bannerbanner
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Полная версия

Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 17

Sohbet ferah ferah bir buçuk iki saat kadar devam etti. Sonra Pavlos kalkıp yine yerlere kapanırcasına Cuzella’yı selamlayarak, birtakım çocuk aldatıcı diller daha dökerek geri döndü. Alfons kendisini dış kapıya kadar uğurladı. Sonra kızının yanına gelerek inceden inceye konuşmaya başladı.

Alfons: “Galiba bu Cadiz’in havası pek güzel olmalı. Benim de Akdeniz’de uğramadığım iskele kalmadığı hâlde bu yaşa gelip de Cadiz’e uğramayışım gariptir. Ama havası güzel olmalı.”

Cuzella: “Niçin?”

Alfons: “Ya Sinyor Pavlos evvelki geldiği gibi mi? Yanakları al al olmuş.”

Cuzella: “Ben dikkat bile etmedim.”

Alfons: “Sen dikkat etmezsin ama ben dikkat ettim. Hem baksana kızım, bugün tedariksiz bulunduk ama yarın için Pavlos’a bir kuşluk ziyafeti vermek icap eder.”

Cuzella: “Veriniz.”

Alfons: “Veriniz değil, verelim. Konağın sahibi sizsiniz demektir. Sen bakmazsan ben ne yaparım? Hem ziyafeti senin namına vereceğim.”

Cuzella: “İşte o olamaz.”

Alfons: “Niçin?”

Cuzella: “Ben gencim. Bir genç kızın bekâr bir adama ziyafet vermesi nasıl olur?”

Alfons: “Allah Allah, yine mi inadı ele aldın? O ziyafette nişan merasiminizi de icra ederiz vesselam.”

Cuzella: “Öyleyse beni yemekte bile bulamazsınız vesselam.”

Alfons: “Eğer başka babalar gibi beni de zorlamaya mecbur edersen sayarım seni.

Cuzella: “Siz de henüz aslı faslı olmayan bir iş için bugün, şu saatte beni ayaklarınız altına alıp döverseniz ben de sayarım sizi.”

Cuzella’nın göze aldırdığı cesaret Alfons’a hayret verip la havle çekerek, burnundan soluyarak bir müddet düşündükten sonra, “Pek iyi, senin ziyafetin yoksa da benim var. Sana baba sıfatıyla emrediyorum ki gerekenlere emir ver de yarın için dört kişilik güzel bir sofra hazır etsinler!” diyerek kapıdan çıkmaya yöneldi.

Cuzella: “Kimler için?”

Alfons: “Pavlos, sen, ben, bir de öğretmenin Marie için. Yarın geleceği gün değil midir?”

Cuzella: “Başüstüne! Sofrayı hazır bulursunuz. Lakin Pavlos’un gemisindeki birinci kaptan bulunmayacak mı?”

Alfons: (yelkenleri suya indirerek) “Gördün mü bir kere, ben sana konağın sahibisin dedim. Tevekkeli demedim, işte böyle ince cihetleri ancak sen düşünürsün. İstersen senin çektiri kaptanını da davet edelim de altı olalım.”

Cuzella: “Daha münasip.”

Bu suretle verilen karar üzerine Alfons çıktı gitti. Kız ise yüreğindeki gizli memnuniyeti gizlemeye çalışıyordu. Memnuniyeti iki kaptanın da sofrada bulunmasındandı. Çünkü bu takdirde babasının bu kadar halkın huzurunda üstü kapalı olsun söz söyleyemeyeceğini biliyordu.

Hemen o saat aşçı ile hizmetçiyi çağırıp sofra ve yemek hazırlığını gördü. Hizmetçiler zaten bu gibi işlerin acemisi olmadıkları cihetle hazırlığı güzelce yaptılar. Cuzella ise her işi düzenledikten sonra akşamüzeri bahçesine çıkıp içinin de sıkıntısıyla âdeta ziyaret etmedik fidan, gözden geçirmedik çiçek bırakmadı.

Akşam pederi geldiği zaman kızıyla ancak sofra başında görüşebildi. Yarın için tertip olunan ziyafetten sual eyledikçe Cuzella tarafından pek uygun, itaatli cevaplar alınca nişan meselesinde de böyle bir cevap alacağı hülyası ile o meseleyi de tekrar ortaya attı. Lakin kızdan yine şiddetli bir ret cevabı alarak yarın nişan töreninin yapılmasının mümkün olamayacağını anladı.

Yemekten kalktıktan sonra kız, babasının odasına gitmeyip doğruca kendi odasına çekildi ve bir kitap alıp okumaya başladı ise de sofra başında babasına layığıyla cevap verdiğini hatırlayarak kalbi rahatlayıp o gece başka gecelerden daha az elemli vakit geçirdi.

Alfons’a gelince; o da yalnız Pavlos’un zekâsına ve olgunluğuna değil, âdeta en çoğu üç dört yüz bin talerine âşık olduğundan kızını bu adama vermeyi kendisine gaye edinerek fakat kızı tarafından gördüğü ret üzerine “Nasıl yola getirebileceğim?” düşünceleri ile o geceyi hemen hemen gözü açık geçirdi. Ertesi sabah konak içinde ziyafet hazırlığı görülmeye başlandı. Cuzella, uzaktan işaretlerle işleri idare eder, Alfons ise birtakım boşuna telaşlarla halkı nafile yere meşgul ederdi. Nihayet oraca kendi vücuduna lüzum olmadığını kendisi de anlayarak kalktı. “Ben Sinyor Pavlos’un gemisine gidiyorum. Geldiğimiz zaman her şeyi hazır bulmalıyız.” tembihiyle çıktı, gitti.

Şimdi biz burada ziyafetin hazırlanmasına dair geniş bilgi verecek olsak kitabımızı kilerci defterine benzetiriz. Dolayısıyla o bilgiden vazgeçerek Pavlos hakkında biraz bilgi vermeyi münasip saydık.

Dördüncü Bölüm

Yukarıda sözü geçmesi münasebetiyle Pavlos hakkında bir iki söz söylemiş ve bu arada kendisinin Akdeniz’de pek büyük bir tüccar olduğunu haber vermiştik. Lakin Pavlos bu hikâyenin birinci kahramanlarından olmaktan başka, hikâyemizin aşağısına doğru verilecek bilgiden de anlaşılacağı gibi bu adam İspanya’nın millî tarihinde birinci derecede bir adam olup bundan başka Fransa, Fas ve Osmanlı tarihlerince de hayli mühim olduğundan kendisi hakkında hikâyemizin bu cihetine ait olan bilgiyi vermek lazımdır. Bu zatın haber verildiği kadar değil, daha fazla bile zengin olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Zira emrinde bulunan uskunanın, iki kaptan, bir reis, bir hoca, bir lostromo, yani güverte kumandanı, iki dümenci, dört armacı, bir miço, bir kamarot ve üç de tayfadan ibaret bulunan adamlarına ve geminin hâl ve şanına bakıldıkça böyle bir geminin ancak üç, dört yüz bin taler varlığı olan bir adamın maiyetinde bulunabileceği tahmin edilir. Çünkü hesap edilecek olsa yalnız tayfasının maaşı bile yedi bin taleri geçer.

Hikâye okunurken böyle, senede yedi sekiz bin taler yalnız bindiği uskuna tayfasının maaşı olacağı tahmin edilecek kadar şarlatanlar ve hilekârlar bulunabileceği dahi hatıra gelir. Ancak Pavlos için böyle bir şey hatırlamaya imkân yoktur. O biçim şarlatanların hâl ve durumunda mutlaka bu derecede şatafatın yapma olduğunu anlatan ya gurur ya övünme veya gösteriş gibi bir şey bulunacağı aşikâr iken Pavlos’ta böyle bir şeyler görülemezdi.

Kıyafetini yukarıda tarif ettik. Sonra gelip Cuzella’nın huzuruna dahi çıktı ki üzerinde dört parmak bir altın kordon bile görülmeyip her hâli sade ve fakat tavrında görülen büyüklük pek fevkaladeydi. Alfons dahi varlığı hesap edilecek olsa Pavlos’a nispetle bir derece aşağı kalabilecek bir zengin iken hâlâ gözü aç olup hiçbir şeye kanaat edememesi ve her şeye heves edip başarmaya kudreti olmayan heveslerini gönlünü zorlayarak yenmeye çalışması ve hele bulunduğu derecenin üstünde kibar görünmeye gayret etmesi, yaradılışında büyüklük olmadığını ispat edebilir. Pavlos ise bu hâllerin bütün bütün aksine bir tavırda ve hâlde idi.

Kendisi henüz yirmi yirmi iki yaşında genç bir adam olup uzunca boylu ve boyunun uzunluğu balık eti denilecek kadar semiz olan vücuduna görünüşte bir incelik vermiş, incerek bıyıklı, kösece sakallı, mavice gözlü fakat yüzünün hatları bakışlara oldukça güzel görünen bir delikanlı idi. Bu delikanlı gence, yüzünün yuvarlaklığı da ayrı bir güzellik katıyordu. Suretinin bütününde, o kadar zekâ müşahede olunuyordu ki mübalağada mahareti olan bir adam, karşısında bulunan kimseyi sükûtuyla mat eder dese maharetine nispetle mübalağa edememiş olur.

Söz ustası idi. Fakat malum ya söz ustası olanlar cart cart ötmezler. Sözü zamanında ve yerinde söyleyip de az söz söylemekle işi yoluna koyabileceği gibi çok söz söylediği zaman halka usanç vermeyip tatlı tatlı dinlemeye mecbur ederdi.

Müstahzaratına8 nihayet yoktur. Lakin müstahzarat dediğimiz şeyin ne olduğunu bilir misiniz? Eğer gerek başkaları ve gerek kendisi tarafından hazır söylenmiş şeylerin ezberinde olduğuna inandınızsa hata edersiniz. Burada müstahzarat tabirinden muradımız, her mevkiye, her zamana, her hâle mahsus olan cevaplar kendisinin zaten müstahzarı imiş gibi derhâl ağzından fırlayıp inci tanesi gibi saçılmıştır. Yani Pavlos’a pek çabuk anlayışlı desek de olur. Çünkü leb demeden leblebiyi anlamak kendisi için işten bile olmayıp hatta karşısında bulunan adam leblebi dediği zaman verilmesi lazım olan cevaba kadar derhâl meseleyi kavrardı.

Bahsetmediği fen yoktu, söylemediği lisan dahi yoktu diyemeyiz. Zira dünyada iki binden fazla lisan olup bunların isimleriyle mahiyetlerini bilmek dahi büyük bir fen sayılır. Lakin ana dili olan İspanyolcayı ne kadar bilmekte ise Arap, Fransız ve İtalyan lisanlarındaki mahareti ondan da ziyade olup bunlardan başka ikinci derecede olarak Farsça, Türkçe ve Rumca bilirdi. Ancak ikinci derecede bildiği lisanlar dahi olur olmaz adamlar için övünülecek derecedeydi.

Demek oluyor ki Pavlos, zamanının bir tanesi idi. Hayhay! Hem hikâye yazarlarının sırf hayal ile meşgul olduklarına bakarak Pavlos hakkında verdiğimiz malumatı hayal zannetmemeli. Yukarıda dahi dediğimiz üzere bu zatın ismi İspanya, Fransa ve Fas tarihinde geçip Osmanlı tarihlerinde dahi geçmesi lazım gelirken tarihlerimizdeki hadsiz, nihayetsiz noksan sebebiyle anılması unutulmuştur. Durum daha sonra meydana çıkınca malum olur ya…

Yukarıda Pavlos’un Akdeniz’in her tarafında ismi meşhur bir tüccar olduğunu beyan etmiştik. Hâlbuki yine yukarıdan beri hâl ve şanı hakkında verdiğimiz malumata göre bu kadar ilim ve irfanın, bu derece fazilet ve olgunluğun bir tüccar adam için çok görüleceği hatıra gelmiyor mu?

Bizim hatırımıza geldi. Çünkü haber verdiğimiz malumatın derecesi en büyük bir devletin, en büyük bir diplomatı için bile fazladır.

Hem Pavlos gibi bir adam bu kadar şeyi ne zaman tahsil etmiş ve ticaretçe bu kadar namı ne zaman kazanmıştır?

Biz ticaretçe bu kadar namı ne zaman ve nasıl kazandığını bilemiyoruz. Gerçekten bilemiyoruz. Fakat tahsiline ve bir dereceye kadar da hayat hikâyesine dair malumatımız vardır.

Bu adam aslen İspanya’nın payitahtı olan Madrid şehri ahalisinden imiş. Biz onu layığıyla bilemiyoruz. Fakat henüz sekiz yaşındayken Madrid’de cizvitlerin en büyük mektebine girmiş ki bu mektebe on beş yaşından evvel girmek mümkün olamaz. Zira bahsettiğimiz mektep ilk bilgileri öğretmeyip en ileri bulunan öğrencilere mahsustur. İşte Pavlos’un bu mektebe sekiz yaşında girdiğini bilirsek de o zamana kadar ilk bilgileri nerede ve nasıl okuduğunu dahi bilemiyoruz. Şu kadarını biliyoruz ki bu mektepte tam yedi sene okuyup çıkan talebeye fen doktorası verilirken bizim Pavlos bu diplomayı dört senede, yani on iki yaşında iken aldı.

Nasıl aldı diye hayret mi ediyorsunuz? Bunda hayrete mahal yoktur. Her sene kendi sınıfının derslerinden dahi imtihan verdikten sonra, önünde bulunan sınıfın derslerinden dahi imtihanı geçeceğini istida eder ve o imtihanı geçip bir sınıf üst tarafa kadar atlardı. Zira Pavlos için huzur ve istirahat haram olup belli olan vakitlerde kendi sınıfının derslerini ezberledikten sonra, istirahat, oyun ve uyku için ayrılan vakitlerde de bir üst sınıfın dersleriyle meşgul olurdu. Yalnız belli olan yemek vaktini yemek için kullanırdı.

Hem tahsilde gayretinin şaşılacak ciheti yalnız bundan ibaret değildir. Fransız ve İtalyan lisanlarını tamamıyla ve Arapça ile Farsçanın ilk bilgilerini dahi yine bu müddet içinde öğrenmişti.

Bizim Pavlos’un hâllerinde gariplik görüp şaşıyorsunuz öyle mi? Öyleyse bir garipliğini daha görüp daha ziyade şaşınız.

Pavlos, Cizvit mektebinden diploma hem de pek iyi derecede diplomayı alarak çıktığı zaman, tam İspanya devletinin, bir taraftan İngiliz politikaları ve bir taraftan sömürgeleri bulunan İtalyan gayretkeşleri arasında bulunup, diğer taraftan da Cezayir korsanlarının bütün İspanya kıyılarını yağma ettikleri zamandı. O zaman İspanya’da Üçüncü Charles hükûmet etmekte olup tarihlerde Üçüncü Charles’ın hükûmet süresi aranırsa İspanya’nın nasıl bir felaket içinde bulunduğu görülür.

Bizim şeytan Pavlos, henüz büluğa erip de dünya demenin neden ibaret olduğunu yaradılıştan anlamaksızın zekâsıyla anlayıp, dünyada şanla ömür sürmenin, büyük bir servete sahip olmaya bağlı olduğunu bile kestirmişti. Yalnız bu değil, öyle kolayca ve çabuk zengin olmanın, politika işlerine girmeye bağlı olduğunu da anlamıştı.

Bu anlayış üzerine İtalya’yı İspanya’dan ayırmak isteyen partiye mahrem ve İngiliz politikasına alet olan güruha yaklaşmış olduğu gibi İspanya kıyılarını kasıp kavuran Araplarla bile muhabereye başladı. Gerçi kendisi on iki on üç yaşında bir çocuk idi. Fakat yaptığı hizmetlerde çocukluk hâli mâni olmak şöyle dursun, faydalı bile oluyordu. Zira akıl ve olgunluğunun pek pirane9 olması hizmet ettiği kesimlerce kabul edildikten sonra çocuk olması ve fakat pek zeki bulunması dahi İspanya hükûmet adamlarının kendisine iltifat etmelerine yol açtığından işte bu suretle hem İspanya’nın en büyük dairelerine girer çıkar ve hem de nihayetsiz irfanıyla kendi devletine karşı yukarıda geçen teşebbüslerde bulunabilirdi. Ama diyeceksiniz ki bu bir vatan hainidir. Hıyanet başka bir şeydir, dirayet başka. Sözün kısası, İspanya devletinin muhaliflerince bu çocuğun önemi o kadar arttı ki her politikanın mihveri kendi elinde gibi bir dereceyi buldu. Pavlos’un bu kadar başarılı hareketleri yedi sekiz sene kadar devam edebildi. Bu devam ise başarısının en büyük derecesine delil olabilir. Çünkü en tehlikeli bir işte bile asla ipucu vermeyerek bu kadar müddet devam etmek, yarım asır tecrübeler arkasında zaman geçirip de güya kemale varmış olan yaşlılara bile nasip olacak bir şey değildir.

Nihayet Cezayir korsanlarıyla muhaberesi olduğu bu işe dair mektuplardan birisi ele geçmekle meydana çıktıktan sonra İtalyalılar ile münasebeti olduğu dahi bazı casusların araştırması ile ispatlanmış ve o zamanlar İspanya’da İtalya politikasına taraftar olanlar en büyük cezalara çarptırıldıkları gibi, korsanlık işinde parmağı bulunanlar dahi hatta muhakeme edilmeden asılıp idam edilmekte olduklarından Pavlos yakayı ele verdiğini sezer sezmez hemen kapağı Cezayir’e atarak canını kurtarmıştı ki bu firar Üçüncü Charles’ın hükûmetinin son senesi olan 1788 senesinde idi ve o zaman Pavlos dahi henüz yirmi yaşına varmıştı.

Bizim şeytan yavrusu Pavlos, tuttuğu işlerde her ne kazanıyorsa Cadiz’de ticaretle meşgul olan bir zata gönderiyordu. Bu zat yalnız Pavlos’un ortağı demek değildi. Sırlarının da ortağı olup gerek Cezayir ve gerek Fas aşiretleriyle yaptığı haberleşmeleri onun vasıtasıyla yapardı.

Cezayir’e gidişinden sonra Pavlos, Fas taraflarının ihtilal üzere bulunmasını vesile edinerek oraca da memleket işlerine parmak dolamak için kalktı, Fas’a gitti.

Fas’taki ikamet süresinin ne derecede önemli olduğunu anlamak için o zaman Fas’ın ne durumda olduğuna dair biraz malumat vermek lazımdır.

Durum Fas tarihlerinde dahi yazılı olduğu üzere Fas padişahlarından Mevla İsmail 1670 senesinden 1727 senesine kadar, yani yarım asır müddet hükûmet ederek bu müddet zarfında deftere geçmeyen bazı kadınlardan başka, tam sekiz bin kadını odalık almış ve bunlardan deftere geçmiş sekiz yüz yirmi beş oğul ile üç yüz kırk iki kız doğmuştur.

Kendisi 1727 tarihinde vefat ettiği zaman erkek çocuklarından hangisinin şah olacağı hakkında halk ve taraftarlar arasında büyük bir kavga çıktı. Bu kavga üzerine dökülen kanlar haddini aştı. Bu anlaşmazlık üzerinden seneler geçtiği hâlde bir türlü halledilemeyip nihayet 1757 tarihinde hükûmetin başına geçen Mevla Sidi Muhammed, ortalığa düzen vermeye muvaffak oldu.

Fakat o zaman Sidi Muhammed’in verdiği düzen pek ehemmiyetliydi. Âdeta Avrupa düzenlerini kendi memleketinde yerleştirmeye teşebbüsle, birçok düzenlemeyi icra ve birtakım medeniyet ve ilerleme sebeplerine tevessül ederek hatta her sene birkaç talebeyi tahsil için İspanya mekteplerine talebeler göndermeye dahi başlamıştır. Lakin yine hesaba sığmaz birtakım prenslerin baştan çıkarmalarıyla yeni düzenlemelerin gâvur icadı şeyler olduğu ve şeran bu gibi bidatlerin kabul edilebilir olmadığı fikirleri halka yayılıyordu.

Bu yayılmaların ne kadar ehemmiyetli olacağı düşünmeye değerdir.

O kadar ehemmiyeti vardır ki işin üzerinden bir buçuk iki sene kadar vakit ancak geçerek büyük bir mutaassıplar fırkasının isyan bayrağını açmasıyla artık seller gibi kanlar akmaktan geri durulmadı.

İşte bizim Pavlos tam 1789 senesinde baş gösteren bu büyük ihtilalden bir sene önce Fas’a ayak basmıştı ki işe ne kadar mevsiminde yetişmiş olduğu ve böyle umumi bir kargaşalık arasında ne gibi külahlar kapmış olacağı ortadadır. İhtilal baş gösterinceye kadar Pavlos eline giren serveti hep Cadiz’e gönderip ihtilalin çıkması üzerine kaptığı külahları dahi oraya göndermekten geri durmadı.

Ancak bir hafta içinde birkaç renge giren ihtilal boraları, bir aralık kendi hizmet etmekte olduğu fırkanın aleyhine dönmekle Pavlos bu değişikliği de vaktinde haber alarak gizlice Tanca’ya ve oradan da deniz yoluyla Cadiz’e kapağı atmıştı.

Atmıştı ama Cadiz’de, asıl kendi gerçek namıyla yaşamak mümkün müydü? Heyhat! Namını değiştirme değil hatta simasını bile değiştirmeye mecbur idiyse de işin bu derecesine kadar muvaffak olamayacağı ortada bulunduğundan ileride işe bir suret verinceye kadar Cadizli ortağının evinde gizlenmeye mecbur olmuştur.

Bu gizlenme müddeti de ferah ferah iki sene kadar uzadı. Ancak bu müddet zarfında bütün bütün mahpus gibi bir hâlde de kaldı. Aralıkta bir öteye beriye seyahatler dahi ederdi ki Cartagena’ya gelip Cuzella’yı tanıması bu seyahatler esnasında vuku bulmuş ve nihayet mutlaka Cuzella’yı nişanlamak kararıyla, bu kere dahi yukarıda yazılı olduğu gibi Cartagena’ya gelmişti.

Pavlos hakkında buraya kadar verdiğimiz malumat üzerine, bizim için iki şekilde şüphe kapısı açıldı. Birisi bu adamın ticaret hususunda rivayet edilen şöhreti ne zaman kazanmış olmasıdır ki buna siz de şaşınız, biz de şaşalım. İkincisi ise Pavlos’un Cuzella’ya nişanlanmaya bu derece meyletmesine ve kendisi beğenilmeyecek koca olmamasına karşılık Cuzella’nın bu herifi sevmemesinin sebebidir.

Pavlos’un Cuzella’ya gösterdiği meyil ve rağbetin sebebi pek sade olup bu ise o asırda hemen bütün İspanya içinde fazilet ve irfanca kendisine denk olabilecek Cuzella’dan başka kız olamamasından ibarettir. Cuzella’nın bu zata nefret göstermesi dahi bizim kocakarıların tabirince “perisi hoşlanmamış” olmasından başka bir şeye yorulamaz.

İşte, hikâyemizin şimdiki derecesine göre aldığımız bu kadar malumatla yetinmeye mecburuz. Bu malumat üzerine icap eden izahatı, bize hikâyenin ilerisine doğru devam etmemiz verecektir.

Beşinci Bölüm

Sinyor Alfons, Sinyor Pavlos’a çekeceği ziyafeti tedarik edenleri bir takım telaşlı kumandalar ile boşuna meşgul etmemek için geldiği zaman, her şeyi hazır bulmak tembihleriyle çıkıp gittiği vakit, kararı gereğince doğruca iskeleye ve Pavlos’un uskunasına gitti.

Pavlos bu ziyarete bir nevi kendi ziyaretinin iadesi manasını vererek Alfons’u o yolda kabul etti. Hatta ziyaretinin iadesinde kendisinin Matmazel Cuzella tarafından da vekil olup olmadığını sorarak üstü kapalı şekilde kızın da niçin gelmediğini sorduğunda Alfons bu sorudan Pavlos’un meramını anlayıp Cuzella konakta kendisiyle uskuna ve çektiri kaptanları için bir kuşluk ziyafeti tertibiyle meşgul olduğunu söyledi ki bu şekilde kendilerinin davetli olduğunu da Pavlos’a anlatmış oldu.

Damat efendi işbu daveti memnunen, hem de fevkalade bir memnuniyetle kabul etti. Zira kızın yanında ne kadar çok bulunsa sevgisini kazanabilmek hususundaki muvaffakiyetinin de o kadar kolaylaşacağını hesap ediyordu.

Sofranın öğleyin hazır bulunması verilen karar gereği olduğundan tam zeval vakti Alfons ile Pavlos, kaptanları dahi beraber alarak konağa yöneldiler.

Geldiklerinde her şeyi hazır ve amade bulup hatta Cuzella giyinmiş kuşanmış olduğu hâlde kendilerini karşıladı.

Bu karşılama Cuzella için Pavlos gibi muhterem bir misafir hakkında yerine getirilmesi lazım gelen hürmet ve tazimi icradan ibaret idiyse de babasıyla Pavlos, yavaş yavaş imana gelmesine delil olduğu zannıyla pek ziyade memnun oldular.

Uskunanın kaptanı Jeany, henüz Cuzella’ya takdim edilmemiş olduğundan takdim edildi. Ve kaptan Cuzella’yı ne kadar hürmetle selamladıysa da Cuzella ondan aşağı kalmayan bir hürmetle selamını aldı.

O gün Pavlos ayağına bir siyah pantolon ve arkasına da yine siyah renkli kadifeden yapılmış gömlek giymiş ve onun üzerine de yine siyah kadifeden bir ceket giymişti. Kaptanların ikisi de o zaman maiyet gemileri kaptanlarına mahsus olan formayı giymişlerdi. Cuzella turuncu canfesten bir fistanı kendisine pek ziyade yakışık aldırarak giymiş ve babası ise her günkü kıyafetini asla bozmamıştı.

Gerçi misafirler yemeği hazır buldular. Lakin Cuzella’nın öğretmeni Marie dahi davetli olup henüz gelmemiş bulunduğundan biraz vakit onu beklemek lazım geldi. Bu vakti Cuzella kaptanlara iltifat ve Pavlos’un bazı kinayeli sözlerine mukabele ile geçiştirdiği gibi Alfons dahi kâh Pavlos’un yüksek fikirlerine şaşmak ve kâh kızına evlilik tekliflerinin kabulünü ima eder manalı laflar atmakla geçirmiştir.

Bu müddet yarım saat kadar uzadı. Nihayet Marie de görünerek Marie’nin misafirlere takdimi kaidesi icra olunduktan sonra hep birlikte sofraya oturuldu. Sofra üzerinde cereyan eden hâllerden birinci derecede dikkati çeken şey, Alfons’un, haddizatında oldukça oburlardan iken güya Pavlos’a bir nevi kibarlık göstermek gayretiyle yemeği kasten az yemesi ve Pavlos’un ise güya kendi sofrasında imiş gibi teklifsiz ve tekellüfsüz, istediği gibi yemek yemesi idi.

Lakırtı sırasına gelince, misafirler gemici bulunmak hasebiyle en evvel birkaç günden beri esmekte bulunan havalara dair birkaç kelime söylendi. Sonra yemeklerin güzelliğinden ve sofranın intizamından bahsedildi. Nihayet Alfons’un sırıtarak, yılışarak söz açması üzerine evlilik bahsine geçildi.

Alfons: (Marie’ye) “Rahibe kısmı evlilikten nefret göstereceğine dair verdiği sözü, ilk söz verdiği günkü kalbî kuvvet gibi bir kuvvetle muhafaza edebilir mi?”

Marie: (büyük bir zarafetle) “Efendim, bir şey sual ettiniz ki ehemmiyeti, bizim insanlık havsalasına sığmayacak.”

Alfons: “Niçin?”

Marie: “Çünkü kalp üzerine bahis açtınız. Kalplerin sırlarını bilmek kime nasip olur ki hatta o bilgiye dayanarak bir hüküm verebilmek mümkün olsun?”

Pavlos: “Evet, güzel cevaptır doğrusu.”

Alfons: “Hayır, muradım o değil. İnsan bir kere de kendi kalbine müracaatla bir nispet buldurabilir ya!”

Marie: “Buldurabilir ama bütün âlemi kendi kalbinin hissine tatbik etmekteki hata dahi ne büyüktür! Ya benim kalbimde kuvvet olmayıp da dün verdiğim sözü bugün geriye alacaksam, yirmi beş sene evvel verdiği sözü bugün hâlâ takviye etmekte bulunanları dahi kendi kalbimin hissine mi tatbik edeyim?”

Alfons: (kızına) “Bu konudaki senin fikrin nedir kızım?”

Marie: (öğretmenlik salahiyetiyle kıza söz bırakmayarak) “Bu konuda Cuzella’ya henüz herhangi bir düşünce telkin edildi mi?”

Alfons: “Eninde sonunda edilecek değil mi?”

Marie: “O hâlde sualinizi dahi, o telkin verildiği zaman sormak lazım gelmez mi efendim?”

Pavlos: (kıza hoş görünmek suretiyle yaranmak için) “Evet, hak yine öğretmen cenaplarının elindedir. Bir kimseye henüz fikrinin ermediği şeyden sual edilemez. Mesela, bendeniz yirmi iki yirmi üç yaşında bulunduğum hâlde doksan yaşında ihtiyarların özel hâllerinden mesul olamam. Çünkü bu, tıpkı okumadığım bir ilimden mesul olmama benzer.”

Lakırtı bu tarafa yöneldikten sonra, aradan biraz vakit dahi susmakla ve biraz da kaptan efendilerin evli olup olmadıklarına dair konuşmalarla geçti. Sonra yine Alfons’un başlamasıyla şu suretle bir lakırtı açıldı.

Alfons: “Bana şu bahiste bir kanaat veremediniz gitti. Öyleyse bakalım, Marie Cenapları’na soralım ki bizzat kendisi verdiği sözden memnun mu kalmıştır?”

Marie: “Ben böyle bir hitaba muhatap olabilecek zamanı da aşırdım. Artık elli yaşıma geldiğim hâlde…”

Alfons: “A canım, vaktiyle diyorum, vaktiyle.”

Marie: “Efendim, insan kısmı acayip bir hayvandır. Başka hayvanlar her hususta birbirlerine benzerlerse de insan böyle değildir. Fikrine her gün değil, her saat birbirine uymayan bin şey gelir. İşte bu sebepten, yani insanları aynı şekilde hareket ettirmek arzusundan dolayıdır ki kanunlar konulmuş ve her mesele belli kanunların hükümleri altına alınmıştır. Bu hâle göre bir rahibe için her şeyden evvel, bir kere söz vermek lazım. Söz verdikten sonra artık kendisine pişman olup olmadığı sual gerektirmeyip o konuda tabi olduğu kanunun kendisine ne derecede elverişli davrandığını düşünmek gerekir.”

Pavlos: “Allah için bu cevap çok yerindedir. Pek haklıdır, bakınız ben de size şu ciheti söyleyeyim. Bazı delikanlılar dahi evliliğin, güya bazı mertebe külfetleri varmış diye evlenmek istemezler. Lakin bir aile saadetini düşününce mutlaka yürekleri yumuşar. Şu kadar var ki bunlar kendilerine yasak edilmediğinden pek canları isterse yine evlenebilirler. Eğer onlar dahi bir söz vermiş olsalar yürekleri yumuşadığı zaman dahi evlenememeleri lazım gelirdi. Rahibeler gibi.”

Marie: “Bulunduğumuz mevkiye göre cemiyeti artık bu bahiste devam etmemeye davete yetkim vardır zannederim.”

Pavlos: “Vardır efendim.”

На страницу:
3 из 17