
Полная версия
Zeno'nun Bilinci
Babamın odası pek büyük değildi ama her yanı eşya doluydu. Annem öldüğünde onu unutabilmek için, tüm eşyasını da yanına alarak yandaki küçük odaya taşınmıştı. Oda loştu, hayli alçak bir komodin üzerine yerleştirilen gaz lambası her yeri aydınlatamıyor, çoğu yer gölgede kalıyordu. Maria sırtüstü uzanmış gövdesinin bir kısmı yataktan taşan babamı tutmaya çalışıyordu. Babamın terle kaplı yüzü yakındaki ışıktan dolayı kıpkırmızı kesilmiş, başı Maria’nın sadık göğsüne dayanmıştı. Acı içinde kükrüyordu, ağzı o kadar taş kesilmişti ki çenesinden salyalar akıyordu. Karşı duvara dikmişti gözlerini hareketsiz bir şekilde, ben odaya girdiğimde bile kafasını benden yana çevirmemişti.
Maria babamın inlediğini duymuş, tam zamanında odaya girmeseymiş yataktan düşüverecekmiş. Başlarda -yemin ediyordu- daha fazla debeleniyormuş, şimdi nispeten sakinlemiş ama onu yalnız bırakmak riskli olurmuş. Belki de beni uyandırdığı için özür dilemek istiyordu bu sözlerle ama ben iyi yaptığını anlamıştım zaten. Benimle konuşurken bir yandan da ağlıyordu, ben ise henüz gözyaşı dökecek durumda değildim hatta ona susmasını, sızlanarak, o anda yaşanan korkuyu büsbütün artırmamasını söylerek onu azarladım. Hâlâ olan biteni tam anlayamamıştım. Zavallı kadıncağız, hıçkırıklarını bastırabilmek için her türlü çabayı gösterdi.
Babamın kulağına yaklaştım ve bağırdım:
“Neden inliyorsun baba? Hasta mısın?”
Sorumu duyduğunu sandım çünkü inlemesi azaldı, gözleri beni ararcasına karşı duvardan ayrıldı, odada dolaştı ama beni bulamadı. Birkaç kez aynı soruyu bağırdım kulağına, sonuç hep aynıydı. Erkekçe tavrım hızla yok oldu gitti. Babam o sırada ölüme bana olduğundan daha yakındı, haykırışlarım ona artık ulaşmıyordu. Derin bir korku kapladı içimi, önceki gece konuştuklarımızı hatırladım. O konuşma üzerinden geçen birkaç saat sonra, hangimizin haklı olduğunu görmek için yola çıkmıştı. Ne tuhaf! Acıma, pişmanlık da eklendi. Kafamı babamın yastığına gömdüm ve Maria’yı biraz önce azarlamış olmama rağmen, hıçkırıklarımı bırakarak umutsuzca ağladım.
Şimdi beni sakinleştirme sırası ona gelmişti ama pek bir tuhaf davranıyordu. Sakinleşmemi söylüyordu ama gözleri açık inleyen babamdan, bir ölü gibi söz ediyordu:
“Vah zavallım böyle ölüp gidiyor işte! Bu gür ve güzel saçlarla.” dedi, saçlarını okşuyordu. Söylediği doğruydu. Ben daha otuz yaşındayken saçlarım çoktan seyrelmişken babamın başı dolgun ve kıvırcık saçlarla taçlanmıştı.
O dakikada bu dünyada doktorların da var olduğunu ve zaman zaman insanları ölümden döndürdüklerini hatırlamıyordum. Babamın acıdan perişan olmuş yüzünde, çoktan ölümü görmüş, umudu kesmiştim. Doktor lafını ilk eden Maria oldu, sonra kasabaya göndermek için köylüyü uyandırmaya gitti.
Bana sonsuzlukmuş gibi gelen yaklaşık on dakika boyunca babama tek başıma destek olmaya çalıştım. Acılar içinde kıvranan bedenine dokundum, ellerime kalbimi istila eden tüm sıcaklığı aktarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Söylediklerimi duymuyordu. Ona olan sevgimi nasıl gösterecektim şimdi?
Köylü geldiğinde, doktora durumu bilsin de kimi ilaçları yanında getirebilsin diye not yazmak için odama gittim, vakayla ilgili fikir verebilecek birkaç kelimeyi bir araya getirmek benim için çok zor oldu. Devamlı babamın yaklaşan ve kaçınılmaz ölümünü düşünüyor, kendi kendime “Bu dünyada yapayalnız ne yaparım ben?” diye soruyordum.
Sonra uzun saatler boyunca bekledik. O saatleri oldukça iyi hatırlıyorum. İlk saatten sonra babamı tutmaya gerek kalmamıştı artık, yatağında öylece uzanıyordu, kendinden geçmiş hâldeydi. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, ben de ne yaptığımı kendim de bilmeden onu taklit etmeye çalışıyordum. Bazen nefesine yetişemiyor ve hastayı da kendimle birlikte dinlenmeye sürükleyebileceğimi sanıyordum. Ama o hiç yorulmadan koşuyordu. Bir kaşık çay içirmeye çalıştık. Müdahale etmeye kalkıştığımızda kendini savunuyor, bilinçsizliği azalıyordu, çayı içmemek için var gücüyle dişlerini sıkıyordu. Baygın hâldeyken bile inatçılığı elden bırakmıyordu. Şafaktan çok önce nefesinin ritmi değişti. Kümelere ayrıldı, sağlıklı bir insanın nefesini andıran ağır solumalarını telaşlı solumalar takip ediyordu, sonra uzun bir süre duruyorlar, korkutucu bir sessizlik yaratıyorlardı, bu sesler Maria ile bize öldüğünün ilanıymış gibi geliyordu. Ama nefes alışverişi hep bu şekilde devam etti, renkten mahrum hüzünlü bir müzikal ara. Solukları her zaman birbirine eşit değildi ama daima gürültülüydü, odanın bir parçası hâline gelmişti. O günden sonra o odaya yapıştı kaldı, hem de çok uzun bir süre.
Maria yatağın yanında oturmuştu, ben de kendimi bir kanepenin üzerine atıp birkaç saatimi orada geçirdim. İçimi en çok yakan gözyaşlarımı da o kanepede döktüm. Ağlamak, kişinin hatalarını gizler ve rahat rahat kaderini suçlamasına izin verir. Ağlıyordum çünkü kendimi bildim bileli, her zaman yanımda olan babamı kaybediyordum. Hiç iyi bir arkadaş olamamıştım ona ama bu önemli değildi. Daha iyi biri olmak için çabalayıp durmamın sebebi, onu mutlu etmek değil miydi? Başarıya özlem duyuyorsam benden her zaman şüphe duyan babamın karşısında gururlanmak içindi, hem de ona bir teselli olacaktı. Ama onun artık beni bekleyecek hâli kalmamıştı, bir zavallı olduğumu düşünerek göçüp gidecekti bu dünyadan. Gözyaşlarım çok acı idi.
Yazarken, daha doğrusu bu acı dolu anıları kâğıda kazırken, geçmişimi yeniden canlandırmaya çalıştığımda hafızamda beliren ilk görüntü içimde bir saplantıya dönüşen lokomotife aitti, sıra sıra vagonlarını dik bir yokuşa doğru güç bela çeken o lokomotif, bana ilk kez o kanepeden babamın nefes alışverişlerini dinlerken görünmüştü. Devasa ağırlıklar taşıyan lokomotifler böyle giderler: Düzenli şekilde tıslarlar, sonra bu tıslamalar hızlanır, en nihayetinde yavaşlar ve duraksar, bu duraksama insana korku verir, ona kulak veren kimse makinenin yüküyle beraber bir akıntıya sürükleneceğini sanır. Gerçekten geçmişi hatırlamak için giriştiğim ilk deneme beni o geceye, hayatımın en önemli saatlerine geri götürmüştü.
Doktor Coprosich, şafak henüz sökmemişken yanında bir kutu ilaç ve bir hasta bakıcı eşliğinde villaya geldi. Yaya gelmek zorunda kalmıştı çünkü şiddetli kasırga nedeniyle araba bulamamış.
Onu ağlayarak karşıladım, o da bana şefkatle davrandı, umutlandıracak sözler söyledi. Yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim, o karşılaşmadan sonra, dünyada pek az kişi içimde Doktor Coprosich kadar şiddetli bir antipati uyandırmıştı. Bugün kendisi hâlâ hayatta ancak hayli çökmüş, tüm şehrin saygısını kazanmış. Onu zayıflamış, titrek hâlde hareket olsun diye ve biraz da hava alabilmek için şehrin sokaklarında dolaşırken görünce, hâlâ bir tiksinti uyanıyor içimde.
O zamanlar doktor, kırk yaşını biraz geçmişti. Kendini adli tıpa adamıştı, çok iyi bir İtalyan olmakla birlikte imparatorluk makamları tarafından, en önemli bilirkişilikler de ona verilirdi. Zayıf ve gergin bir insandı, kelliği sıradan yüzünü ortaya çıkarıyor, alnını çok yüksekmiş gibi gösteriyordu. Kendisine önem kazandıran bir başka zayıflığı daha vardı: Gözlüğünü çıkardığında -düşünmek istediği her zaman bunu yapardı- gözleri görmüyor, muhatabının tam yanına ya da başının üzerine bakıyordu, bu hâliyle gözleri bir heykelin renkten yoksun, meraklı, tehditkâr ya da alaycı gözlerini andırıyordu. O zamanlar bakışları sevimsizleşiyordu. Tek bir söz etmesi bile gerekse gözlüklerini tekrar burnunun üzerine yerleştiriyordu, işte o zaman gözleri, konuştuklarını dikkatle inceleyen bir burjuvanın gözleri olup çıkıyordu.
Antreye oturdu ve birkaç dakika dinlendi. Benden ilk belirtiden kendisinin varışına kadar geçen sürede, tam olarak ne olup bittiğini anlatmamı istedi. Gözlüklerini çıkardı ve o tuhaf bakışlarını arkamdaki duvara dikti.
Olanları birebir, eksiksiz anlatmaya çalıştım, içinde bulunduğum durum göz önüne alındığında bu hiç de kolay değildi. Ayrıca Doktor Coprosich’in tıp bilgisi olmayan kişilerin bu konuda bir şeyler biliyormuş gibi davranarak tıbbi terimleri kullanmasına müsamaha göstermediğini de hatırladım. Babamın hastalığı bana göre “serebral respirasyon” olabilir diyince gözlüklerini taktı, bakışları sanki şöyle diyordu “Tanı koymakta acele etmeyelim. Şimdi ne olduğunu göreceğiz.” Ayrıca babamın tuhaf tavrından, beni görme endişesinden, yatağa gitme telaşından da bahsettim. Ama ona, babamın benimle yaptığı o tuhaf konuşmayı anlatmadım, belki de kafasında evirip çevirdiği ama dillendiremediği konu hakkında bir şeyler söylemek zorunda kalmaktan korkuyordum. Yalnızca babamın kendisini tam olarak ifade edemediğini, aklına bir şeyin takıldığını, devamlı bunu düşündüğünü ama bir türlü ifade edemediğini söyledim. Gözlüğü hâlâ burnunun üzerindeyken muzaffer bir edayla haykırdı:
“Ben onun kafasında ne olup bittiğini pekiyi biliyorum!”
Ben de biliyordum bunu ama Doktor Coprosich’i kızdırmamak için söylemedim: Ödemdi bu.
Hasta yatağına gittik. Doktor, hasta bakıcının da yardımıyla bana bir hayli uzun gelen bir süre zarfında, zavallının hareketsiz bedenini döndürüp çevirdi. Dinledi ve muayene etti. Hastanın kendisine yardım etmesini bekledi ama nafile. Bir noktada “Yeter!” dedi. Elinde gözlükleriyle yere bakarak yanıma geldi, içini çekerek: “Metanetli olun! Durumu çok ciddi.” dedi.
Birlikte benim odama gittik, orada yüzünü yıkadı. Gözlüğünü çıkarmıştı, yüzünü kurulamak için başını kaldırdığında ıslak kafası, bir fetişin deneyimsiz bir elden çıkmış tuhaf kafasını andırıyordu. Birkaç ay önce babamla muayene olmaya yanına gittiğimizi hatırladı, neden tekrar gelmediğimizi sordu şaşkın hâlde. İşin aslı, bir başka doktor bulup onu bıraktığımızı sanmıştı çünkü nihayetinde kendisi babamın mutlaka bir tedaviye ihtiyacı olduğunu açıkça belirtmişti. Böyle gözlüksüz hâlde beni azarlarken pek korkunç göründü gözüme. Sesini yükseltmişti, bir açıklama bekliyordu. Gözleri her yerde bir türlü gelmeyen o açıklamayı arıyordu.
Elbette bu konuda çok haklıydı, tüm suçlamaları hak ediyordum. Burada belirtmeliyim ki Doktor Coprosich’e olan nefretim, bu kelimelerinden kaynaklanmıyor, bundan çok eminim. Babamın doktorlara ve ilaçlara karşı isteksizliğinden bahsederek özür diledim; konuşurken ağlıyordum, doktor pek cömert bir nezaketle beni sakinleştirmeye çalıştı, daha öncesinde kendisine gelse bile biliminin şu anda tanık olduğumuz felaketi, en iyi ihtimalle geciktirebileceğini ancak engelleyemeyeceğini söyledi.
Ancak, hastalığın geçmişini araştırmaya devam ederken beni suçlamak için yeni sebepler geçti eline. Babamın son birkaç aydır sağlığından, iştahından ve uykusundan şikâyet edip etmediğini öğrenmek istedi. Ona kesin bir şey söyleyemedim. Hatta her gün beraber oturduğumuz sofrada babam çok mu yiyordu, az mı yiyordu onu bile bilmiyordum. Suçluluğum, kanıtlarıyla birlikte oradaydı ancak doktor sorularında ısrarcı olmadı. Sonra ona, Maria’nın babamı her zaman ölüm döşeğinde sandığını ve benim de onunla dalga geçtiğimi anlattım.
Gözünü tavana dikmiş kulaklarını temizliyordu. “Büyük bir olasılıkla birkaç saat içinde, kısmen bilincini toparlayacaktır.” dedi.
“O hâlde umut var mı?” diye bağırdım.
“Hiç yok!” diye kuru bir şekilde yanıtladı. “Ancak sülükler, bu durumda mutlaka etki eder. Eminim biraz olsun kendine gelecektir, belki çıldırabilir de.”
Omuzlarını silkti ve havluyu yerine koydu. Bu omuz silkme, kendi işini küçümsediği anlamına geliyordu, bu hareket de beni konuşmaya teşvik etti. Babamın uyuşukluktan sıyrılıp ölüm döşeğinde olduğunu fark edeceği düşüncesi beni dehşete düşürdü ama bu omuz silkme olmadan, bunu söylemeye cesaret edemezdim.
“Doktor!” diye inledim. “Ölüm döşeğindeyken onu kendine getirmek, kötülük olmaz mı?”
Gözyaşlarına boğuldum. Sinirlerim bozulmuştu, devamlı ağlamak istiyordum, kendimi hiç direnmeden gözyaşlarına bırakıyordum, doktor gözyaşlarımı görsün de işi hakkında vermeye cüret ettiğim tavsiye için beni affetsin istiyordum.
Büyük bir içtenlikle bana: “Haydi lütfen sakin olun! Hastanın bilinci, asla durumunu anlayacağı kadar net olmayacaktır. O bir doktor değil. Ölmek üzere olduğunu, siz söylemezseniz nereden bilecek? Daha kötüsü de gelebilir başımıza, yani tamamen şuurunu yitirebilir. Ama deli gömleğini yanımda getirdim, hasta bakıcı da burada kalacak.” dedi.
Şimdi daha da çok korkuyordum, ona sülükleri yapıştırmaması için yalvardım. O zaman bana, sakin sakin babamın odasından çıkarken emri verdiğini, hasta bakıcının onları çoktan yapıştırmış olduğunu söyledi. İşte o zaman tepem attı. Hastayı kurtarmak için en ufak bir ümit bile yokken umutsuzluğa itmek ve bu tıknefes hâlinde deli gömleğine katlanmak zorunda bırakmak tehlikesi içinde, onu kendine getirmekten daha kötü bir eylem olabilir miydi? Tüm şiddetimle ama her zaman sözlerime eşlik eden ve anlayış dileyen hıçkırıklarım arasında, ölmeye mahkûm birinin huzur içinde ölmesine izin vermemek duyulmamış bir zulümdür diye ekledim.
Bu adamdan nefret ediyorum çünkü o anda kızdı bana. Onu bir türlü affedemeyişimin nedeni bu işte. O kadar çok sinirlendi ki gözlüklerini takmayı bile unuttu, yine de başımın durduğu noktayı keşfetti ve o korkunç gözlerini yüzüme dikti. Zayıf da olsa hâlâ varlığını sürdüren umut ışığını bile isteye söndürmek istiyormuşum gibi gelmiş ona. Katı katı bunu haykırdı yüzüme.
Aramızda münakaşa çıkması an meselesiydi. Ağlayıp çığlıklar atarak, daha birkaç dakika önce kendisinin hasta için her türlü kurtuluş umudunu dışladığını hatırlattım. Evim de içindekiler de deney tahtası değildi, deney yapmak istiyorsa dünyada pekâlâ başka birçok yer vardı.
Büyük bir ciddiyetle ve neredeyse tehdit sayılabilecek bir sükûnetle cevap verdi:
“Size, hastanın bilincinin o andaki durumunun ne olduğunu anlattım. Ama yarım saat sonra veya yarına kadar neler olacağını kim bilebilir? Babanızı hayata tutunduracak tüm olasılıklara kapıyı açık bıraktım.”
Daha sonra gözlüklerini taktı ve bilgiççe memur görünümü ile doktorun tek bir müdahalesinin, bir ailenin ekonomik kaderini tamamen değiştirebileceği konusunda bitmek bilmez bir vaaz verdi. Alınacak yarım saatlik fazladan bir nefes, bir mirasın yönünü belirleyebilirmiş.
Şimdi de böyle bir anda böyle bir vaazı dinlemek zorunda bırakıldığım için, kendime acıyarak ağlıyordum. Yorulmuştum, tartışmayı bıraktım. Sülükleri çoktan yapıştırmışlardı zaten!
Doktor, yatağının baş ucundayken hasta için bir güçtür, sırf bu sebepten Doktor Coprosich’e saygı duydum. Kendisine bir öneride bulunmayışım, bu saygıdandı ancak yıllarca kendimi kınadım bu hareketim için. Pişmanlığım da bütün diğer duygularım ile birlikte öldü. Şimdi bunları yazarken bile bir başkasının başına gelmiş gibi soğukkanlıyım. O günlerden kalbimde yaşamakta ısrar eden o doktora duyduğum kinden başka bir şey yok.
Sonra bir kez daha babamın yatağı başına gittik. Onu sağına dönmüş, uyurken bulduk. Sülüklerin oluşturduğu yaraları örtmek için şakağına bir bez koymuşlardı. Doktor hemen bilincinin artmış olup olmadığını test etmek için kulağına doğru haykırdı. Hasta hiçbir şekilde tepki vermedi.
“Böylesi daha iyi.” dedim büyük bir cesaretle ama bunu söylerken ağlamayı sürdürüyordum.
“Beklediğimiz etki mutlaka kendini gösterecektir!” dedi doktor. “Solumasının çoktan düzeldiğini görmüyor musunuz?”
Gerçekten de o aceleci, zahmetli solumasında beni korkutan aralıklar yoktu.
Hasta bakıcı doktora bir şey söyledi, doktor başını sallayarak onayladı. Deli gömleğini hastada denemek gerekiyormuş. O bombayı çantadan çıkardılar ve babamı kaldırıp yatağa oturttular. O esnada hasta adam gözlerini açtı: Bulanıklaşmıştı gözleri, henüz ışığa alışmamışlardı. Gözleriyle etrafı süzüp de olan biteni anlar diye endişe ederek, tekrar hıçkırıklara boğuldum. Oysa hastanın başı yastığına geri döndüğünde, kimi oyuncak bebeklerde olduğu gibi gözleri derhâl kapandı.
Doktor zafer kazanmışçasına:
“Durumu iyice değişti.” diye mırıldandı.
Evet, tümüyle değişmişti tabii! Değişen durumu da benim için çok ciddi bir tehdit yaratmak dışında bir işe yaramıyordu. Duygu seli içinde babamın alnından öptüm ve içimden onun için bir dilekte bulundum:
“Oh, uyu! Sonsuz uykuya dalana kadar uyu!”
Ve böylece babamın ölmesini dilemiş oldum ama doktor, ne olduğunu anlayamadı çünkü bana nazikçe şöyle dedi:
“Kendine geldiğini görmek, sizi de mutlu etti tabii.”
Doktor gittiğinde, şafak söküyordu. Sıkıcı, tereddütlü bir şafaktı bu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu, donmuş karı yerinden kaldıracak kadar kuvvetli olsa da bana şiddeti azalmış gibi geldi.
Doktora bahçeye kadar eşlik ettim. Nezaket eylemlerini iyice abarttım ki kendisine duyduğum nefreti anlamasın. Yüzümden sadece teveccüh ve hürmet okunuyordu. Nihayet villanın çıkışına götüren patikada uzaklaştığını görünce bu çabadan kurtularak duyduğum tiksintinin yüzümü buruşturmasına izin verdim. Karların ortasında küçük ve siyah bir görüntü oluşturuyor, her fırtına karşısında sendeliyor, daha iyi direnebilmek için duraksıyordu. Yüzümü buruşturmam kâfi gelmedi, bunca zahmete katlanmıştım ya, hıncımı çıkarmam gerekiyordu. Birkaç dakikalığına soğukta, başım açık, karın üzerinde ayaklarımı öfkeyle yere vurarak yürüdüm. Bununla birlikte, bu çocuksu öfke, doktora mı yoksa kendime miydi bilmiyorum. Her şeyden önce kendimeydi, babamın ölmesini istemiştim ve yürekli olup bunu söylemeye cesaret edememiştim. Sessizliğim, en saf evlat sevgisinden ilham alan isteğimi ağırlığını taşımakta zorlandığım gerçek bir suça dönüştürüyordu.
Hasta mütemadiyen uyuyordu. Sadece birkaç defa anlamadığım bir iki kelime söyledi, ses tonu pek sakindi, durumu hayli tuhaftı çünkü sık soluması kesilmişti. Acaba bilincine mi yaklaşıyordu yoksa umutsuzluğa mı?
Maria, şimdi hasta bakıcı ile birlikte yatağın yanında oturuyordu. Hasta bakıcı bende güven uyandırdı ancak abartılı titizliği hoşuma gitmemişti. Maria’nın hastaya şifa olacağına inandığı bir çay kaşığı et suyu alması yönündeki teklifine karşı çıktı. Doktor et suyundan bahsetmemişti ve böylesine önemli bir eyleme karar vermek için dönmesini beklemek gerekirdi. Durumun hak ettiğinden daha kesin bir vurguyla konuştu. Zavallı Maria ısrar etmedi, ben de ısrar etmedim. Ancak yine de bir tiksinti hissettim.
Geceyi hasta bakıcı ile hastanın başında geçirecektim, yanında iki kişi yeterdi, birimiz kanepede dinlenebilirdi, bu yüzden beni yatmaya zorladılar. Kanepeye uzandım ve hemen uykuya daldım, hiçbir rüya ışıltısının kesintiye uğratmadığı -buna eminim- hoş bir bilinç kaybıydı.
Oysa dün gece, dünün bir kısmını bu anılarımı toplayarak geçirdikten sonra, beni büyük bir zamansal sıçrayışla o günlere götüren canlı bir rüya gördüm. Doktor ile sülükler ve deli gömleğini tartıştığımız aynı odadaymışım. Ancak şimdilerde eşimle yatak odası olarak kullandığımız oda olduğu için görünümü hayli değişikti. Doktora babamı nasıl tedavi edeceğini ve iyileştireceğini öğretiyormuşum, o -şimdi olduğu gibi yaşlı ve çökük değil ama o zamanlar olduğu gibi güçlü ve gergin- ise öfke içinde elinde gözlükleri ve şaşkın bakışları ile buna değmeyeceğini haykırıyormuş. Aynen şöyle diyormuş: “Sülükler onu hayata dolayısıyla acıya geri döndürecekler, yapıştırmasak daha iyi!” Ben ise yumruğumu bir tıp kitabının üzerine indiriyor ve haykırıyormuşum: “Sülükler! Sülükleri istiyorum! Deli gömleğini de istiyorum!”
Rüyam birdenbire gürültülü bir hâl aldı, öyle ki karım araya girip uyandırdı beni. Uzak gölgeler! Sizi seçebilmem için optik bir yardım almam gerek, bu da her şeyi altüst ediyor.
Huzurlu uykum o günün son anısıdır. Sonra onu her saati diğerine benzeyen birkaç uzun gün izledi. Hava düzeldi, babamın durumunun da düzeldiği söylendi. Odada serbestçe hareket etmeye başlamıştı, yataktan koltuğa gidip gelip havalanmaya çalışıyordu. Kapalı pencerenin ardından, güneşte parıldayan karlarla kaplı bahçeye de bakıyordu uzun uzun. O odaya her girdiğimde, Coprosich’in beklediği bilinci tartışmak ve bulutlandırmak için hazırdım. Ama babam, her gün daha iyi duyar ve anlar gibi olsa da o bilinçten çok uzaktaydı.
Maalesef, babamın ölüm döşeğinde, acıma garip bir şekilde tutunup onu tahrif eden büyük bir hınç beslediğimi itiraf etmeliyim. Bu hınç, her şeyden önce Coprosich’e adanmıştı ve onu ondan gizleme çabamla daha da artıyordu. Ayrıca doktorla tartışmaya devam ederek bilimine hiç aldırmadığımı ve sırf acısından kurtulsun diye babamın ölmesini dilediğimi açıkça söyleyemiyordum.
Hastaya da öfkelendim sonunda. Günlerce ve haftalarca huzursuz bir hastanın yanında kalmaya çalışan, hasta bakıcı olarak davranmaya uygun olmayan ve dolayısıyla diğerlerinin yaptıklarının pasif bir izleyicisi olan herkes beni anlayacaktır. Zihnimi temizlemek, babam ve benim için acımı düzene sokmak ve belki de tadını çıkarmak için sık sık dinlenmeye ihtiyaç duyuyordum. Oysa bir ilacını içirmek, bir odadan çıkmasını önlemek için savaşıp durmalıydım. Mücadele, her zaman kin doğurur.
Bir akşam hasta bakıcı Carlo, babamdaki yeni gelişmeyi görmem için beni çağırdı. Yaşlı adamın hastalığını fark edip beni suçlayabileceği fikrine kapılıp, kalbimde kargaşa içinde odaya koştum.
Babam odanın ortasında, sadece iç çamaşırları ve başında kırmızı ipek gece başlığı ile dikiliyordu. Yine nefes nefeseydi ama birkaç kısa aklı başında söz ettiği de oluyordu. İçeri girdiğimde Carlo’ya “Aç!” dedi.
Pencerenin açılmasını istiyordu. Carlo, dışarısı çok soğuk diyerek yapamayacağını söyledi. Babam bir süre isteğini unuttu. Pencerenin kenarındaki koltuğa gitti ve rahatlamak istercesine uzandı. Beni görünce gülümsedi ve sordu:
“Uyudun mu?”
Cevabımın ona ulaştığını sanmıyorum. O kadar çok korktuğum bilinç bu değildi. Ölüm döşeğindeyken ölüm hakkında düşünmekten başka yapacak bir sürü şeyi olur insanın. Tüm düşüncesi, nefes almaya adanmıştı. Beni dinlemek yerine, Carlo’ya tekrar bağırdı:
“Açsana şunu!”
Rahatı huzuru kalmamıştı. Koltuğundan kalkıp ayaklanıyordu. Sonra büyük bir gayretle ve hasta bakıcının yardımıyla tekrar yatağa uzanıyor, önce bir an sol tarafına, sonra hemen sağ tarafına yatıyor, orada da ancak birkaç dakika dayanabiliyordu. Tekrar ayağa kalkması için hasta bakıcıyı çağırıyor, bazen daha uzun kaldığı koltuğuna geri dönüyordu.
O gün yataktan koltuğa geçerken, aynanın önünde durdu ve kendine bakarak mırıldandı:
“Meksikalıya benziyorum!”
O gün, sanırım sırf yataktan koltuğa koşuşturmasının korkunç monotonluğundan kurtulmak için sigara içmeye çalıştı. Bir nefes çekti, hemen soluk soluğa kaldı, dumanı geri üfledi.
“Çok ağır hastayım demek ki?..” diye sordu, acı içindeydi. Bilinci bir daha, hiç o günkü kadar yerinde olmadı. Fakat kısa bir süre sonra bir hezeyan yaşadı. Yataktan kalktı, geceyi Viyana’da bir otelde geçirmiş de orada uyanmış sandı kendini. Kim bilir belki de ağzındaki kuruluk nedeniyle hasret kaldığı serinlik duygusu, ona o şehrin buzlu sularını anımsatmıştı. Hemen bir sonraki çeşmede kendisini bekleyen güzel sudan bahsetti.
Babam tedirgin ama yumuşak başlı bir hastaydı. Ondan korkuyordum çünkü durumunu anladığında bana sinirleneceğini sanıyordum, bu yüzden uysallığı muazzam yorgunluğumu azaltmayı başaramıyordu ancak o, kendisine yapılan her türlü teklifi itaatle kabul ediyordu çünkü belki kendisini sıkıntıdan kurtarır diye umutlanıyordu. Hasta bakıcı ona bir bardak süt getirmeyi önerdi, büyük bir sevince kapılarak kabul etti. Sonra hevesle bir küçük yudum aldıktan sonra devam etmek istemedi, sütü elinden alsınlar istedi, hemen alınmayınca da bardağı yere düşürdü.
Doktor, hastayı bulduğu durum karşısında asla hayal kırıklığına uğramıyordu. Bir yandan gelişme var diyordu ama bir taraftan da felaketinin yaklaştığını görüyordu. Bir gün arabayla geldi, acele ayrılması gerekiyormuş. Hastayı olabildiğince uzun süre yatmaya ikna etmemi tavsiye etti çünkü yatar hâlde olması kan dolaşımı için en iyisiymiş. Bunu babama da tembihledi, o da zekice bir havaya bürünüp, pekiyi anlamış gibi görünerek tamam dedi, o esnada odanın ortasında dikiliyordu, hemen kendi dalgınlığına, bana göre kendi acısına, geri döndü.
Takip eden gece son kez, çok korktuğum bilincinin yeniden uyanacağını sanarak dehşete kapıldım. Pencerenin yanındaki koltukta oturuyordu, camdan berrak geceye, yıldızlı gökyüzüne bakıyordu. Soluğu her zamanki gibi zahmetliydi ama bundan acı çekmiyor gibi görünüyordu, gökyüzünü seyre dalmıştı. Belki de nefesinden ötürü, başını bir şeyleri onaylayarak sallıyor gibiydi.
Korkuyla “İşte her zaman kaçındığı sorunlarla yüzleşiyor.” diye düşündüm. Gökyüzünde, tam olarak baktığı noktayı bulmaya çalıştım. Gövdesi dimdikti, çok yüksek bir delikten bakıp bir şeyler görmeye çalışan birinin çabasıyla seyrediyordu semayı. Bana Ülker yıldızına bakıyormuş gibi geldi. Belki de hayatı boyunca hiç bu kadar uzağa bakmamıştı. Aniden bana döndü, hâlâ gövdesi üzerinde dik duruyordu: “Bak! Bak!” dedi bana sert bir tavırla. Hemen bakışlarını yine gökyüzüne çevirdi, ardından bana döndü:
“Gördün mü? Gördün mü?”
Yeniden yıldızlara dönmeye çalıştı ama yapamadı: Kendini bitkin bir hâlde koltuğuna bıraktı ve bana ne göstermek istediğini sorduğumda ne anladı ne de görmemi istediği bir şey olduğunu hatırladı. Bana ulaştırmak için nice zamandır aradığı kelime, sonsuza dek yok olup gitmişti.