Полная версия
Tom Sawyer´ın Maceraları
Tom bir köşeye çekilip kederini bir kat daha arttırmaya çalıştı. Teyzesinin kalpten onun önünde diz çökmek istediğini biliyordu. Gözyaşları arasından, kadıncağızın ara sıra ona yalvaran bakışlar fırlattığının da farkındaydı ama hiç anlamamış gibi davranmayı daha uygun buldu. Kendini ölüm döşeğine yatmış farz ediyor, teyzesinin üzerine eğilip onu bağışladığına dair bir kelime söylemesi için yalvardığını görür gibi oluyordu; ama gene de Tom, teyzesine sırtını dönerek bu kelimeyi işitmeden ölüyordu… Ah o zaman da teyzesi kim bilir nasıl Tom’un üzerine atılacak, gözyaşları yağmur gibi yanaklarından aşağı inerek oğlunu ona geri vermesi için Tanrı’ya yalvaracaktı. Bir daha azarlamayacağına dair de kim bilir ne yeminler edecekti! Fakat Tom, gene orada bembeyaz ve buz gibi yatacak, hiçbir harekette bulunmayacaktı. Tom, bu hâllere kendini öyle kaptırmıştı ki üzüntüden yutkunuyor, gözlerinde toplanan yaşlar ufacık bir göz kırpmasıyla yanaklarından aşağı inip burnunun ucundan damlıyordu. Keder Tom için öyle bir lükstü ki herhangi bir sevincin bunu bozmasını istemiyordu; ıstırabı böyle bir şeye uymayacak kadar kutsaldı. Kuzeni Mary, bir haftalık bir ayrılıktan sonra eve gelmenin sevinci içinde dans ederken Tom yerinden kalktı, bulutlar arasında, karanlık bir hava içerisinde, kapıdan çıktı. Kuzeni bir kapıdan şarkı ve güneşle girerken Tom, başka bir kapıdan çıkıp uzaklaşmıştı.
Çocukların her zamanki buluşma yerlerinden uzakta, sessiz, kendi hâline uygun yerler aradı. Nehirdeki, uzun atlama tahtası onu kendine çağırıyordu. Tahtanın kenarına oturup nehrin akışını seyrederken o anda suya düşüp boğuluvermeyi o kadar istiyordu ki… Ama hiçbir şey hissetmeden ölmeliydi. Uzun süre üzgün üzgün hayallere daldı, sonra hava kararırken içini çekerek oradan ayrıldı.
4
TOM “HASTA”
Pazartesi sabahı, Tom gene perişan bir hâldeydi, zira işte gene okulda geçecek bir haftalık sıkıntılı devre başlıyor demekti. Çoğunlukla pazartesi gününe, aradaki tatile kızarak başlardı; çünkü her şeye yeniden başlamak, bir değişikliğe uğramadan devam etmekten daha güçtü.
Yatağında düşünceye daldı. Birden hasta olmak istediğini anladı. O zaman okula gitmez, bütün günü evde geçirirdi. Ufak bir ihtimal vardı… Kendini bir yokladı. Hiçbir derdi yoktu. Bir kere daha yokladı. Bu defa midesinde bir bozukluk hissetti, ümitle ağrıya cesaret verdi; fakat çok geçmeden bulantısı azaldı ve tamamen geçti. Tom, kendini biraz daha dinledi. Üst dişlerinden biri sallanıyordu. Bu bir talih eseriydi. Kendi tabiriyle “başlangıç” olsun diye inlemeye koyulduğu sırada birden aklına geldi, eğer bu iddiayı ileri sürerse teyzesi sallanan dişi çekmeye kalkacak, o zaman da canı müthiş yanacaktı. Onun için şimdilik diş meselesini yedekte bırakıp başka bir şeyler aramayı uygun buldu. Kısa bir zaman hiçbir hastalık bulamadı kendinde…
Sonra birden doktorun bir tarihte hastalarından birine bir parmak kaybettiren bir hastalıktan bahsettiğini hatırladı. Hemen merakla ayağını yorganın altından çıkardı ve nasırlı parmağına baktı. Fakat o hastalığın emarelerini nereden bilecekti?
Ama gene de bir defa denemekten zarar çıkmazdı, hemen ümitle inlemeye başladı.
Ne yazık ki Sid hiçbir şeyin farkında olmadan derin derin uyuyordu.
Tom daha yüksek bir sesle inlemeye başladı, parmağındaki ağrının arttığını hayal ediyordu.
Tom artık harcadığı gayretlerden bitkin bir hâlde ağır ağır soluk almaya başlamıştı. Biraz dinlendi ve kendine çeki düzen verip yeniden inlemeye koyuldu.
Sid hâlâ horluyordu.
Tom’un içine fenalık gelmişti. “Sid, Sid!” diye bağırarak çocuğu sarstı. Bu usûl işe yaradı, Tom gene inliyordu. Sid esneyip gerindi ve dirseklerinin üstünde doğrularak hayretle Tom’a bakmaya başladı. Tom inlemeye devam etti.
Sid, “Hey, Tom, sana söylüyorum, Tom!” diye bağırıyordu. “Şişşt, Tom! Nen var, Tom?” Tom’u sarsıp merakla yüzüne baktı.
“Ayy, Sid, yapma. Beni sarsmasana!”
“Neden? Ne oldu, Tom? Teyzemi çağırayım.”
“Yok zahmet etme. Belki yavaş yavaş geçer. Sakın kimseyi çağırayım deme.”
“Olur mu canım? Tom, öyle inlemek çok müthiş bir şey… Ne zamandan beri böylesin?”
“Saatlerdir… Uuuff… Kıpırdanıp durma Sid, beni öldüreceksin.”
“ Tom, niçin daha önce uyandırmadın beni? Aman, Tom, n’olur yapma… Her yanım karıncalanıyor.”
“Her şeyi affediyorum Sid. Bana yaptığın bütün kötülükleri affediyorum (inilti). Öldükten sonra her şeyi unutacağım.”
“Ah, Tom, ölmeyeceksin değil mi? N’olur ölme Tom. Ah, Tom, ölme… Belki de…”
“Herkesi affediyorum (gene inilti). Onlara böylece anlat, emi Sid. Sana…”
Fakat Sid elbiselerini kaptığı gibi aşağı koşmuştu. Hayali gayet iyi çalıştığı için Tom, şimdi gerçekten kendini hasta gibi hissediyordu. Bu yüzden de iniltileri gayet tabiî oluyordu.
Sid aşağı koştu ve: “Aman Polly Teyze, koş. Tom ölüyor.” dedi.
“Ölüyor mu?”
“Evet, teyzeciğim. Hadi durmayın, çabuk olun.”
”Şom ağızlı, sen de… İnanmam.”
Fakat buna rağmen kadıncağız yukarı koştu. Sid’le Mary de arkasındaydılar. Yüzü bembeyaz kesilmiş, dudakları titremeye başlamıştı. Yatağın başına geldiği vakit nefes nefese, “Hey, Tom, Tom!” diye bağırdı, “N’oldun?”
“Ah teyzeciğim. Ben şey…”
“N’oldun, yavrum. Söylesene çocuğum…”
“Ah, teyzeciğim, nasırlı parmağım mahvoldu.”
İhtiyar kadın bir iskemleye çöküp evvela güldü, sonra biraz ağladı, daha sonra gülerken ağlamaya başladı. Böylece kendine gelmişti.
“Tom, beni nasıl telaşa düşürdün… Artık bu saçmalığı bırak da çık şu yataktan…”
İniltiler kesildi, parmaktaki ağrı da sona erdi. Tom biraz aptallaşmıştı.
“Vallahi, Polly Teyze bana ölüyorum gibi geldi, o kadar çok ağrıyordu ki dişimin acısını unuttum.”
“Sahi dişin mi ağrıyordu?… Peki ne oldu dişine bakalım?”
“Bir tanesi sallanıyor, hem de pek fena ağrıyor.”
“Hadi, hadi… Gene inlemeye başlama sakın. Ağzını aç. Şey, dişin gerçekten sallanıyor ama bu yüzden ölmezsin. Mary bana bir parça ibrişimle mutfaktan yanan bir kömür parçası getir.”
“Ayy, n’olur teyzeciğim, dişimi sakın çekme. Artık acımıyor. Acısa da dayanırım ağrısına. N’olur yapma teyzeciğim. Evde kalıp derslerimi kaçırmak istemiyorum.”
“İstemiyorsun değil mi? Demek bütün bu gürültü patırtı okula gitmeyip balık avlamak içindi ha?… Ah Tom, Tom, seni bu kadar sevdiğim hâlde karşılık olarak benim yaşlı kalbimi kırmak için elinden gelen şeytanlığı yapmaktan çekinmiyorsun.”
Bu esnada diş aletleri hazırlanmıştı. Yaşlı kadın, ibrişimin bir ucunu dikkatle Tom’un dişine bağladı, öbür ucunu da karyolanın demirine… Sonra kömür parçasını hızla çocuğun yüzüne doğru fırlattı. Şimdi diş, karyolanın baş ucunda sallanıyordu…
Fakat çekilen acıların mutlaka bir mükâfatı vardır. Kahvaltıdan sonra Tom, okula giderken yolda karşılaştığı çocukların hepsi onu kıskanmıştı.
Çünkü üst çenesinde, dişten kalan boşluk gayet güzel bir şekilde tükürmesine yarıyordu. Böylece etrafına bir hayli meraklı topladı; hatta parmağını kestiği için şimdiye kadar hep el üstünde tutulan ve herkesten saygı gören çocuk bile artık kendini bir kenara bırakılmış hissediyordu. Yüreğine işlemişti, sahte bir hoşnutsuzlukla Tom gibi tükürmenin mühim bir şey olmadığını söyledi; fakat başka bir çocuk hemen atılıp “Caart kaba kâğıt!” diye takılınca zaferi elden gitmiş bir kahraman gibi oradan uzaklaştı.
Tom biraz sonra kasabanın küçük serserisi Huckleberry Finn’e rastladı. Huckleberry Finn, kasabanın en sarhoş adamının oğluydu. Kasabadaki annelerin hepsi ondan yaka silker, korkarlardı; çünkü tembel, laf anlamaz, asi bir çocuktu. Bundan başka bütün çocuklar Huckleberry’ye hayrandılar, onun gibi yaşamaya can atarlardı. Tom da bütün kasaba çocukları gibi ona hayrandı ama onunla asla konuşmamak hususunda da kat’i emirler almıştı. Onun için de fırsat buldukça Huckleberry ile beraber oyun oynardı. Her zaman eskimiş büyük adam elbiseleri giyerdi Huckleberry. Canı istediği zaman gelir, istediği zaman da çıkar giderdi. Güzel havalarda evlerin kapılarının önünde durur, yağmurlu havalarda da çatı altlarına sığınırdı. Okula ya da kiliseye gitmek zorunda değildi; herhangi birine “efendim” diye itaat etme derdi de yoktu. Ne zaman canı istese, nereyi beğenirse orada balık tutup yüzebilirdi, işine uygun geldiği kadar da kalabilirdi…
Kimse onu dövüşmekten menedemiyordu. Geceleri de istediği kadar oturabilirdi. İlkbaharda ayakkabısız dolaşmaya başlayan ilk çocuk daima Huckleberry olurdu, sonbaharda da en geç ayakkabı giyen gene oydu. Ne yıkanmak ne de temiz elbiseler giymek zorunluluğu vardı. Küfür etmeyi gayet güzel beceriyordu.
Yani kısacası bir çocuğa hayatın tadını çıkartacak her şeye sahipti. St. Pittisburgh’daki çocuklar Huckleberry hakkında böyle düşünüyorlardı.
Tom, romantik serseriyi selamladı: “Merhaba, Huckleberry.”
“Sana da merhaba, nasıl beğendin mi?”
“O ne o elinde tuttuğun?”
“Kedi ölüsü!”
“Göster bakayım, Huck. Ooo, epeyce sertmiş… Nereden buldun?”
“Bir çocuktan aldım.”
“Ne verdin?”
“Mavi bir biletle fakirler evinden aldığım bir keseyi.”
“Mavi bileti nereden buldun?”
“İki hafta önce Ben Rogers’tan bir çember sopasına karşılık olarak almıştım.”
“Şey, kedi ölüsü ne işe yarar?”
“Ne işe mi yarar? Nasırları geçirir.”
Tom okula geldiği zaman geç kalmamak için bütün gücünü kullanan kimselere özgü bir tavır takınmıştı. Şapkasını hemen vestiyere atıp iş güç sahibi bir insan gibi telaşla yerine oturdu.
Geniş iskemlesine kurulmuş olan hocanın, çocukların bir ağızdan çıkan ninniden farksız mırıltılarını dinlerken hafifçe içi geçmişti. Seslerin birden kesilmesi onu da uyandırdı.
“Thomas Sawyer.”
Tom, ismi tam telaffuz edildiği vakit mutlaka kendisini bir belanın beklediğini bilirdi.
“Efendim!”
“Buraya gel! Şimdi söyle bakalım, neden her zamanki gibi geç kaldın?”
Tom bir yalanla kendini kurtarmaya çalışacaktı ki gözleri kız öğrencilerin bulunduğu yana kaydı. Orası hem rahat hem de daha güzeldi.
Derhal:
“Yolda durup Huckleberry Finn’le konuştum,” dedi.
Hocanın nabzı bir saniye durur gibi oldu, şaşkın şaşkın etrafına baktı. Öğrenciler de bu çocuğun aklını kaybetmiş olmasından şüphelenmişlerdi.
“Ne yaptım dedin?”
“Yolda Huckleberry Finn’le konuştum.”
Kelimelerde bir yanlışlık yoktu.
“Thomas Sawyer, bu, şimdiye kadar dinlediğim itirafların en müthişi… Bu kabahatin karşılığı öyle basit ve hafif bir ceza olmayacak. Çıkar ceketini.”
Hocanın kolu yoruluncaya kadar sopa, Tom’un sırtına inip kalktı. Sonra ikinci bir emir duyuldu:
“Şimdi de gidip kızların yanına otur da aklın başına gelsin, bakalım…”
Tom’un istediği olmuştu nihayet…
5
KORSANLIĞA DOĞRU
Tom sık bir ormana girdi. Okuldan, arkadaşlarından kaçıyordu. Havanın sıcaklığı kuşları bile susturmuştu. Tabiat, iyice susmuştu; yalnız zaman zaman uzaktan bir ağaçkakanın düzenli tık tıkları duyuluyordu; bu da sessizliği ve kasvetli havayı bir kat daha arttırıyordu. Tom’un kederi de boyuna çoğalıyordu. Dirsekleri dizinin üstünde, elleriyle çenesini kavrayarak bir köşeye oturdu. Hayatın, en güzel zamanlarında bile insana dert verdiğini düşünüyordu Tom…
Geçenlerde kurtulan Jimmy Lodges’ı kıskanıyordu doğrusu; ebediyen mezarda yatıp ağaçların arasından gelen rüzgârın fısıltılarını dinleyerek hayale dalmak, hiçbir şeye üzülmeden, aldırış etmeden uyuklamak herhâlde güzel bir şeydir, diye düşünüyordu. Şu anda Tom da arkasını dönüp kaybolsa acaba sonuç ne olurdu? Dizlerinin ötesindeki bilinmeyen ülkelere gitse ve bir daha dönmese? Palyaço olmak fikri bir kere daha zihninde yer etti; fakat artık bu ona üzüntü veriyordu. Hayır, Tom asker olacak, uzun yıllar sonra zaferler, nişanlarla geri dönecekti.
Hayır, en iyisi Kızılderililerin arasına katılmaktı. Geyik avlayacak, Uzak Batı’nın geniş düzlüklerinde at koşturacak, dağlarda savaşlar yapacaktı, sonra da ileride büyük bir Kızılderili reisi olup başına tüyler takacak, yüzünü renk renk boyayacaktı.
Yazın uyku veren sıcak bir pazar sabahı o kılıkta kiliseye gidecek, bütün arkadaşlarının gözleri kıskançlıktan dışarı fırlayacaktı. Ama yok, bundan da gösterişli bir iş vardı… Korsan olacaktı… Tamam. Geleceği akla hayale gelmeyecek bir ihtişamla önüne serilmişti!… İsmi bütün dünyaya yayılacak, duyanı korkudan titretecekti!… Sonra korsan kılığında gene kasabaya gelecek, doğru kiliseye gidecekti. Herkesin, “Tom Sawyer geldi, İspanya Denizlerinin Kara İntikamcısı Tom Sawyer geldi…” diye fısıldadığını iftiharla duyacaktı.
Evet, artık her şey tamamdı, mesleğini bulmuştu. Evden kaçıp mesleğine atılacaktı. Hemen ertesi gün çalışmaya başlamalıydı. Şu hâlde şimdiden tezi yok hazırlığa girişmesi lazımdı. Bütün mallarını bir araya toplayacaktı.
Kendi kendine ormanda haydutluk oynarken Joe Harper da geldi. Şimdi bir zamanın ünlü korsanı Robin Hood’u canlandırmaya çalışıyorlardı.
“Hey, benim iznim olmadan Sherwood ormanına girmeye cesaret eden kim?”
“Guy of Guisburne’ün izne ihtiyacı yoktur. Ya sen kim oluyorsun?”
“Böyle bir söz söylemek için…” İki çocuk da Robin Hood kitabından ezbere parçalar okuyorlardı.
Bu oyunlar hep devam etti. Çocuklar, kılık değiştirip sırayla Robin Hood oluyor, kitaptan akıllarında kalan parçaları temsile çalışıyorlardı.
Oyun elbiselerini değiştirip de sakladıkları zaman şimdi artık ortalıkta haydutların bulunmayışına hayıflandılar. Uygarlığın bu zararı neyle telafi edeceğini bulmaya çalışıyorlardı. Onlar, ömürleri boyunca Amerika’nın cumhurbaşkanı olmaktansa, bir yıl Sherwood ormanında haydutluk etmeye razıydılar.
6
MEZARLIKTA FACİA
Her zamanki gibi o gece de Tom’la Sid, dokuz buçukta yatağa yatmışlardı. Dualarını okudular ve Sid hemen uyudu. Tom ise gözlerini kırpmadan sabırsız bir hâlde bekledi. Ortalığın aydınlanmak üzere olduğunu zannettiği sırada saat 10’u vurdu. Bu felaketti… Sinirlerinin isteğine uyarak kendini oradan oraya atacak, boyuna kımıldanacaktı; fakat Sid’i uyandırmaktan korkuyordu. Onun için hareketsiz yatıp gözlerini karanlığa dikti. Her şey kederli bir sessizliğe bürünmüştü. Fakat sessizliğin içinde zor duyulan birtakım gürültüler yavaş yavaş hissedilmeye başladı. Saatin tik takları kuvvetlenmişti. Eski kirişler esrarengiz bir şekilde çıtırdıyordu. Merdivenlerde de belli belirsiz bir çatırtı başlamıştı. Besbelli hortlaklar dolaşıyordu… Polly Teyze’nin odasından tempolu bir horultu yükseldi. Yatağın baş ucundaki ölüm saatinin korku veren sesi duyuluyordu. Tom titredi. Demek birinin günleri sayılıydı… Derken uzaktan bir köpeğin uluması işitildi, buna daha hafif başka bir uluma cevap verdi. Tom, titriyordu. Ama gene de uyku ağır bastı. Saat 11’i çalmıştı; ama Tom bunu duyamazdı. Komşulardan birinin penceresinin açılması Tom’u rahatsız etti. “Scat, ah seni şeytan…” diye bir bağırış koptu ve bir şangırtı oldu. Tom, iyice uyanmıştı. Bir dakika sonra da giyinip pencereden aşağı, odunluğun damına indi.
Dört ayak üzerinde sürünerek bir iki defa da hafif hafif miyavladı. Sonra damdan yere atladı. Huckleberry Finn, ölü kedisiyle birlikte oradaydı. Çocuklar hemen evin önünden uzaklaşıp karanlıkta kayboldular. Yarım saat sonra mezarlığın uzun otları arasından geçiyorlardı.
Eski usûl bir mezarlıktı burası… Kasabadan bir buçuk mil kadar ötede bir tepenin üstündeydi. Etrafı tahta perdeyle çevriliydi. Bu tahta perde de hani pek garipti. Bazı yerlerde dışarı doğru çarpılıyor, bazı yerlerde de içeri kıvrılıyordu. Hiçbir yerde şöyle dimdik durduğu yoktu. Bütün mezarlık otlarla kaplıydı. Mezarların hepsi içeri çökmüştü. Hiçbirinde mezar taşı yoktu. Ağaçların arasından hafif bir rüzgâr uğuldamaya başladı. Tom bu sesi, rahatlarının kaçtığından şikâyet eden ölüler çıkarıyor sanarak korktu. Çocuklar, bulundukları yerin, zamanın ve sessizliğin etkisiyle pek az ve hep fısıltı hâlinde konuştular. Aradıkları yeni kapanmış mezarı bulunca hemen biraz ötesindeki meşe ağaçlarının ardına gizlendiler. Sonra bir müddet sessiz beklediler. Bu, onlara pek uzun gelmişti. Ölü sessizliğini bozan tek gürültü uzakta öten bir baykuşun sesiydi. Tom’un canı sıkılmaya başlamıştı. Mutlaka biraz konuşmalıydı.
Fısıldadı:
“Hucky, ölüler bizim burada olmamızı hoş karşıladılar mı dersin?”
Huckleberry, fısıldadı:
“Ne bileyim… Pek ciddi bir hava var, değil mi?”
“Vallahi öyle…”
Çocuklar bu meseleyi içlerinden kendi kendilerine incelerken uzun bir sessizlik oldu. Sonra Tom fısıltıyla: “Şişşt, Hucky, sen At Williams’ın bizim konuştuklarımızı duyduğundan emin misin?”
“Tabi duyuyordur. Kendi değilse bile, ruhu mutlaka duyuyordur.”
Bir süre sustuktan sonra, Tom gene fısıldadı:
“Keşke Mister Williams deseydim. Ama kötü niyetle söylemedim ki… Herkes ona At der.”
“İnsan ölülerden bahsederken o kadar dikkatli davranamıyor, Tom.”
Buna verilecek cevap yoktu, konuşma gene kesildi.
Birden Tom, arkadaşının kolunu yakalayıp “Şişşt,” dedi.
“Ne var, Tom?” İkisi de yürekleri ata ata birbirlerine sarıldılar.
“Şişşt, gene duydum… Senin kulağına bir şey gelmiyor mu?”
“Benim mi?”
“İşte… Duydun mu?”
“Aman Tanrı’m, Tom geliyorlar. Vallahi geliyorlar. Şimdi ne yapacağız?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.