bannerbanner
Sevenler Yolu
Sevenler Yolu

Полная версия

Sevenler Yolu

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

İlk zamanlar bunu kendi kendine izah etmek için çok düşündü. İlk vardığı netice şu olmuştu? Muhtelif fırsatlarla tanıştığı bu erkekler onun güzelliği karşısında pek haklı olarak gıcıklanmışlar, hislerini ve arzularını anlatmak için terbiyeli bir insanın yapabileceği kadar fırsatlardan istifade etmişlerdi. Fakat bütün bu hissî hareketleriyle onun kalbini harekete geçiremediklerini görünce heyecanlarını zapt etmeye çalışmışlardı. Bu muhakkak böyle idi.

Her terbiyeli erkek böyle hareket edebilirdi.

Daha iki yıl evvel büyük İstanbul balosunda Sabri Hami ona ne kadar takılmıştı? Her danstan sonra büfeye giderlerken hâlleriyle, sözleriyle neler anlatmak istemişti?

Fakat her güzel kadına yılışkanlığıyla hele sarhoş zamanlarında sırnaşıklığıyla şöhret bulan Sabri Hami’ye o kadar ağır davranmıştı ki adamcağız üçüncü danstan sonra, bir daha gelip davet etmeye cesaret edememişti.

Kocasının adına hürmet ettirmek isteyen her şerefli kadın şüphesiz böyle hareket ederdi. Fakat kendine hâkim olduktan, hislerini idare edebildikten ve en tehlikeli vaziyeti kurtardıktan sonra bu temayüllere müsamaha etmekten ne çıkardı?

Kadın isterse en çetin erkeği en harlı dakikasında bir kedi gibi dizlerinin dibinde yaltaklandırabilir. Bunu yapabildikten sonra onlara biraz ümit vermekte, gönül heyecanlarıyla eğlenmekte ne tehlike olabilirdi? Bu, böyle idi.

Fakat şimdiye kadar bunu düşünmemişti bile! Kızlığından beri erkeklere karşı garip bir titizlik hissetmişti. Bu belki de eski terbiyenin tesiri idi. Ahmet Melih’le evlenişi de sevgi neticesi olmamıştı. Eski, klasik evlenme… Bu evlenmelerde belki de sevgi yoktu, samimiyet yoktu. Fakat onların yerine hislere ve itiyatlara da hâkim olan öyle kuvvetli bir inanış vardı ki az bir zaman karı kocaya birbirinin hakiki eşleri olduğu kanaatini veriyordu.

Zaten insanları birbirlerine bağlayan hislerin kökü hep bir kaynaktan fışkırmıyor mu? Ve nihayet bütün sevgiler dönüp dolaşıp aynı kalıba dökülmüyor mu?

Nermin Melih, evlenişinin ilk günleriyle son yılları arasında büyük bir fark görmemişti. Hummalı bir sevgi ile başlamayan bu evlilik hayatı zaten hızlanmamış ve alevlenmemişti ki bu ateşini ve süratini kaybetsin. Bu, belki de biraz hareketsiz ve heyecansızdı ama öyle olduğu için de devamlı olmuştu. Bu durgun hayatı ara sıra bulandıran ve onun kadınlık hislerini şahlandıran vakalar sade kocasının ara sıra kulağına kadar gelen çapkınlık dedikoduları idi.

O zaman gururu incitilmiş bütün kadınlar gibi kıskançlık buhranları içinde intikam hisleri kabarır, kocasının bu sadakatsizliğine karşı aynı silahla mukabele etmeyi aklından geçirirdi.

Bunlar da ne tatlı ve heyecanlı buhranlardı!

Her defasında kocasının eskisinden daha sıcak bir sevgi ile kendine avdet edişini görmek ne iç gıcıklayıcı bir muvaffakiyetti!

O henüz intikam hisleriyle yaşarken Ahmet Melih başladığı taze macerayı eskitmiş, evinin sakin havasına avdet etmiş bulunduğu için arzuları yaşamadan sönerdi.

Ve on sekiz yıl, bu, hep böyle devam etmişti.

Sevilmek ihtiyacını duyduğu zamanlarla kocasının başka kadınlarla maceralar geçirdiği zamanlara tesadüf etmiş olsaydı bu iki kuvvetli his belki de onu tehlikeye atacaktı. Hayatta tesadüflerin ne görülmez ve hissedilmez mühim rolleri olur!

Şimdi yuvarlak aynanın önünde bu on sekiz yıllık ömrünün sade, hareketsiz fakat sevimli ve bilhassa acısız nasıl akıp gittiğini düşünüyordu. Bu hayatın ilk yılları oldukça hareketli geçmişti. Bir çocukları olmuştu.

Dört yıl her genç annenin duyduğu bütün o içli sevgiyi İlhan’ın üstüne toplamıştı. Fakat çocuklara hiç acımayan o zalim ölüm henüz dillenen ve asıl sevilecek çağa giren yavruyu ellerinden alınca önce hayata bir küskünlük geldi. Aylarca odasından bile çıkmadı. Nihayet doktorun ısrarıyla yaptıkları Avrupa seyahati, araya giren daha başka düşünceler bu ilk acıyı unutturdu.

Babası Viyana’da siyasi vazifede iken iki yıl kadar orada kalmıştı. Genç kızlığının en neşeli zamanına ait bu hatıraların saklı kaldığı şehirde her şeyi unuttu. Seyahatten döndükleri zaman ahbapları onu eskisinden daha şen ve güzel buldular.

Kadın kalbinde her acının bir panzehiri vardır. Fakat cinsî cazibesinin eriyip tükenmesinden gelen acıya şifa verecek şey ne olabilirdi?

Nermin Melih, on sekiz yıl kendine gülen aynanın önünde bu akşamki kadar zavallı olduğunu hatırlamıyordu.

Şair Fazlı’ya nükteler, teşbihler ilham eden cıngılı yeşil gözlerinde bile eski parlaklık kalmadığını bu akşam anlamıştı. Zaten daha iki yıl önce o gümrah kestane saçları arasında yakaladığı küstah bir beyaz teli bir hırsız gibi kimseye göstermeden koparıp yok ettikten sonra sık sık tesadüf ettiği bu muzır mahluklara karşı çetin bir mücadeleye başlamıştı.

Bu akşamki ziyafet için hazırlanırken titiz bir dikkatle saçlarını kontrol etmiş, tamam on bir tane beyaz teli dibinden koparıp atmıştı. Şimdi güzel başına bakarken o kestane saç dalgaları arasında yine bir beyaz telin zalim bir düşman gibi kendine güldüğünü gördü. Şimşek süratiyle hareket eden parmakları tabiatın masum bir çiçeğinden başka bir şey olmayan bu teli kopardı, attı.

Fakat bu ipek gibi ince beyaz tel onun sinirlerini oynatmaya kâfi gelmişti.

Az endişeli, az heyecanlı geçen evlilik hayatının hareketsiz yılları şimdi kesilip biçilmeden eskimiş ve modası geçmiş bir top ipekli kumaş gibi gözlerinin önünde açılıp çözülüyor; soluk, renkli, buruşuk parçaları birbirine karışıyordu. Gençliğini ne budalaca geçirmişti!

Zevke ve heyecana karşı o ne kapalı kanaatti!

Yalnız beğenilmenin duyurduğu zevkle iktifa etmek ne çocukça bir kanaatti!

Hâlbuki kendisinden çok daha az güzel kadınlar ne çılgın sevgilerin nöbetleri içinde kana kana hayatı ve aşkı tatmışlardı…

Nermin Melih bunları düşünürken bu akşam kış bahçesinde kulağına çalınan dedikoduları hatırladı.

Nâzım Cemal Bey nelerden bahsediyordu?

“Sevilmek çağını atlamış, çekicilik kudretini kaybetmiş bir kadın erkek için canlı bir felaket olur.”

Acaba şimdi o da kocası için bir felaket mi? O hâle geldi mi? Çekicilik kuvvetini kaybetti mi?

Birkaç yıldır üzerinde toplanan erkek bakışlarının ağırlığı, kesafeti kalmadığını kendi de hissediyordu. Bunu önceleri artık itiyat hâline gelen kendi durgunluğuna veriyordu. Fakat belliydi ki genç ve orta yaşlı erkek bakışları dolmuş bir tramvay gibi önünde durmadan geçip gidiyordu. Eskiden Beyoğlu’na indiği zamanlar onun otomobilinden inişini veyahut bir mağazadan çıkışını görmek için yolunu kesen, hatta otomobil kapısını açmaya koşan, sakat iğneci çocuk gibi kalabalığı yarmaya çalışan erkeklerin şimdi sadece başlarının bir hareketi ile iktifa ettiklerini görüyordu.

Vakıa eski çevikliğinin, eski alımının kalmadığını kendisi de biliyordu. Biraz yağlanmıştı. Yüzünün hatlarında eski elastikiyet kalmamıştı. Fakat terzisi, manikürcüsü, iskarpincisi ve emektar oda hizmetçisi her vesile ile temin ediyorlardı ki o daha çok gençtir.

Kendisini yokluyor. Vücudunu âdeta yıpranmamış, içindeki kadınlık arzularını hâlâ ilk evlilik zamanlarındaki kadar taze buluyordu.

Yalnız bir defa ana oluşunun da tesiri vardı. Hayatı rahat geçmişti. Üzüntüsü yoktu. Etleri, sinirleri cinsî ve tabii acıları o kadar az duymuştu ki bu maddi tazyik ve işkenceleri tatmak ihtiyacını bile hissettiği zamanlar olmuştu. Fakat varlığının en az yaşayan köşesi kalbi idi. O, yıllarca kapalı kalmış bir bonbon vazosu gibiydi. Bunu açmak kimseye nasip olmamıştı. Hayatında etine ve kemiğine en çok yaklaşan kocası bile kalbinin tılsımını bulup açamamıştı.

Acaba Nâzım Cemal’in dediği gibi o çekicilik kudretini kaybetmiş miydi? Kalbini yokluyor, aynada gözlerinin içine bakıyor, bütün kadınlık hislerini kontrol ediyor, fakat kendisiyle meşgul oldukça endişeleri artıyordu.

Hakikat, artık bir erkeği kendisiyle meşgul edemeyecek hâle gelmiş miydi? Şüphenin verdiği ızdırabı başka ne verebilir? Bu öyle zalim bir şüphe ki mağrur bir kadını hırsından kahredebilir.

Elindeki aynaya şimdi düşman gibi bakıyordu. Ne kendisi ve ne bu yuvarlak cam parçası bu elim şüpheyi silecek cevap verebilecekti.

Çekicilik kudretini kaybedip kaybetmediğini anlamak için bitaraf gözlerin ifadesi lazımdı. Fakat ne olursa olsun, son birkaç yılın taze hatıraları bu şüpheyi kuvvetlendiriyordu.

Kendisi de hissediyordu ki erkekler üzerinde eski tesiri kalmamıştı.

Balolarda kendisine verilen şerefli mevkilerin yavaş yavaş başkaları tarafından işgal edildiğini; dans davetlerinin azaldığını görmek ve kendi yanında gençlikleri ve güzellikleriyle şöhret kazanmış kadınlar üzerinde mütalaa yürütüldüğünü duymak kendi şöhretinin artık durduğu, güzelliğinin maziye ait bir hatıra olmaya başladığını anlatmıyor muydu?

Aynayı şiddetle elinden fırlattı.

Fil dişi çerçeveli, yuvarlak, billur parçası hakikati söylemenin cezasını üç parça olmakla ödedi.

Şimdi kumral başını yumuşak yastıklara gömmüş, derin bir yeis içinde ağlıyordu.

Buhran uzun sürdü.

Aşağıda kıranta, bekâr arkadaşlarıyla maceralardan, yeni eğlencelerden konuşa konuşa bol bol içen Ahmet Melih Bey misafirlerini geçirip odasına çıktığı zaman o hâlâ aynı vaziyette dalgın yatıyordu. Ahmet Melih’in arkadaşları birdenbire Beyoğlu’nda bir eğlenti icat ederek kalkmışlardı.

Ahmet Melih onlarla beraber gitmeye can attığı hâlde böyle geç vakit sebepsiz evden çıkmanın bu akşam zaten sinirleri bozuk görünen karısını altüst edeceğini düşünmüş, kalmıştı.

Yorgundu da.

Karısının hâlâ soyunmamış olduğunu görünce latife etti:

“Ne o, yine bir gece âlemi yapmak mı istiyorsun?”

Bu ses, Nermin Hanım’ı dalgınlıktan uyandırmaya kâfi geldi.

Biraz evvelki düşünceleri arasında bu hatıra da vardı. Eskiden isim gününün gecesini hep yeni âşık ve maşuklar gibi sabahlara kadar uzak ve değişik yerlerde âdeta bir bohem hayatı içinde geçirirlerdi.

Birdenbire başını kaldırdı. Islak gözlerinde canlı bir neşe doğuvermişti.

Bu teklif ona hâlâ eski mesut günlerinin devam ettiğini müjdeliyordu.

Bir çocuk sevinci ile kocasına baktı:

“Tabii, çıkmayacak mıyız bu gece?”

Çözülmeyen kravatını hızla çekip çıkaran Ahmet Melih Bey içkiden mahmurlaşan yorgun gözlerini yumdu:

“Bu saatten sonra mı? Vazgeç canım. Öyle uykum var ki!”

Biraz evvel arkadaşlarıyla eğlentiye gitmek için can attığı hâlde karısının yatak odasına girince uyumaktan başka bir şey düşünmeyen Ahmet Melih Bey ceketini de çıkarırken:

“Hem kimse kalmadı ki. Hepsi gitti.”

“Biz ikimiz varız ya. Karı koca gideriz.”

İskarpinlerinin bağlarını çözmekle uğraşan Ahmet Melih Bey’in göz kapakları kurşun bağlanmış gibi düşüyordu. Eğilip kalkmaktan yorulduğu için oflayıp puflayarak cevap verdi:

“ Sen hâlâ yorulmadın galiba. Benim öyle uykum var ki.”

Parlamamak için kendini güçlükle tutan Nermin Hanım’ın sesi titriyordu:

“Eskiden böyle olmuyordu. Beraber, baş başa gezmemizi sen istiyordun. Misafirlerden sıkıldığını sen söylüyordun. Doğum günümün programını sen hazırlıyordun.”

Pijamasının pantolonunu ayağına geçirmek için sendeleyen Ahmet Melih Bey öksürüklere karışan bir kahkaha arasında cevap verdi:

“Ooo karıcığım! Sen bizi hâlâ yeni gelin güvey mi zannediyorsun? Nerede o günler? Keşke geri dönseler…”

Nermin Hanım’ın mukavemeti kırılıyordu. Sinirlerine hâkim olamıyordu. Son bir gayretle ve sükûnetle omuzlarını silkerek:

“Değişen bir şey yok zannederim.” dedi. “Ben böyle bir şey hissetmiyorum.”

Ahmet Melih Bey arkadaşlarıyla geçen muhavereyi hatırladı. Sevilmek kudretini kaybettikleri hâlde bunu hissetmeyen kadınların biçareliğinden bahsetmişlerdi. Karısının son cümlesi bu iddianın ne taze bir ifadesi idi.

Tam istirahat edeceği bir sırada tatsızlık çıkarmamak için sakin, yavaş adımlarla karısına yaklaştı. Ancak bir kardeş şefkati hissini veren laubali, fakat heyecansız bir sevgi ile saçlarını okşadı:

“Haydi yavrum, yatalım artık. Senin de gözlerinden uyku akıyor. Bak kıpkırmızı.”

Ve onu alnından öperek ilave etti:

“Bizim gibi birbirini çok seven ve sevgileri yıllarca süren insanların en büyük zevki uyumaktır.”

Ve gülerek ilave etti:

“Uyku en büyük gıdadır. İyi uyuyan insanlar daha iyi sevişirler. Çünkü…”

Karısının yüzündeki çizgilerin gerildiğini, gözlerinin kıvılcımlandığını fark etmeyen Ahmet Melih vinçten kurtulmuş bir balya gibi kendini yatağa atarak cümlesini bitirdi:

“Çünkü birkaç saat uyursak birbirimizi daha çok özleriz.”

Bu söz, Nermin Melih Hanım’a bir duş gibi tesir etti. İsyan etmek, parlamak hisleri sönüverdi. Kocasından ilk defa dinlediği bu fikirler ne zamandır etraftan sezdiği ve hissettiği alakasızlığın manasını ikmal etmiyor muydu?

Demek artık kocası bile onun gözlerinde, vücudunda bir erkeği kandıracak, çıldırtacak harareti ve hareketi bulamıyordu.

Demek etraftaki erkek arzularının sönüşü onun gururundan, mukavemetinden değildi. Bu muhakkak böyle idi.

Aşağıda, kış bahçesinde kulağına çalınan fikirleri benimsemekte haklı idi.

Artık çekicilik kudretini kaybetmişti. Kocası bile bu en mesut gecesinde onunla baş başa bir eğlenti yapmayı gülünç buluyor, hatta eski hatıralarını olsun tazeleyecek birkaç kelime konuşmayı lüzumsuz görerek ve onun soyunup yatmasını da beklemeyerek bir külçe gibi yatağa uzanıyordu.

Ahmet Melih Bey gözleri kapalı, yatağından seslendi:

“Haydi Nermin! Elektrikleri söndür. Bilirsin aydınlıkta uyuyamam.”

Kızmadan, hırslanmadan kalktı.

Büyük orta lambasını söndürdü. Yalnız mavi abajurlu gece lambası kaldı. Şimdi odaya bir türbe rengi ve sükûneti çökmüştü.

Kocası uyumuştu.

Onun kırçıl başına, yüzünün gevşek hatlarına baktı, baktı. Bütün gençliğini işte bu baş için vermişti. Yirmi yaşından beri gözlerinin en derin sevgisi ile ona bakmış, kollarının en kuvvetli kucaklayışıyla onu sevmişti. Ve kendinde hâlâ o kudreti görüyordu. İçinde hâlâ o ilk sevginin heyecanını hissediyordu. Fakat kendi hisleri ve heyecanları nasıl olup cevapsız, mukabelesiz kalıyordu? Erkek bakışları nasıl olup da gözlerindeki arzuyu sezmiyorlardı? Kabahat onların zevksizliklerinde mi yoksa kendisinde mi idi? Etrafında dönüp dolaşan erkeklere karşı lakayıt, isteksiz davranmış olması mı bu alakasızlığa sebep oluyordu? Fakat bu isteksizliği kocasına karşı da göstermiş değildi ki! Artık bunu kabul etmek lazımdı.

Kış bahçesinde kulağına çalınan dedikodular acı olmakla beraber biraz hakikatti. Yalnız onları, kadınlar hakkında bu dedikoduyu yapan erkekleri aldatan bir nokta vardı: Kadınlar çekicilik kudretlerini her erkeğe hissettirmezler ve hangi yaşta olursa olsun, her kadının erkeği yenecek ihtiyat silahları mevcuttur.

***

Gecenin son saatlerine kadar kocasının horultularını dinleyerek hayatını düşünen, hatıralarıyla yaşayan Nermin Melih Hanım yatağına uzandığı zaman kararını vermişti. Bu isteksiz, hareketsiz, hararetsiz hayata tahammül etmeyecekti. Sevilmedikten, beğenilmedikten sonra bir kocanın adını taşımaya ne lüzum vardı?

Kış bahçesinde konuşan erkekler hükümlerini vermişlerdi. Erkeği tutuşturmaktan kalan bir kadın artık sönmüştür, diyorlardı. Kocası onda bu ateşi sezmiyordu. O hâlde bu kuru, hareketsiz hayatı beraber sürüklemeye ne lüzum vardı?

Aralarındaki en kuvvetli bağ sevgileri idi. O bu sevginin artık itiyat hâline gelen samimi hareketlerine kanaat ediyordu. Fakat artık bu itiyatlar, bu samimi ve karşılıklı duygular da çözülmeye başlamıştı. Karı kocalığı birbirine karşı mukavele ile bağlanmış iki iş adamının münasebetine çeviren bu netice üstünde durmak manasızdı.

Kış bahçesinde çene çalan erkeklerin verdikleri hükümler arasında daha acıları da vardı. Artık sevilmekten kalan kadın kocası için bir felakettir, demiyorlar mıydı?

Yirmi yaşından beri gençliğinin bütün çiçeklerini verdiği kocasını böyle bir felaketten kurtaracaktı.

***

Birkaç güne kadar yeni palamut mahsulü üzerine tetkikler yapmak için İzmir’e gidecek olan Ahmet Melih Bey uyandığı zaman karısını odada bulamadı.

İçkinin ağırlığı sersemlik vermişti. Saatin ona geldiğini görünce fırladı. Ziraat Bankası’nda öğleden evvel bulunmak lazımdı.

Kahvesini getiren hizmetçiye sordu:

“Hanım nerede?”

“Çıktı efendim.”

“Çıktı mı? Ne münasebet?”

Kız hafifçe gülümseyerek uzaklaştı. Hanımın nereye ve niçin gittiğini hizmetçiye soramazdı. Herhâlde terziye gitmiş olacaktı.

Öğleden sonra kalabalık olduğu için o provalara sabahları giderdi. Yahut da kim bilir belki de yorgunluğuna rağmen her sabahki yürüyüş programını bozmamıştı.

Aşağıya indiği zaman otomobili kapıda buldu.

Şoföre sordu:

“Hanımı götürmedin mi?”

“Hayır efendim.”

Bu cevap Ahmet Melih Bey’in kanaatini kuvvetlendirdi. Karısı sabahları yürümek için Tünel’e kadar gidip geliyordu.

“Çabuk bankaya!”

İzmir ve Aydın palamut mahsulünü bir elde toplayan Ahmet Melih son zamanlarda bu işe başka sermayedarların da karıştığını gördüğü için tedbirli davranmak istiyordu. Tehlike karşısında zararı nerede durdurmak mümkünse yapmak lazımdı. Bu palamut işi başka şeye benzemezdi. İçine başka, rakip eller girince tılsımı bozulurdu. Hiçbir sermayesi olmayan bu mahsulü ecnebi piyasalarına tok fiyatla satabilmek için bir elden idare etmek mecburiyeti vardı.

Ahmet Melih Bey bu meseleyi aylarca düşündükten sonra aradığı çareyi buldu. Palamut işini banka hesabına fakat kendi vasıtasıyla yapmak için bir mukavele yaptı. Bu gün öğleden evvel bu mukaveleyi imzalayacaktı. Bu mukavele ile vakıa işin kaymağı elinden gidiyordu. Fakat ne olsa kazancın bir kaymak altı tarafı ve tortusu vardı. Senenin bir nihayet iki ayında onu meşgul edebilen bir iş için bu da az sayılamazdı. Fazla olarak şimdi bankadan geniş mikyasta bir kredi de elde ediyordu. Zaten kurulmuş, kendi kendine işlemeye alışmış, satıcısı, müşterisi hazır bir ticaret işi için büyük sermayeye ihtiyaç yoktu. Mahsulünü toplamazdan evvel yazıhaneye başvuran çiftçiye faizini de hesap ederek mal karşılığı ödünç para vermek daha istifadeliydi.

Ahmet Melih Bey vaktiyle bu işe bir Musevi ile ortak olarak başlamıştı. İzmir’in meyan kökü ile palamudunun Avrupa piyasasında pek makbul maddeler olduğunu keşfeden Musevi ortağı yıllarca bu işi yalnız başına yapmış, sonra daha geniş mikyasta çalışmak için bürosunu Marsilya’ya nakletmişti. Sekiz seneden beri Ahmet Melih Bey yalnız başına çalışıyordu.

Eylül, teşrin aylarına doğru İzmir’e kadar gidip birkaç hafta kalmaktan ve muameleye yakından nezaret etmekten başka zahmeti olmayan palamut işi her cihetten onu memnun ediyordu.

***

Bankadaki mühim toplantıdan saat bire doğru kurtulan Ahmet Melih imza muamelesinin şerefine komisyon azasından yemeği beraber yemelerini rica etti. Beyoğlu’nun büyük otellerinden birinin hususi salonunda hazırlanan bu ziyafet pek resmî idi. Oldukça uzun sürdü. Akşam için de arkadaşlarını davet etmişti. Bir eğlenti yapacaklardı. Bilhassa Nâzım Cemal, Mühendis Ragıp, Avukat Rıza Sedat bu eğlentiyi istemişler, hatta yerini kendileri tayin etmişlerdi. Böyle hususi eğlencelerin tertibini pek iyi bilen Nâzım Cemal programı çizmişti.

Sıraserviler’de Ruhsar Hanımefendi’nin apartmanında toplanacaklardı. Burada tabiat sahibi zenginler ara sıra buluşur, poker oynar, alaturka saz âlemi yaptırırlardı. Ruhsar Hanım eski ailelerdendi. Yedi ceddi vezirdi. Ehli dil, iyiden, güzelden anlar; güngörmüş bir hanımefendi idi. Dostları, tanıdıkları çoktu. Herkes hatırını sayardı. İstanbul kibar âleminin maruf çehreleri Ruhsar Hanımefendi’nin salonuna hiç yabancı değillerdi. Onun her yerde her köşede eli vardı. Genç ve güzel kadınlar hanımefendi ile tanışabilmek, onun salonuna kabul edilmek için can atarlardı. Zaten adı çok söylenmezdi. Hatta çokları bilmezlerdi bile… Ona herkes sadece “Hanımefendi” derdi.

Ahmet Melih gibi zevk ve para sahipleri güzel ve genç kadınları Hanımefendi’nin yardımı ile tanıdıkları için onlarca da itibar görürdü.

Poker partileri, saz âlemleri Hanımefendi’nin daire masrafını fazlasıyla çıkarıyordu.

Nazım Cemal, Hanımefendi’nin bu muvaffakiyetle kendisini incitmeden alay etmek için ona “Monte Karlo Prensesi” adını vermişti.

Monte Karlo Prensesi de kumar ve eğlence sayesinde geçindiği için bu benzetiş hiç de yanlış değildi. Ve çok geçmeden Hanımefendi’nin adı “Prenses” oluverdi.

Ahmet Melih Bey’in palamut mukavelenamesi şerefine tertip edilen ziyafet için Prenses’in apartmanından münasip yer neresi olabilirdi?

Palamut Kralı bir gece evvel karısının yıl dönümü için yaptığı masrafın on mislini bu gece yapacaktı ve onun için dün gece mümkün olduğu kadar az yorulmuş ve erken yatmıştı.

Şimdi bu günkü muvaffakiyetin müjdesini karısına verirken aynı zamanda gece için de müsaadesini isteyecekti. Yazıhaneye döndüğü zaman programını çizdi. Telefonu açacak, önce imza meselesini müjdeleyecek, sonra bankanın ileri gelenlerine bu akşam bir ziyafet vermeye mecbur olduğunu, tanımadığı kimseleri evine davet etmektense bunu münasip bir lokantada vermenin daha doğru olduğunu söyleyecekti. Ve muhakkak ki zaten makul bir kadın olan karısı bunu pek doğru bulacaktı. Ziyafeti nerede vereceğini sorarsa vereceği cevabı da hazırladı. Her ihtimale karşı bunu meçhul bırakmak lazımdı. Belki de mühim bir şey çıkar, telefonla olsun aranabilirdi.

Bütün bunları inceden inceye düşünen Ahmet Melih Bey telefonu açtı. Saat altıya geliyordu.

Söyleyeceği kelimeleri zihninden kaçırmamaya çalışarak karısının sesini beklerken kulağına hizmetçinin sesi geldi.

“Hanım nerede?”

Karısının oda işlerine ve orta hizmetine bakan Çerkez kızı hanımefendinin henüz gelmediğini söyledi.

Ahmet Melih o kadar meşguldü ki sabahleyin apartmandan ayrılırken karısının kendinden evvel sokağa çıkmış bulunduğunu bile hatırlamadı. Hatta onun henüz eve gelmeyişini bir lütufu sayarak bu akşam yemeğe gelemeyeceğini, ziyafet meselesini hanımın dönüşünde hemen söylemesi için hizmetçiye emirler vererek telefonu kapattı. Büyük bir yükten kurtulmuştu. Telefonda karşısına karısı çıkmış olsaydı yine bin türlü serzenişler, şikâyetler dinleyecekti. On sekiz, yirmi yıllık bir evlilikten sonra bu kadar yapışkanlık da pek gülünç ve usandırıcı oluyordu.

Bugünkü işler yolunda gidiyordu.

Bankacıları memnun etmişti. Şimdi arkadaşlarıyla eğlenmek hakkıydı. Nâzım Cemal belki şimdiden Prenses’in apartmanına damlamıştı.

Mühendis Ragıp zaten ne zamandır böyle bir eğlenceye susadığını söyleyip duruyordu. Yalnız Avukat Rıza Sedat’ın geleceği şüpheliydi. Karısı yakasını bırakırsa bu eğlenceyi kaçırmayacağını söylemişti.

Onun için kazak bir erkek derlerdi. Fakat bu onun sinirine, keyfine göre değişiyordu. Onu çok defa umumi balolarda karısı ile değil daktilosu ile görenler olurdu. Fakat karısıyla bulunduğu zamanlar yanında bir kedi gibi yaltaklandığını da görenler çoktu. Garip bir adamdı. Mahkemelerdeki o müthiş Rıza Sedat bazen o kadar yumuşak, o kadar kılıbık olurdu ki yakından tanımayanlar bu kadar silik ve donuk bir adamın en çetin ve karışık davaları iki satırlık bir müdafaa ile çözüverdiğine inanmazlardı.

Nâzım Cemal ve Ahmet Melih hususi eğlence âlemlerinde tatlı fıkralarıyla kendini aratan Avukat Rıza Sedat’a bu akşam için ısrar etmişlerdi.

Ahmet Melih ötekilerin geleceğinden şüphe etmediği için avukatın yazıhanesine telefon etti. Kendisini bulamadı. Kâtibi avukatın birdenbire çıkan bir iş için Feneryolu’na kadar gittiğini söyledi.

“O hâlde gelir gelmez, bu akşam toplantıda kendisini beklediğimizi söyle!”

“Başüstüne efendim.”

Artık yapacak bir iş kalmamıştı. Yazıhaneden çıktı. Otomobile atladı:

“Taksim’e.”

Sinemanın önünde otomobilden indi:

“Sen apartmana git. Hanım bir yere çıkmak ister belki… Sonra garaja gidersin. Ben taksi ile dönebilirim.”

Ve otomobil döner dönmez Sıraselviler’e doğru yürüdü.

***

Bu geceki eğlenti için Prenses yeni tanıdığı iki genç kadını davet etmişti.

Bunlardan biri bir hariciye memuru ile bir zaman yaşamış şık, zeki bir kadındı. İyi tahsil, terbiye görmüş, seyahatler yapmış; giyinmesini, yakıştırmasını iyi kavramış bir kadın, Prenses’in apartmanında kendini Necla diye tanıtmıştı. Fakat asıl ismi olmadığı muhakkaktı. Çekik siyah gözlü, duru beyaz tenli, narin vücutluydu.

Öteki genç kadın Esved isminde, adının aksine pembe, sarışın, iri mavi gözlü bir gençti. Geniş omuzları ve kalçaları, uzun boyu ilk hamlede Necla’dan çok göz alıyordu. Fakat ötekindeki incelik bunda yoktu.

Ruhsar Hanımefendi dışarıdaki vasıtalarıyla ele geçirdiği bu kadınları tecrübelerine göre âdeta imtihandan geçirdikten sonra kabul ettiği için bu dairede görülen kadınların en inatçı ve titiz erkekleri memnun edecek kadınlar olduğuna şüphe etmemek lazımdı.

İki kadın daha gündüzden apartmana gelmişler, tuvaletlerini tazelemişlerdi. Ruhsar Hanımefendi Nâzım Cemal’in meclis odası adını verdiği büyük yemek salonunda zengin bir masa hazırlamıştı.

İlk gelen Nâzım Cemal oldu.

На страницу:
2 из 4