bannerbanner
1001 Kelime 1001 Hüzün
1001 Kelime 1001 Hüzün

Полная версия

1001 Kelime 1001 Hüzün

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4
63 | Cidal (Ar.) : Savaşma, cenk. Ağız kavgası, çekişme

Kösem Sultan, işlediği cinayetten dolayı yüz gösterebilecek her ihtimali hesaplamış ve nefsini o ihtimallere göre hazırlamış bulunuyordu. Oğlunun uzun bir cidale atılmak şöyle dursun, küçük bir araştırmaya bile kalkışamadığını, candan bağlı gibi göründüğü kadının ölümünü delice bir tevil ile âdeta tabii bularak gülmeye koyulduğunu görünce şaşırmaktan kendini alamadı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 158-159)

64 | Cihangir (Far.): Dünyanın büyük bir bölümünü eline geçiren kimse, fatih

Şimdi onlar görünüşte karı koca gibi yaşıyorlardı, hakikatte ayrı düşüp ayrı kalkıyorlardı. Temuçin, Güncü’nün muhabbetinden daha yüksek emeller peşindeydi, cihangirlikler kuruyordu. Bu sebeple de güzel kadının şu istiğnasından küçük bir teessür duymuyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 89)

65 | Cüda (Far.): Yurt, baba ocağı gibi çok sevilen şeylerden ayrılmış olan, uzak kalmış olan

Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burun-larından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 58)

66 | Cürmümeşhut (Ar.): Suçüstü

Lakin aşk hatıralarıyla dolu bir yerde ve Tuman Ağa’nın zarif hayaliyle ruhunu karşılaştırdığı bir sırada yeni bir kadın mevzusuna gönlünde yer vermekten sıkılmıştı. Bu sebeple cürmümeşhut hâlinde yakalanan bir çocuk gibi Hızır Hoca’nın mektubunu cebine soktu ve bahçeden savuştu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 123)

67 | Çeşmiçerez (Far.): Göz çerezi

Muhit ve zaman bakımından bu muhakeme tarzı, şüphe yok ki, doğruydu. Gözle, dille, elle, kalemle de namussuzluk yapılabileceğine o devirde inanılmazdı. Şunun bunun kızına, oğluna yer gibi, ısırır gibi bakmaya çeşmiçerez yahut göz zinası derler ve bu kepazeliği hoş görürlerdi. Komşunun evine gireni, çıkanı tarassut etmeyi vazife telakki ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 294-295)

d

68 | Dalalet (Ar.): Sapkınlık, doğru yoldan ayrılma

Mahkûm yaşamak için halkolunmuşken yanlışlıkla ve birtakım tesadüflerin zoruyla hâkim mevkisine düşen fertlerin ve cemiyetlerin hepsinde bu hâlet, yani esirliğe iştiyak dalaleti görülür. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 126)

69 | Daüssıla (Ar.): Yurt özlemi

Cebe bu harpten sonra orduyu Söbütay’ın emrinde bıraktı, Karakurum’a döndü. Daüssılaya tutulmuştu, öz yurdunun iştiyakıyla manevi ızdıraplar geçiriyordu.

(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 263)

70 | Debdebe (Ar.): Görkem

Türk haşmetine Avusturya debdebesiyle karşılık vermek isteyen imparator da baştan aşağı demir kaplı süvarilerini, parlak kostümlü piyadelerini sıralayarak kalabalığa müsellah bir enginlik katmış bulunuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 130)

71 | Deraguş (Far.): Kucaklama, sarma

Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 15)

72 | Derpiş (Far.): Öngörme, göz önünde tutma, aklından geçirme

Bu mukayeseden muazzep olan Kör Mahmut, bir an için Emire Zeynep’ten ayrılmak fikrini derpiş etmek istedi. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 259)

73 | Deruhte (Far. + Ar.): Üzerine alma, üstlenme

Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 28)

74 | Devriâlem (Ar.): Dünyayı dolaşma

Halam akşam yemeği için beni Lincoln Otelinde bekliyordu. Beni kucakladığı zaman sevincinden ağladı ve zannederim ben de devriâlem seyahatinden gelmiş olsaydım onu görmekle daha ziyade sevinmezdim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 124)

75 | Didar (Far.): Yüz, çehre

“Ne Musa…” dedi. “Bu nimete erdi, ne Harun ne Davut bu ikbali gördü, ne Süleyman! Ulu Tanrı işte mübarek cemalini görmekliğimi, mübarek ayaklarına yüz sürmekliğimi nasip etti. Ben, ceddin büyük Süleyman Hazretleri’nin, deden rahmetli Selim Sultan’ın, cennetmekân pederiniz, Murat Han’ın dahi ayaklarına yüz sürmüşüm, iltifatlarını görmüşüm. Fakat bu güne dek cenabınızın didarını yakından görmek, ayağını öz ağzımla öpmek müyesser olmamıştı.” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 298)

76 | Dilaver (Far.): Yiğit, delikanlı

Kara Abdurrahman’la arkadaşları, yine vakur ve yine kayıtsız salonda sıralanmışlardı. Ne o iç gıcıklayan esrarlı ışıklar ne o tutam tutam sırmalar ve kucak kucak yaldızlar ne de havayı şaraba çeviren nefis kokular, tekellüfsüz bir gururun riyasız vakarını bakışlarında yaşatan bu dilaver Türkleri hayrete düşürmüş değildi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 205)

77 | Dilber (Far.): Alımlı, güzel kadın

Fakat göçün neşesi genç kızlar kümesinde görünürdü. Oynak atlara binmiş olan bu coşkun kanlı dilberler, mütemadi oyunlarıyla ve terennümleriyle göçe şen bir hava püskürürlerdi. Birtakım kızlar da millî sazlarıyla millî şarkılar teganni ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 86)

78 | Dimağ (Ar.): Beyin, bilinç, zihin

Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 34-35)

e

79 | Ecnebi (Ar.): Yabancı

Yüksek duvarlı, taş kuleli, demir kapılı, geniş hendekli sefarethanelerin icabında kale rolü oynayacağı düşünülerek böyle bir akıbete yol açtırılmamak devlet ulularınca en mühim vazife sayılıyordu, elçilerin tasarladıkları yapı işleri için yerli usta ve amele kullanmalarına ise kimse razı olamıyordu. Zira -para ile de olsa- bir Osmanlı’nın ve hele bir Müslim’in ecnebiye hizmet etmesi şerefsizlik tanılıyordu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 210)

80 | Efkârıumumiye (Ar.): Kamuoyu

Tahsil görmüş kimselerin çoğu ilgisiz, kuruntusuz hiçbir azap duymadan kendilerini rezilete kapıp koy vermektedirler. Bizde ceza kanunundan ve -tabir caiz ise- efkârıumumiye denilen millî vicdandan başka bir müeyyide kalmadığına göre böyle bir azap duymaya mahal kalır mı? (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 72)

81 | Efrat (Ar.): Bireyler, fertler

Ordu: Yüz, bin ve on bin kişilik kıtalardan mürekkeptir. Silahları muhafazaya memur zabitler onları bizzat kendi elleriyle neferlere teslim ederler. Harpten sonra silahlar depoya bırakılır. Efrat, silahlarını kışın ava gitmek için de alabilir.(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 289)

82 | Ehemmiyet (Ar.): Önem

Eğer bir an dikkat gevşeyecek olursa hataya düşülür. Bunun neticesi olarak ya ziyan edilir yahut oyun kaybolur. Bundan başka hareketler yalnız mütenevvi değil aynı zamanda ehemmiyet itibarıyla de birbirine eşit olmadığı için bu gibi hatalara düşmek ihtimali pek çoktur. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 197)

83 | Ekseriya (Ar.): Genellikle

Fakat aşk, tende can, çiçekte ıtır gibi sezilip de tarif olunamayan ilahi sırlardan, samedanî muammalardandı. Taalluk ettiği ruhu kemale ulaştırmakla beraber, o ruhun mahfazası olan bedeni ekseriya alil eder, zelil eder. İdrake, cila, kalbe-garip bir istiğna verdiği hâlde, ışığına layık gördüğü kimseleri hemen hemen daima, derbederliğe sürükler, sefil eder. Böyle her kudretten üstün bir kudreti kavramak hünerdi, din olarak tarif etmek marifetti. Bafa, işte bu hüneri ve bu marifeti de gösteriyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 99)

84 | Elem (Ar.): Acı, üzüntü, dert, keder

Kara Mehmet, kendi bileğindeki kuvvetten bir parça koparıp da kadınların pamuk bileklerine aşılayamadığı için elem çekiyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 95)

85 | Emel (Ar.): Gerçekleştirilmesi zamana bağlı istek

Hayatı ve ölümü aynı şekilde korkunç bularak kâh dinsiz kâh hurafelere inanır bir şaşkınlık içinde yıllarca kalmış. Bu kadarı yetmiyormuş gibi hayatının sonlarında bundan daha müthiş azaplara düşmüş. Emellerinin hedefi elemlerinin kaynağı olmuş.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)

86 | Encam (Far.): Son, işin sonu

Allah encamımızı hayretsin. Biz boşuna akan bir suya benziyoruz. Kaynağımıza bakan yok. Bu bakımsızlığın sonu çok kötüdür.(M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 87)

87 | Esatirî (Ar.): Mitolojik, efsanevi

Taraskonluların indinde Cezayir, Afrika, Yunanistan, İran, Elcezire pek müphem, hemen esatirî bir memleket teşkil eder. Bu memlekete Törler yani Türkler ismini verirler. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 42)

88 | Esbabımucibe (Ar.): Gerekçe

Casus Lehli, uzun bir lahza düşündükten sonra imparatora esbabımucibeli bir hareket planı çizdi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 276)

89 | Eşhas (Ar.): Kişiler, şahıslar

Çoğu kırlardan ve kasabalardan uzak mahallerde yapılan bu kervansarayların her biri, nereden geldiği belirsiz birtakım eşhasın eline geçmişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 85)

90 | Etvar (Ar.): Tavırlar, hâller, davranışlar

Kıyafetinin, kıyafeti gibi etvarınında son derece sadeliği, şüphe götürmeyen amirlik sıfatını, icabında mazur gösterebilirdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 35)

f

91 | Fahur (Ar.):Çok övünen, çok böbürlenen

Daracık sokaklardan -dünya güzelinin hayaline sarılarak- ferih ve fahur süzülüp geçiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 196)

92 | Faikiyet(Ar.): Üstünlük, yükseklik

Dikkat tamamıyla ve kati olarak lazım olmadığı için oyuncuların en çok zekâ ve en sürat intikal sahibi olanı bütün faikiyetleri elde eder. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 197)

93 | Faraziye (Ar.): Varsayım

Şimdi bir şahıs bekliyorum ki bu kasaplığın faili olması ihtimali vardır. Bu adam irtikâp olunan cinayette kısmen methaldardır İhtimal ki cinayetin feci kısmında kısmen masumdur. Bu faraziyede aldanmadığımı ümit ederim. Çünkü muammanın hallini bu faraziye üzerine istinat ettiriyorum. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 216)

94 | Fariğ (Ar.): Vazgeçmiş, çekilmiş; sıkıntısız, rahat

Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 49)

95 | Fasit (Ar.): Kötü, bozuk, ara bozucu, fesat çıkaran, müfsit

Yaşayışta ve gösterişte biri öbüründen geri kalmayan zorbaların iş çıkarmak ve iş başarmak bahsinde Nakilci’ye tekaddüm hakkı vermeleri, ocak ustalarının fitne uyandıracakları zaman son sözü Nakilci’ye bırakmaları, saray ve Babıali ricalinin ocağa taalluk eden işlerde ilkin Nakilci’yi hatırlamaları da hep o fasit zekâdan ileri geliyordu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 252)

96 | Fazilet (Ar.): Erdem

Krallar, yüksek aileler, zümreler ve ahali hep kendilerine mahsus inanışlara ve ihtiraslara maliktirler. Çok kere onlara eğri yollardan hizmet etmek lazımdır. Allah ve insanlık ise bizden yalnız fazilet bekler. (Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 76)

97 | Fecaat (Ar.): Çok acıklı, yürekler acısı durum

Fakat Teodosya’nın Dimitri İştovan’ı örnek göstererek Türklerle yüz yüze gelmekteki fecaati izah etmesi üzerine şuur altına atılmış bütün o endişeler şaha kalkmış ve zavallı muhafızın hâli tamamıyla başkalaşmıştı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 177)

98 | Fecir (Ar.): Tan vakti, tan kızıllığı

Fecirle beraber yedi arkadaş, bulundukları odadan çıkmışlardı. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 22)

99 | Feragat (Ar.): Hakkından kendi isteğiyle vazgeçme

İşte nihayetsiz bir feragat içinde sessiz bir köşeye çekilerek gençliğimin en hararetli yıllarını beyaz bir sükûn içinde geçiriyorum. Bu yaşta, bu güzellikle böyle hayata arka çevrilir mi diyenlere ehemmiyet bile vermiyorum. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 68)

100 | Ferahfeza (Ar. + Far.): Ferah artıran, ferahlatan

Hava temiz, sular latif, mevki de cidden ferahfeza olduğu için Kör Mahmut, burada bir müddet meks edilmesini babalığından rica etmişti. Oğulluğunun arzusunu kendi meramına muvafık gören Küçük Ahmet, on gün kadar Erciyes eteklerinde tevakkuf edilmesine emir vermişti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 209)

101 | Ferih (Ar.): Çok sevinçli, neşeli

Müttefik ordunun İskender Köprüsü’nden ferih ve fahur geçmesine meydan verdiği için azlolunan Kırım Hanı Selim Giray da bu meyanda yeniden hanlığa getirilmişti. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 374)

102 | Fettan (Ar.):Fitneli, karıştırıcı, gönül ayartıcı, cilveli

Evet, fettan kızın bütün o hiddetleri, şiddetleri -şehzadenin kendini son derece beğenmesinden istifade ederek- meşru bir izdivaç kabul ettirebilmek hülyasından ileri geliyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 93)

103 | Feveran (Ar.):Fışkırma, kaynama, birdenbire öfkelenme, köpürme, parlama

Sultan Mehmet’te böyle bir merak yoktu. O, sade gazap hâlindeydi. Zira ayak divanında kendini sövülmüş, dövülmüş sayıyordu ve o gün bin zincirleme hakareti yapanlardan ikisini karşısında görür görmez -zebunküşlere yakışan bir feveran ile- mücessem gazap kesilmişti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 362)

104 | Fevk (Ar.): Üst, yukarı

Şu hâlde Bafa, devrin telakkileri fevkine çıkıyor, saray ananelerini tekmeliyor, ahlak kaidelerine tükürüyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 117)

105 | Fevkalbeşer (Ar.): İnsanüstü

Yine ulcaştılar ve dualarını tekrar ettiler. Timur, Zühre yıldızını almak istediğini söylese aynı şeyi yapacaklardı ve hiçbir hayret eseri göstermeyeceklerdi. Çünkü onlar, o her biri Timur namına bir taht devirmiş ve bir ülke almış kahramanlar, efendilerinin fevkalbeşerliğine iman eden kimselerdi.(M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 184)

106 | Fezahat (Ar.): Rezillik, ayıp, rüsvalık

Lakin yeniçeriler, tıpkı mecrasından ayrılıp günde bir yatak değiştiren tabiat dışı bir nehir gibi devirici, yıkıcı bir coşkunluk içinde cinayetlerle, fezahatlerle, şenaatlerle dolu bambaşka bir tarih işliyorlardı. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 50)

107 | Filhakika (Ar.): Gerçekten, doğrusu, hakikaten

Filhakika benim de o zamana kadar bundan başka yaptığım hiçbir iş yoktu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 43)

108 | Firaklı (Ar.): Üzüntülü, dokunaklı, içe işleyen

Nihayet kadın öldü ve en firaklı ciheti, öldüğü sırada son durumunu anlayacak kadar aklı başında imiş. Bütün hayatında tavsiyeleriyle hareket ettiği kimseler tarafından hor görülüp soyulduğunu anlamış.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)

109 | Fütur (Ar.): Bezginlik, umutsuzluk, usanç

Başının püsküllü belası gene o deve! Trenin arkasında rayların üstünde yeise düşmeksizin trene yetişmek azmiyle salla pata pergellerini açan zavallı deve!.. Tartaren yeis ve fütur içinde bir köşeye büzüldü ve gözlerini kapadı. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)

g

110 | Garabet (Ar.): Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık

Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 90-91)

111 | Garp (Ar.): Batı

Cengiz Han, teenni eder görünmekle beraber âdeta sabırsızlanmıştı, bir ayak evvel garba dönmek, Harzem’den Bağdat eteklerine kadar uzayan topraklardaki Türkleri de kendi bayrağı altına almak için hummalı bir iştiyak taşıyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 227)

112 | Gaşyolmak (Ar. + T.): Kendinden geçmek

Bektaş, kendi hayatının hususiyeti dolayısıyla platonik bir aşkın zevki içinde gaşyolup gitmek istiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 267)

113 | Gaybubet (Ar.): Göz önünde bulunmama

Fakat ben bu haberden ne mütehayyir ne de müteessir göründüm. Hatta şu gaybubetinin uzun sürüp sürmeyeceğini de sormadım. Onun bu ağzı kullanacağını biliyordum. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 45)

114 | Gayritabii (Ar.):Sıra dışı, acayip, acayip bir biçimde

Üç yüz erkeğin arasına bir kadın karışması hiçbir gayritabiilik uyandırmış değildi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)

115 | Gayur (Ar.): Gayreti olan, gayretli, çok çalışkan

Pek öyle sıkı sıkıya kendimi kapamadım, öyle yapsaydım sıkıntıdan boğulur ölürdüm; fakat kendimi, evham ve hayalatın düşmanı olan faal, gayur, ihtisasçı ve pek meşgul, fikir adamlarının çerçevesi içine aldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 213-214)

116 | Gazap (Ar.): Öfke, kızgınlık, hiddet

Mevlevi Mehmet, celladın da vazifedenistinkâf ettiğini görünce gazaba geldi, kendi eliyle padişahı boğmak emeline kapıldı ve bunu yapamayacağını kestirdiğinden eline bir sopa alıp dışarı fırladı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 334)

117 | Gıllıgış (Ar.): Kin, gizli ve kötü amaç

Zavallı Mahmut’un niyeti saftı, gönlünde gıllıgış yoktu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 419)

118 | Güruh (Far.): Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk, derinti, sürü

Ulema güruhu tamamıyla maksada bağlanmış olduğundan, saraya karşı müttehit bir cephe alındığından artık Fatih Camisi’nde durulmak abesti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 285)

119 | Güzide (Far.): Seçkin, seçilmiş, seçme, aydın, okumuş

Şehrin kadın erkek bütün güzideleri mutlaka orada bulunacakmış, şayet ben gitmezsem toplantı hiçbir şeye benzemeyecekmiş. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 78)

h

120 | Hacalet (Ar.):Utanma, mahcubiyet, utangaçlıkla şaşırma

Omuzlarını çökerten, saçlarını ağartan, sıhhatini kurutan hacaleti ve sefaleti, hiç olmazsa mezarın eşiğinde bırakmak, sükûn içinde ebediyete kavuşmak ihtiyacını besliyordu.(M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 346)

121 | Hacbetmek (Ar.): Mirasın tamamından veya bir kısmından menetmek

Vârisler bunu haber alınca çok sinirli oluşunu bahane ederek deli diye onu kapatmışlar ve kendisini hacbederek servetini idare ettirmişler.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)

122 | Hadise (Ar.): Olay

Bu kız, madamın korku içinde titreye titreye yatağa atılışıyla bahçıvan yamağının şu vakitsiz gelişinde bir münasebet tevehhüm ettiğinden, efendiden önce karısına haber verilmesini münasip gördü ve hemen yukarı koşarak, uykusuz gözlerinde bahçedeki hadisenin izleri nemlenen Madam Mari’ye keyfiyeti bildirdi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 69)

123 | Hail (Ar.): Engel

Önümüzdeki ölüm girdabıyla aramızdaki hail işte bu parmaklıktan ibaretti. Rüzgârın her darbesinde koca kulenin, ayağımızın altında nasıl belli bir surette sallandığını duyarak, yükselen denizin şamatalarıyla teşvik edilir gibi aşağıya doğru çekilerek, uzun müddet en büyük bir şaşkınlık içinde kaldık. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 145)

124 | Hakikat (Ar.): Gerçek, gerçeklik

Ara sıra şuradan bir geyik fırlayarak, öteden bir sülün uçarak onları hayalden hakikate çeviriyordu. Fakat avlanmak için yola çıktıklarını bu canlı ihtarlara rağmen düşünmek istemiyorlardı, iltizami bir kayıtsızlıkla yine yürüyorlardı.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 317)

125 | Hakir (Ar.): Aşağı görülen, değersiz

Ömrümde, ihtişamı bakımından en çok ve istifadesi itibarıyla en az olan bu seyahatim hakkında size hiçbir şey söyleyecek değilim. Dünyada öyle yerler var ki oralara bu kadar alelade bir derdi taşıyıp bu kadar az erkekçe gözyaşları döktüğümden dolayı kendimi âdeta hakir görürüm. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 177)

126 | Halaskâr (Ar. + Far.): Kurtarıcı

Yani, bu öğütler verilirken sessizce rükûya varmış, sessizce halaskârlarını selamlamış ve yine sessizce çekmeceyi koltuğuna sıkıştırıp sofadan savuşmuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 154)

127 | Hâlet (Ar.): Durum

Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 85)

128 | Hâletiruhiye (Ar.): Ruhsal durum, ruh durumu

Musiki beni bestekârın o besteyi yaptığı andaki hâletiruhiyesine alır götürür. Ruhumu onun ruhu ile mezceder ve mütevali duygularında onu takip ederim. Bu niçin böyledir? Onu bilmem. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 95-96)

129 | Halim (Ar.): Yumuşak huylu (kimse)

Sokrat’ın baldıran içtiği esnada olduğu gibi halim ve sakin olan kahraman Taraskonlu herkesenüvazişkâr bir söz söylüyor, herkese tebessüm ediyordu. Alelade söz söylüyor, herkese karşı nazik davranıyor, sanki seyahate çıkmadan evvel arkasında bir sevgi izi, bir teessüf ve iyi bir hatıra bırakmak istiyordu. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 44)

130 | Halita (Ar.):Birden çok ögeden oluşmuş karmaşık bir bütün

Bu hissiyat rengârenk ve gayrimütecanis bir halita teşkil ediyordu. Henüz kin hâline gelmemiş şedit bir hususiyet, itibar ve ondan ziyade hürmet ve gayet büyük ve endişeli bir merak… (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 181)

131 | Hamletmek (Ar.): Bir sebebe yüklemek, yormak

Misafirler, saray sofrasında kendi şehirlerinin ekmeğini, çöreğini, şerbetini, paluzesini bulmaktan çok mütehassis olmuşlar ve bunu Safo’nun zarafetine hamletiklerinden kadını candan sevmeye başlamışlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 143)

132 | Haris (Ar.): Açgözlü

Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 44)

133 | Hars (Ar.): Kültür

Fakat Çin’in ve Koran’ın zaptı şu Harzem seferi kadar Cengiz’i kuvvetlendirmemişti. Son zaferle o, şark Türklerine nazaran harsça, servetçe daha ileride bulunan garp Türklerini de elde etmiş oluyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 256)

134 | Hasbihâl (Ar.): Söyleşi, sohbet

Hemen her konak yerinde bu hasbihâller tazeleniyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 89)

135 | Hasiyyet (Ar.): Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet

Bununla beraber onların yaman bir kuvvet olduğunu anlıyordu. Paladan daha keskin görünen sarıktaki, zırhtan daha sağlam tanılan cübbedeki bu hasiyyetin sırrını keşfedemediği hâlde var ve yaşar bir hakikat olduğuna kanaati vardı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 424)

136 | Hassa (Ar.):Özellik, hasiyet

Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 29)

137 | Haşiye (Ar.): Dipnot, bir eseri daha iyi açıklamak için yazılan kitap

Bir salnameden bir sürü ism-i haslarseçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 51)

138 | Haşmet (Ar.): Görkem

Şimdi de aynı şey yapılıyordu ve sarayın haşmeti, iki odalı bir evin eşeğinde tecessüm ettiriliyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 49)

139 | Haşyet (Ar.): Korku, korkma

Gamlı sipahi, kayığı yürüterek açığa çıktı, Anadolu yakasına doğru kürek çekmeye koyuldu. Sarayburnu’ndan uzak kalmak istiyor ve oraya bakmaktan acı bir haşyet duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 74)

140 | Hatime (Ar.): Son, sonuç, son deyiş

Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 95)

141 | Havi (Ar.): İçinde bulunduran, kapsayan

En müthiş ceza katillere veriliyordu, bir çukur kazılıyor, katil oraya indiriliyor, öldürülen adamın cesedini havi tabut katilin üzerine konuluyor ve ikisi birden toprak altına gömülüyordu. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 40)

142 | Hayalperest (Ar. + Far.): Hayalci

Ufkunu genişletmek ve çarşı muhitini biraz unutmak için beyhude yere kendini baobaplar ve diğer Afrika nebatlarıyla ihata ediyor, silah üstüne silah yığıyor; Malezya hançeri üstüne Malezya hançeri ilave ediyordu. Beyhude yere hayalperestane kitaplarla beynini dolduruyor ve layemut Donkişot gibi hayalatın şiddetinden ve hakikatin pençesinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 18)

143 | Hayat(Ar.):Canlı, sağ olma durumu, yaşam

Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 50-51)

144 | Haysiyet(Ar.): Değer, saygınlık, itibar

Hünkâr, kaideye uygun olan bu dileği kabul etmekten -biraz da anasının ısrarıyla- geri kalmadı. Ahmet, ikinci vezir olmak haysiyetiyle o makama zaten namzetti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 220)

На страницу:
2 из 4