidecek köy okuluna. Öğrencileri bekliyor. Hiç geç kalmadı. Hep vaktinde gelir. Yedi dakika sonra burada olur”.

Şaşırdım ve emin olmak için bir daha sordum:

“Sen şimdi bu saatte Sevil’i bir kez görmek için mi bekliyorsun?”

“Evet, ne var bunda?”

“Yok, bir şey yok. Sevindim tabii ki.”

Sevinmek zorundaydım çünkü o sevdiğini görebilmenin bahtiyarlığına kavuşmuştu. Ben ise bahtiyar olduğum şeylerin acısına katlanıyordum artık.

“Tanrım! Ne kadar korkunç! Elde olanı kaybetmek ne kadar korkunç!” diye söylendim.

Aylar birbiri ardınca bu şekilde ilerledi. Benim acılarım da bunlardan geri kalmadı. Derken, bir haber geldi mahalleye; Haşim abi Sevil’i kaçırmış. İki gündür kayıplar ve her yerde aranıyorlar. Bütün mahalle şaşkınlık içindeydi. Sonra bilenlerden öğrendik ki, Haşim abi Sevil ile konuşmuş. Aşkını itiraf etmiş. İlk zamanlar reddetse de zamanla gönlü kaymış Sevil’in de.

Haşim abi ailesini gönderip istetmiş fakat reddedilmiş. Bir kaç kez ısrar etmiş. Olmamış. Yedi defa istemeye gitmişler, yedisinde de güller elinde boynu bükük kalmış Haşim abi. Sonunda kaçma kararı almışlar ve kaçmışlar. Mahalleli durumu tam anlamıyla öğrendikten sonra Haşim abiyi bırakmadı. Daima yanında oldular. Bir hafta sonra mahalleye getirip, Haşim abinin durumu olmadığı için düğününü yaptılar.

Haşim abi ve Sevil’in üç çocukları oldu.

Duyduğumuza göre Haşim abi son bir kaç yıl tefecilerle takılıyor, lüks arabalara biniyor ve sürekli, “İkinciyi getireceğim,” diyordu. Tefecilerle başı belaya giren Haşim abi, nereden geldiğini anlamadığımız paralarla aldığı evini sattı. Kiraya yerleşti. Sevil yine sitem etmedi. Aç kaldılar Sevim ağzını açmadı. Tencere kaynadı. Kaynayan ciğer miydi, keder miydi kimse bilmedi. Gizli tuttu daima Sevil abla. Öğretmenlikten de eşi istemiyor diye istifa etmişti. Onun da elinde avucunda yoktu.

Haşim abi Sevil’e değil de Sevil’in eşine olan bu iyimserliğine, vefasına, sadakatine daha fazla katlanamadı ve boşanma kararı aldı. Bu kararı yalnız başına aldı. Sevil, ağzını açmadı. Boşandılar. Haşim abi hemen yeni bir evlilik yaptı. Sevil de baba evine döndü çaresiz.

Bir yıl geçmedi ki, yeni eşi Haşim abiyi bırakıp, eline düştüğü tefeci Erkan’a kaçtı.

Kiralık evden de kovulan Haşim’in durumunu öğrenen Sevil, yalvara yakara onun iç güveysi gelmesi için babasını razı etti. Yeniden evlendiler. Annesi ne zaman Sevil’e baksa, Sevil şöyle söylendi:

“Benim kocam yıkılmaz, toparlanacak ve beni ilk günkü gibi sevecek.”

Öyle mi oldu dersiniz?

Heyhat.

Kocası yıkıldı, toparlanamadı. Bunca iyiliğe ve fedakârlığa dayanamadı, intihar etti. Kocası, sevemedi.

Mahalleden duyduğumuza göre Haşim abi intihar ettikten birkaç saat sonra Sevil koşarak mahalleden uzaklaştı. O günden sonra da onu gören olmadı.

Seviyorum Abi

“İnsanı savunuyorum. Çünkü düştüğünü gördüm.”

Albert Camus

Hayatım edinmiş olduğum tecrübelerin, atlatmış olduğum badirelerin, çevremde yaşanan olayların ardından rehabilitasyon merkezine dönmeye başladı. Gerek çevremdeki insanlarla, gerek yüzü gözüme çarpan her insanla aynı acıları paylaşmaya başladım bir zaman sonra. Müdahale edemediğim hayatımı akışına bırakıp, başka hayatlara müdahale ettim. Bir şeyler öğrettim daima. Eksik ya da fazla, yanlış ya da doğru. Ama muhakkak bir eğitici gibi öğretme çabası içindeydim. Hastalıklarına, dertlerine çareler bulanlar, fikir alanlar haftalık terapilerimin ardından uzaklaştılar benden. Bedenim, ayaklı ve canlı bir rehabilitasyon merkezi haline gelmeyi başarmıştı.

İş dolayısı ile seyahat ettiğim Ankara’nın ardından, Konya’da bir hafta konaklama kararı almıştım. Birkaç geziden sonra akşam yemeği için dostlarımla sözleşip Kule’de görüştük. Yemek yedikten ve uzun süredir de görüşememenin hasretini bir nebze attıktan sonra kalkıp dışarıda, açık bir alanda çay içmeye karar verdik.

Oldum olası gittiğim yerlerin ekonomisini, nüfusunu, gençliğinin ne ile meşgul olduğunu, iş potansiyeline dair klişe soruları sorar ve gerçek anlamda “sorun” olarak görülen şeylerin ne olduğunu merak ederim. Konya’da da en büyük sorunun “boşanma” olduğunu duydum. Bunu aklımın bir kenarına not ettim. Yazacak bir şeyler arama gayreti mi yoksa karşılaşacağım şeylerin ardından kafamda ürettiğim tahayyüllerin yerine tam olarak oturma planı mı bilemiyorum.

Oturduğumuz Avm’den ayrılıp çay bahçesine gitmek için caddeye doğru ilerlediğimizde, karşımızda belli ki provasını daha önceden yapmış, gri takım elbiseli, parlak ayakkabılı, bir berber eli değdiğini yansıtacak şekilde yapmacık fön ile jölelenmiş saçlı, elinde bir buket olan, kadınla konuşmaya gayret eden bir adam gördük.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

İsmet Özel

2

Leyla Erbil

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2