bannerbanner
Yıldız'da Neler Gördüm?
Yıldız'da Neler Gördüm?

Полная версия

Yıldız'da Neler Gördüm?

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Bu hadise Sultan Hamit’te hayat sevgisinin ve ölüm korkusunun nasıl mübalağalı bir şekilde olduğunu gösterdiği kadar, bu korku yüzünden tutulan siyasetin de ne kadar gülünç olduğunu anlatmaya yeterlidir.

Bunu başka misallerle de ispat etmek mümkündür. Mesela Sultan Hamit Şaban’ın 16’ncı günü doğmuş, Ağustos’un 19’uncu günü tahta çıkmıştır. O devrin tabiri şekliyle birinciye veladeti hümayun, ikinciye cülusu hümayun denilirdi. Her sene Şaban’ın 16’ncı ve Ağustos’un 19’uncu günleri memleketin dört köşesinde şenlik yapılmak âdetti. Sultan Hamit cülus şenliklerine fazla ehemmiyet verirdi. Çünkü onun nazarında her cülus yıl dönümü saltanatta hakkı ve kıdemi tayin eden bir tarihti. Bir zamanlar Sultan Hamit’in kendisinden evvel padişahlıkta bulunan Sultan Murat’a delilik isnadıyla ve kendisinin sevk ve idare ettiği bir entrika neticesinde tahta çıktığı şayiası vardı. Sultan Hamit bu şayia ile muttasıl mücadele edip durmuştur. Devlet salnamelerinin baş sayfası Sultan Hamit’in doğum ve cülus tarihlerini kayda tahsis olunmuştu. Burada Sultan Hamit’in Osmanlı tahtına cülusu zikredilirken “Bil’irsü vel’istihkak” diye bir fıkra vardır. Bu fıkraya pek dikkat olunurdu. Sultan Hamit cülus yıl dönümlerinin devamını bu hakkın kuvvetlenmesi tarzında sayardı; bu itibarla cülus şenlikleri parlak olur, Sultan Hamit bu şenlikler münasebetiyle etrafa rütbe, nişan, maaş ve ihsan dağıtırdı. Buna mukabil doğum şenliklerine pek o kadar ehemmiyet verilmezdi; çünkü doğum günü Sultan Hamit’in doğduğu tarihi hatırlatan ve yaşının hesap edilmesine vesile veren bir hadisedir. Her doğum gününde Sultan Hamit’in bir sene daha yaşlanıp ihtiyarladığı zihinlere gelebilirdi. Bu da hünkârın hiç işine gelmezdi. Bu sebeple doğum şenlikleri bilhassa sarayda öksüz bayramı gibi geçerdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tek manası vardı! Nefsi hümayun! Nefsi hümayunun da bir tek düşmanı vardı: Suikast! Diyebilirim ki suikast, tahta çıktığı günden Beylerbeyi Sarayı’nda son nefesini verdiği güne kadar bir gölge gibi Sultan Hamit’in peşini bırakmamıştır. Sultan Hamit; hayatına kasteden tehlikeleri her şeyde görür hepsinden bir fenalık beklerdi. Suikast kâh yemeğe sokulabilen bir zehirdir kâh suya katılabilen bir mikroptur, bazen bir kalabalık arasında fırlayacak bir kurşun, bazen arabanın önünde patlayacak bir bombadır. Bu düşman rüzgâr gibi havadan gelebilir, toz gibi pencere deliğinden girebilir. Bunun bir kadın kıyafetinde haremi hümayuna sokulması, bir hançer şeklinde kölelerden birinin redingot cebine gizlenmesi mümkündür. Beyanname, risale, kitap, gazete, gizli içtima… Bunlar suikastin ayrı ayrı silahları ve vasıtalarıdır. Hünkârın yatak odasını bekleyen silahşorden, Van vilayetindeki nüfus kâtipine kadar her fert bu düşmanı tarassut edebilir ve bu hususta herkesin maruzatı dinlenir. Bu silah kimde yakalanırsa bu vasıtaları kim kullanırsa yahut zan ve şüphe kimin üzerine teveccüh ederse felakettir: Sorgusuz sualsiz sürgüne gider. Sultan Hamit kırk senelik bir emektarını, kırk bin defa tecrübeden geçmiş seksen yaşında bir adamını bir günde feda edebilir. Bir bayram günü Dolmabahçe Sarayı’nda tahtın saçağını tutacak kadar padişahın itimadına mazhar olan Müşir Fuat Paşa bir suikast haberiyle bir hafta sonra, azılı katiller gibi muhafaza altında Şam’a sürülmüştü.

Üsküdar havalisinde Ali Şamil Paşa isminde bir kumandan vardı. Bir gün bu Ali Şamil Paşa’nın adamları Göztepe istasyonunda Şehremini Rıdvan Paşa’yı öldürmüşlerdi. Yapılan tahkikat, katillerin Ali Şamil Paşa’dan aldıkları emir üzerine Rıdvan Paşa’yı vurduklarını meydana çıkardı. Aynı zamanda hünkâra, Ali Şamil Paşa’nın İstanbul’da bir Kürt isyanı hazırlamakta olduğunu, isyan günü Yıldız Sarayı’nın da basılacağını, Kürtlerin veliaht Reşat Efendi taraftarı olduklarını bildirmişlerdi. Bu haber üzerine Ali Şamil Paşa evvela Yıldız’a çağrıldı, malumatına müracaat bahanesiyle bir odaya götürülerek hapsedildi, belinden kılıcı, cebinden tabancası alındı, bir hafta sonra Trablusgarp zindanına gönderildi.

Sultan Hamit yediği içtiği şeylerin sıhhi veya gayrisıhhi olmasından daha çok, emniyetli veya emniyetsiz eller tarafından hazırlanmış olmalarına ehemmiyet verirdi. Aşçıbaşının mahir olması değil, sadık olması lazımdı. Yağın veya sütün, suyun veya kahvenin içinde bulunabilecek mikroplardan daha çok bunlara bir düşman elin katabileceği zehirlere bakar gibi bakardı. Onun içindir ki; su karakulak kaynağından gelirdi. Kaynağı geceli gündüzlü iki tüfekçi beklerdi. Fakat Sultan Hamit; tüfekçiler tarafından damacanalara vurulan damgaları değil, kendi sürahisinde ikinci kilercisi ve has adamı Hüseyin Bey’in mühürünü görmek isterdi.

Sultan Hamit’in bir berberbaşısı vardı. Bu adam ta şehzadeliğinden beri yanında bulunan güvenilir bir emektarı idi. Fakat bu berber Sultan Hamit’i tıraş ederken ya başkâtip yahut bir musahip hazır bulunurdu. Sultan Hamit tıraş olurken bunlarla konuşurdu, fakat asıl maksat bu makas ve ustura oyununda -kaldı ki pek emniyetli dahi olsa- berberbaşı ile yalnız kalmamaktı. Sultan Hamit sakalını bizzat kendisi düzeltirdi. Berberin yanlışlıkla makası derin vurarak sakalının biçimini bozmasından korkardı, fakat bunun hakiki sebebi sakalla gırtlak arasındaki mesafenin kısalığı idi. Nihayet berberbaşı da bir adamdır. Onun da çıldırması yahut düşman oluvermesi ihtimali vardır. Makasın ucunu gırtlağına sapladı mı mesele tamamdır. Bu, fantezi kabilinden bir mütalaa yahut hakikatten uzak bir ihtimal değildir. Ölümüne kadar hemen her gün temas etmekte olduğum Tahsin Paşa, bunu bizzat bana söylemiştir. Ne yazık ki Tahsin Paşa buna benzer birçok garabetlere vâkıf olduğu hâlde -birçok ısrar ve ricalarıma rağmen- bunları hatıratına geçirmemiştir.

Sultan Hamit’in doktorluğa itimadı vardı. Sarayda mükemmel bir eczane-i hümayun ile müteaddit doktorlar vardı. Tıbbın ilerlemesini ilgiyle takip ederdi. Tıbbiye Mektebinden kudretli hekimler yetişmesini samimi olarak arzu ederdi. Eğer genç doktorlarımızın Avrupa’da alçak kişilerle düşüp kalkacaklarından korkmasaydı, her sene Avrupa’ya eğitimini tamamlaması için birçok talebe gönderebilirdi. Böyle olmakla beraber eczane-i hümayunda yapılan ilaçlardan kullanmazdı. Zehrin de ilaç yerine verildiğini, ölçüsü fazla kaçırılan zehirli bir ilacın ölüme sebep olabileceğini düşünürdü. Pek mecbur kaldığı zaman ilacı evvela ya bir köpeğe yahut haremdeki kadınlardan birine içirtir sonra kendisi içerdi. Sultan Hamit Beylerbeyi Sarayı’nda muhafaza altında otururken hastalanmıştı. Hükûmet kendisini tedaviye Âkil Muhtar Bey’i memur etmişti. Sultan Hamit’in hayatı ne kadar sevdiğini, daha doğrusu saltanat ümitleri tamamen zail olduktan sonra bile etrafında suikast tehlikeleri görerek fikren ne kadar rahatsız olduğunu şundan anlayabiliriz ki Doktor Âkil Muhtar Bey hasta için yazdığı ilaç kaşelerinden bir tanesini Sultan Hamit’in gözü önünde kendisi yutmadıkça ihtiyar hasta bu ilaçları kullanmaya razı olmamıştı.

Sultan Hamit hatırı sayılır tütün tiryakilerindendi; fakat tekelin mamulatını bir defa olsun ağzına koymamıştı. Onun içtiği sigaralar tütüncübaşının odasında sarılırdı.

Sultan Hamit’in huzurunda şüpheli hareketler felakete sebep olurdu. Onun huzuruna çıkanlar ona ne verecekler, ne göstereceklerse ellerinde ve aşikâr surette tutarlardı. Bir kâğıt aramak yahut bir mendil çıkarmak için eli yan veya arka cebe götürmek insanı belaya sürükleyebilirdi; çünkü yan cepten bir kama, arka cepten bir tabanca çıkarmak mümkündü.

Sultan Hamit tahta ilk çıktığı zamanlar cuma namazlarını İstanbul’un çeşitli camilerinde kılar, bu alaylara atla giderdi. O vakit hürriyetperver bir padişah idi yahut fazla atlamak için geriye çekilmek kabilinden bir siyasetle öyle görünmek isterdi. Bu cuma alaylarında halk akın akın padişahın güzergâhına toplanır, birçok kimseler ona yaklaşarak arzuhâl verirdi. Sonraları Sultan Hamit, Yıldız Sarayı’na çekilerek milletle teması kesince padişaha bizzat arzuhâl vermek usulü de kaldırıldı. Daha doğrusu halkın; güzergâhı hümayuna yaklaşması yasak oldu. Buna “erbabı fesadın zatı şahaneye suikast icrasını tasavvur etmekte oldukları ve bunlardan birinin kadın kıyafetine girerek tasavvuru vakiyi mevkiyi fiile çıkaracağı” yolunda bir ihbarın sebep olduğunu işitmiştim.

Suikasta uğramak korkusu Sultan Hamit’in kalbine ne derece kuvvetle yerleşmiş olduğunu çok gülünç bir misalle ispat etmek isterdim.

Bir gün büyük elçilerimizden biri mabeyine bir şifre telgraf göndermiş, bu telgrafla “erbabı fesadın zatı şahaneye suikast etmek fikri melunanesiyle, bir fabrikaya sureti mahsusada sipariş ettikleri ceviz büyüklüğünde bombaları bir sandığa koydurarak Mesajeri Maritim kumpanyasının Nijer vapuruyla Marsilya’dan İstanbul’a gönderdiklerini, şayet bu bombalar İstanbul’da karaya çıkarılmazsa Karadeniz’de Samsun limanına çıkarılarak oradan Laz sandalları vasıtasıyla İstanbul’a sokulmaya çalışılacağını, bunların yelek cebinde taşınabilecek bir büyüklükte olması istimallerini kolaylaştırmakta bulunduğunu” bildirmişti. Bu telgraf sarayın içinde bir bomba gibi patlamıştı. Artık bütün işler durmuştu. Mesajeri Maritim vapurunun Marsilya’dan İstanbul’a kadar uğrayacağı bütün Osmanlı limanlarına telgrafla iradeler tebliğ olundu. Vapurdan çıkarılacak denklerin birer birer muayene olunmaları tembih edildi. İstanbul’da Müşir Zeki Paşa’nın, Zülüflü İsmail Paşa’nın, Tatar Şakir Paşa’nın, Kabasakal Mehmet Paşa’nın, Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa’nın, mahut Fehim Paşa’nın bütün teşkilatı seferber hâline konuldu. Vapur İstanbul rıhtımına yanaştığı dakikadan hareket saatine kadar karadan denizden bir casus ve memur tabakası etrafını kuşattı. Vapurdan çıkarılan en ufak eşya dengi bile, sıkı bir muayeneden geçiriliyordu. Bomba sandığı çıkmadı. O zaman kapitülasyonların hükmü cari olduğundan ambarda öyle bir sandık bulunup bulunmadığını anlamak için vapura memur sokmaya imkân yoktu. Nihayet şuna hükmedildi: Alçak kimse; bomba sandığı İstanbul’a çıkarmak kabil olmadığını anlayınca -büyükelçinin yazdığı şekilde- Samsun’a çıkarmaya karar vermişti. Bunun üzerine Sultan Hamit’in iradesiyle adliyeden, Beşiktaş muhafızlığından, Tophane müşirliğinden birer memurla iki Arnavut tüfekçiden mürekkep bir komisyon teşkil olundu. Bu komisyonun vazifesi aynı vapur Samsun’a gidip bomba sandığını karaya çıkar çıkmaz yakalamak ve idarei mahsusa vapurlarından biriyle İstanbul’a göndermekti. Mesajeri vapuru bu komisyonu da alarak Karadeniz’e hareket etti. Komisyon üyesine -o devrin âdeti, daha doğrusu Sultan Hamit’in siyaseti icabınca- bol harcırahlar, atiyeler, rütbe ve nişanlar verildi. Komisyon Samsun’dan saraya çektiği telgrafta sandığı yakaladığını, Marsilya’dan Samsun’da bir tüccara hitaben gelen beyannamesinde asit karbonik diye bir tabir yazı olduğunu bildirdi. O tüccar derhâl gözaltında olarak İstanbul’a gönderildi. İdarei mahsusanın bir vapuru da bomba sandığını alarak hareket etti. Vapur bir müddet Karadeniz boğazında durduruldu. Nihayet içeri girerek Kız Kulesi açıklarında demirlemesi emir olundu. Bir taraftan Tophane müşiri Zeki Paşa’ya bir iradei seniyye ile sandığın vapurdan alınarak bombalardan bir tanesi Zeytinburnu fabrikasında tahlil edildikten sonra çoğunun imha ve denize terk edilmesi bildirildi. Zeytinburnu fabrikasında sandık içindeki bomba denilen şeylerin gazoz imaline mahsus asit karbonik kapsülleri olduğu anlaşıldı. Bununla birlikte iradei seniyye mucibince hepsi denize döküldü. Garibi şu ki bu maskaralığa kızmak şöyle dursun, gülmek bile kimsenin aklından geçmedi. Bomba havadisini veren sefirimizin bu kadar basit bir şeyi bilmeyecek kadar cahil olduğunu yahut başta padişah olduğu hâlde bütün sarayla mükemmel bir alay ettiğini kimse düşünmedi. Sanki hakikaten bir sandık dolusu bomba yakalayıp denize atılmış ve alçak kimselerin dehşetli bir teşebbüsü kısır bırakılmış gibi bir zevk içinde mesele kapandı gitti. Bu vaka Sultan Hamit’in her an her taraftan beklediği suikast teşebbüslerine karşı ne derece tetik üstünde yaşadığını ispata yeterlidir sanırım. Abdülhamit’in bu çılgınca zaafını bilen hafiyeler; işi o derece ileri götürmüşlerdi ki vakıaları değil, vahimeleri bile ihbar ederlerdi. Bundan dolayı hayat ve saltanata dört elle sarılan Sultan Hamit’in başka türlü düşünmesine imkân yoktu, bunu da kabul etmek lazım gelir. Çünkü istibdat ve mutlakiyet altında inleyen, memleket ve milleti Sultan Hamit’in elinden kurtarmak için onun ya hayatına, ya saltanatına nihayet vermekten başka çare yoktu.

Ortaköy sahillerinden Balmumcu tepelerine kadar geniş bir sahayı işgal eden ikinci fırkanın Türk, Arap, Arnavutlardan mürekkep binlerce ve binlerce efradıyla, sarayın içini dışını dolduran sivil ve asker yüzlerce tüfekçilerden mürekkep bir muhafaza teşkilatı sayesinde Yıldız Sarayı hakikaten kuş uçup kervan geçmez bir yer olmuştu. Bu teşkilatın şu garabeti vardı: Herkes birbirine düşmandı. Türk, Arap’ı sevmez, Arap; Arnavut’tan nefret eder, Arnavut; her ikisinin gözünü oymaya çalışırdı. Sarayda birbirini seven, birbirinden emin, birbirinin mahremi iki insana tesadüf edilemezdi. Herkes teveccühü, terakkiyi, taltifi; komşusunun kuyusunu kazmakta arardı. Sultan Hamit diviser pour regner4 sistemini bütün incelikleriyle evvela kendi sarayında tatbik ediyordu.

Dört duvar arasında yaşayan, senede iki defa sabahları bayram alayı için Dolmabahçe Sarayı’na, ramazanın on beşinci günü deniz yoluyla Topkapı Sarayı’na giden ve bunun haricinde kendi kullarından başka hiç kimseye görünmeyen Sultan Hamit’e suikast yapmak çok güç olmakla beraber, hünkâr her dakika tedbirli davranırdı. Bilhassa Avrupa’da kendi aleyhine çalışanların bütün hareketlerini tarassut ettirirdi. Paris, Brüksel ve Cenova’daki siyasi memurların en esaslı, en ehemmiyetli vazifesi alçak kimseleri takip etmek, bunları o havalide barındırmamak, gazete ve risale çıkartmalarına veya bu gazete ve risalelerini Türkiye hudutlarına sokmalarına mahal vermemekti. Yalnız sefirler değil, müsteşarlar, başkâtipler, hatta bazı ufak kançılarlar bile doğrudan doğruya sarayla muhabere ederlerdi. Yıldız’daki şifre dairesinin işi gücü hemen hemen buydu.

İttihat ve Terakki mensuplarından bazıları, gazetelerle yayımlanan hatıralarında, cemiyetin İstanbul’daki taraftarlarıyla muhaberelerini yazmaktadırlar. İstanbul’da üç beş taraftar peyda etmek, İstanbul’la kaldı ki muntazaman olsun mektuplaşmak, buradan haber almak, buraya talimat göndermek boş şeylerdi. İstanbul’da bir kıyam yaparak Sultan Hamit’i öldürmek veya tahttan indirmek hemen hemen imkânsızdı. Sultan Hamit’i, Sultan Aziz veya Sultan Murat gibi fetva yoluyla halletmek de güçtü, çünkü bir padişahın fetva kuvvetiyle nasıl tahttan indirildiğini gözleriyle görmüş olan Sultan Hamit, fetva yollarını o kadar sıkı bir gözetim altında bulunduruyordu ki sarıklıların, fetva dairesinin, bütün meşihat teşkilatının en ufak bir kıpırdanma teşebbüsleri bile ihtimal haricindeydi. Ne askeri ne de donanmayı elde edemezlerdi. Hünkârı muhafaza vazifesiyle mükellef olan birinci ve ikinci fırka padişahın “nan ve nimetiyle perverde”5 olan erkân ve ümeranın idaresindeydi. Donanma silahsız, hatta kömürsüz bir korkunç hayalden ibaretti. Gemilerin toplarındaki kamalar “iradei seniyye olmadıkça” depolardan çıkarılamazdı ve her silah deposu bir kulun muhafazasına tevdi edilmişti. Nihayet memlekette ordularla casus vardı. Bazı ecnebi postanelerinin memurları sarayın aylıklı hafiyeleri idi. İttihat ve Terakki cemiyeti İstanbul’da bir ihtilal zemini bulamazdı. Sultan Hamit için de lazım olan bu idi. Hünkârın bütün korkusu dışarıdan ansızın bastıracak olan ihtilal teşebbüslerinde toplanıyordu. Avrupa’da Jön Türklerin, Ermenilerin, anarşistlerin hararetli hararetli çalıştıklarını biliyordu. Bilhassa Ermenilerin, vaktiyle yaptıkları gibi tekrar bir kıyam vukua getirerek bir katliama, bunun neticesi olarak Avrupa’nın müdahalesine ve nihayet memlekette genel bir ayaklanma hareketi baş göstererek ortalığın karmakarışık olmasına sebebiyet vermeleri ihtimalden uzak değildi ve bunun akıbeti saltanata dokunabilirdi. Nitekim Sultan Hamit’in korktuğu başına gelmiş ve günün birinde cuma namazına müteakip Hamidiye Camisi’nden sarayına dönmek üzere arabasına binmeye hazırlanırken yaveran dairesinin kapısı önünde lastik tekerlekli bir araba içinde müthiş bir bomba patlamıştı. Burası ecnebi sefaretler erkânının veya sefaretler tarafından takdim edilen kibar misafirlerin arabalarının durduğu yerdi. Tahkikat neticesinden anlaşıldığına göre bu araba sureti mahsusada Avrupa’dan getirtilmişti. Bunca dikkat ve tarassutlara, casus teşkilatının bunca ihtimamlarına rağmen bu arabanın İstanbul gümrüklerinden içeri sokulabilmesi “Avrupa’daki alçak kimselerin zatı şahane ve makamı saltanat aleyhinde son derece hainane bir maksatla faaliyete geçmeye karar verdikleri” hakkında o aralık her taraftan vuku bulan ihbarların doğruluğunu gösteriyordu. İstibdadı yıkmak isteyenlerin bu çare üzerinde ne kadar hararetle çalıştıklarını bu bomba hadisesi ispat etmişti.

Avrupa’dan getirilen ve gümrüklerin gözünden kaçan bu machine infernale6 suikast planının tatbikine geçildiğine bir işaretti. Plan çok güzel tertip edilmiş, çok hesaplı tatbik olunmuştu. Eğer Sultan Hamit o gün namazdan sonra, alışılmış hilafı, Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile iki dakika fazla konuşmuş olmasaydı arabası tam infilakın önüne gelecek ve kendisi çaresiz berhava olacaktı.

Bu, Sultan Hamit’e yapılan ilk suikasttı. Bunun şu fenalığı da vardı ki fikirlerde bir intibah hasıl ediyordu. Padişaha bomba atılmıştı, demek oluyor ki padişaha suikast yapılabilirdi. Sultan Hamit o tarihten sonra tazyik ve yıldırma siyasetini arttırırken bilhassa bu intibahı boğmak gayesini takip ediyordu. Bu bomba hadisesi münasebetiyle memleketin dört köşesine sürülenlerin birçoğu bu vehme kurban gitmişlerdi. O gün cuma selamlığına gelen askerî paşalardan biri selamlıktan sonra takacağı gündelik apoletini arabasında bırakmış, kendisi büyük apoletlerle alaya girerek padişahı selamlamıştı. Bomba birkaç yüz metre uzaklara kadar tesirini yaparak birçok at ve arabaları parçaladığı gibi bu paşanın arabasıyla hayvanlarına isabet etmiş, bu meyanda araba içindeki apoletler de yere düşmüştü. Tahkikat neticesinde apoletlerin hangi paşaya ait olduğu anlaşıldı ve o paşa -bilmem ne için- İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Bu hareket yıldırma siyasetinin ne kadar zalim ve kör olduğunu ispata yeterlidir.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

İradei seniyye: Çok yükek ve mühim yerden gelen emir.

2

Veziriazamın, padişaha ve yabancı ülkelere göndereceği yazılarını ve müsveddelerini hazırlayan Divanıhümayun üyesidir. (e.n.)

3

Osmanlı Devleti’nde bakanlar ve vekillere verilen addır. (e.n.)

4

Böl ve fethet. (e.n.)

5

Bir kimsenin ekmeğiyle -lütuf ve ihsânı ile- beslenmek. (e.n.)

6

Cehennem makinesi. 80 kilo melinit ve 20 kilo demir kullanılarak hazırlanmış Yıldız suikastında kullanılan bombanın adıdır. (e.n.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3