
Полная версия
Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı
Aslında Karaların evi kalabalık sayılmazdı. Evde bir dede, bir ebeden başka, halamın yetim kızlığı vardı. Bir de ben gitmeden önce halamın Güldane adlı bir kızı doğmuştu. Onun ardından, benim orada olduğum sene bir de Menekşe adını verdiği kızı dünyaya gelmişti. İki göz evde altı kişi kalıyorlardı. Yiyecek ekmeği zor bulan bu insanların kendilerine ait yatakları da yoktu. Halamın küçük çocukları Güldane ve Menekşe, benim yatağımda ayak uçlu, baş uçlu yatıyorlardı. Öbür odada ebeler, dedeler ve bekârlar yatıyordu. Ev, bugünkü gibi camlı, pencereli değildi, ambar gibiydi. Ne yanlarında ne üstünde pencere vardı. O yüzden kışın ev sıcaktı. Sabah olduğunu uykumuzun kanmasından anlardık. Yaz aylarında, günümüz dışarda geçse de kış mevsiminde gündüzleri evde zor durulurdu. O yüzden ezber yapmak istediğimiz zaman odalara giderdik çünkü odalar sıcak olurdu.
İkinci Dünya Savaşı ve Kıtlık Yılları
Hafızlık eğitimi için Kalfat köyüne gittiğim 1942 yılının başları, dünya ve Türkiye için olağanüstü bir dönemdi. Türkiye, yirmi yıllık bir barış döneminden sonra yeniden savaş şartlarını yaşıyordu. O yıllara damgasını vuran olay, etkisi güçlü biçimde hissedilen büyük savaştı. Bir yandan uluslararası alanda yaşanan bunalımın etkileri, bir yandan da her an çatışmaya girme ihtimali bulunan bir orduyu ayakta tutma kaygısı ülkeyi baskı altına almıştı. 40’lı yılların başında savaşın yan etkisi kıtlık, fiyat artışları ve vurgunculuk şeklinde toplumun karşısına çıkmıştı.
Şevket Süreyya Aydemir o dönemi şöyle anlatıyor:
“Savaş döneminde ordunun giderek büyüyen buğday ihtiyacına karşılık, çok sayıda çiftçi askere alındı. Ayrıca üretimde kullanılan hayvanların bir bölümüne devlet el koydu. Böylece zirai üretimde ciddi düşüş meydana geldi. Üretimdeki azalmaya paralel olarak devletin vergi gelirlerinde de ciddi düşüş yaşandı. Zirai üretimdeki düşüşün günlük yaşamdaki yansıması kıtlık oldu. Bu nedenle bir çok yerde, okul bahçelerinde bile buğday, patates gibi bitkiler yetiştirmek zorunda kalındı. Kırsal alanda yaşayanlar yiyecek temin etmekte zorlanırken, kentlerde yaşayanlar da kâğıt ve benzin gibi dışa bağımlı alanlarda önemli sıkıntılarla karşılaştı.
Benzin yokluğu nedeniyle bir süre taksiler için tek-çift plaka uygulamasına geçildi. Buna benzer biçimde, kâğıt yokluğu gerekçe gösterilerek gazetelerin dört sayfadan fazla çıkması yasaklandı.
Devlet-halk ilişkisinde günümüze kadar süren aşınmanın derinleştiği yıllar da bu döneme denk gelir. Günümüzde şehir efsanesi gibi anlatılan ve ‘Milleti kendi malının hırsızı yaptılar.’ diye dilden dile aktarılıp gelen uygulamaların başlatıldığı 1940’lı yılların başında Millî Korunma Kanunu çıkarılmıştı. Devletin geleceğini kurtarmak adına çıkarılan bu kanuna dayalı uygulamalar, insanların sosyo-kültürel davranışlarının yönlendiricisi olmuştur.
18 Ocak 1940’ta kabul edilen bu yasa, savaş yıllarının en etkili ve önemli düzenlemesiydi. 1941 yılı boyunca yaşanan ekonomik gelişmeleri, bu belgenin çizdiği çerçeve belirledi.
Millî Korunma Kanunu ile savaşa girme ihtimalinin olduğu durumlarda hükûmete bütün ekonomiyi denetim altına alma yetkisi verilmişti. Kamu yönetimi bu yasayla üretimi, tüketimi denetlemek, fiyatlar üzerinde sınırlamalarda bulunmak, çalışma süresini belirlemek ya da çalışma yükümlülüğü koymak, kira denetimi getirmek gibi yetkilere sahip olmuştu. 1941 yılı boyunca etkisi hissedilen Millî Korunma Kanunu uygulamaları büyük sermayeyi koruyan, küçük üreticiyi ise olumsuz etkileyen sonuçlar doğurmuştur. Halk, üzerinde ağır baskı yaratan ekonomik politikaların, daha çok şartların zorlaması sonucunda ortaya çıktığını hiçbir zaman anlayamadı.
Giderek ağırlığını artıran ‘iaşe’ sorununu çözmek için hükûmet 1941 yılında yeni bir girişimde bulundu. Çiftçilere, geçimlik ve tohumluk olarak ayırdıklarının dışında kalan hububatı Toprak Mahsulleri Ofisine satma zorunluluğu getirildi. Toprak Mahsulleri Ofisi eliyle gerçekleştirilecek alımlarla un stokunun meydana getirilmesi amaçlanmaktaydı. Millî Korunma Kanunu çerçevesinde uygulanan bu zorunlu satış çok düşük fiyatlarla gerçekleştirildi.
Basında, Toprak Mahsulleri Ofisinin kilo başına 8-8,5 kuruş vereceği haberlerinin çıkmasına rağmen alımlar için öngörülen bedel 5 kuruşa kadar düştü. Piyasa fiyatının oldukça altında gerçekleşen bu alımlar kısa sürede karaborsacılığa yol açtı. Küçük üreticiler genelde bu uygulamanın mağdurları olurken, daha büyükler, zorunlu satın alma uygulamasından kaçırdıkları mahsulle birikimlerini artırdılar. Sonuç olarak bu uygulama da iaşe sorununa çözüm olmadı. Buğday, arpa gibi tahıl ürünlerinin fiyatları yükseldi ve sonunda, 1942 yılında ekmek için karne uygulamasına geçildi. Savaş boyu süren bu uygulamalar, nüfusun yüzde seksenini oluşturan köylü üzerinde ağır baskı yarattı ve günümüzde dahi etkisi belirgin şekilde hissedilen politik kırılmaların temeli atılmış oldu.
Savaş şartlarının tahribatından kurtulmak için alınan önlemlerin Türkiye’nin sonraki dönemlerine yapacağı etki o yıllarda akla gelmemişti. Savaşın yarattığı olağanüstü şartlar, olağan dışı uygulamaları da gündeme getirdiğinden, insanların bilinçaltı da bu şartlara göre şekillenmişti. O yıllarda en çok sıkıntısı çekilen hususlardan biri de yetişmiş insan gücü idi. Bu durumun kamu hizmetlerini aksatmaması mümkün değildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz şartlarının en önemli etkilerinden biri 1940 yılında başlayan sıkıyönetim uygulamalarıdır. İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli illerinde 23 Ekim 1940 tarihinde bir ay süreyle ilan edilen, iki kez üç ay, bir kez de altı ay uzatılan sıkıyönetim, 18 Aralık 1941’de altı ay daha uzatıldı. Savaşın günlük yaşamdaki etkisi özellikle sıkıyönetim ilan edilen yerlerde pasif müdafaa dedikleri tatbikatlarla daha belirgin şekilde görüldü.
Örneğin Alman ordusunun Balkanları işgalinden sonra bir önlem olarak İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale’de oturan vatandaşların Anadolu’ya geçmeleri, böylece muhtemel bir savaştan sivillerin en az zararla kurtulmaları sağlanmak istenmiştir. Sıkıyönetim altındaki bu illerde yaşayanların, Sıkıyönetim Komutanlığı ve İstanbul Valiliğinin tebliği ile Anadolu’nun diğer yerlerine taşınması gündeme gelmiştir.
Büyük savaşın yoğun biçimde sürdüğü 1941 yılının Mayıs ayında, yalnızca ülkedeki gayrimüslimleri kapsayan gizli karar doğrultusunda 18-45 yaş arasındaki gayrimüslimler askere alındı. Çok güç şartlar altında geçen askerlik dönemi 27 Temmuz 1942’de sona ererken, bu kararın ardından Varlık Vergisi gündeme geldi.
İkinci Dünya Savaşı’nda kırsal kesimin üzerinde, arazi vergisi, hayvan vergisi ve yol vergisi olmak üzere üç tür vergi yükü bulunmaktaydı. Savaşla birlikte oranları da yükseltilen bu vergiler özellikle küçük çiftçiler üzerinde ağır yük oluşturuyordu. Örneğin 1941 yılında, bir çift öküz için devlete verilmesi gereken vergi yirmi kilo buğday fiyatına denk geliyordu. 1941 yılında savaş döneminin bu genel eğilimi sürdürülmüş, olağanüstü koşullar altında bozulan dengeleri düzeltmek için var olan vergilerde artırıma gidilmiş ya da yeni vergiler getirilmiştir.
Yıl içinde bu konudaki en önemli düzenleme 31 Mayıs 1941’de yayımlanan ve vergilerde artışı öngören kanundu. Buna göre beyannameye bağlı kazanç vergileri iki katına çıkarılmış, bir yıl önce serbest meslek erbabının kazanç vergisine yapılan zam bir misli artırılmış, dükkân ve mağaza gelirlerine daha önce yapılan yüzde yirmi beşlik zam, bu kez yüzde elli olarak belirlenmiş, koyun, keçi, sığır gibi hayvanlar için vergi getirilmiş, veraset vergisi artırılmış, tiyatro ve sinema resimleri yükseltilmiş, gümrük evrakından daha fazla resim alınmaya başlanmış, posta hizmetlerine zam yapılmış, lastik, çimento üzerine tüketim vergisi koyulmuş, kibritten alınan resim ile sigara ve içki fiyatları yukarı çekilmiş, yabancı ülkelerden Türkiye’ye gelen ithalat eşyası muamele vergisine tabi tutulmuştur. 1941 yılında getirilen vergiler, daha çok dolaylı vergi biçiminde düzenlendiği için halkın gündelik yaşamı üzerinde ağır bir yük oluşturmuştur.
O yıllar, siyasal ve toplumsal anlamda bir durgunluk dönemi gibidir. Toplumsal dinamikleri harekete geçirecek bütün enstrümanlar kısıt altında olduğundan, özellikle kent merkezlerindeki toplumsal yaşamda gözlenen kıpırdanmaların hemen tümü devletin ya da partinin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Söz gelimi, nisan ayında Bayan İnönü’nün daveti üzerine İstanbul’daki CHF merkezinde yapılan toplantıyla Hayırsevenler Cemiyeti kurulmuş, İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Lütfi Kırdar, Hayvanları Koruma Cemiyetini ziyaret ederek hayvanlar için yapılan hastaneyi gezmiş ve takip edilen usulleri tetkik etmiştir. 27 Ocak’ta Sağır ve Dilsizler Cemiyeti Kongresi, 24 Şubat’ta da Çiçekçiler ve Manifaturacılar Cemiyeti Kongresi düzenlenmiştir. Toplumsal cansızlığın Halkevleri aracılığı ile aşılması yönünde çabalar olsa da yaygın kitlelerin bu çabalardan haberi bile olmamıştır.
40’lı yıllardan bugünleri aydınlatan en önemli çabalar ise köy enstitülerinin yaygınlaşması ve dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi oldu. Anadolu’daki öğretmen ihtiyacını karşılamak, kırsal gelişim ve değişime öncülük etmek üzere 1940 yılında kurulan köy enstitülerinin sayısı 1941 yılında hızla çoğalıp yirmiye ulaştı.”
O dönemin yarattığı olumsuzlukların nedenini halk elbette anlayamıyordu. Otoriter anlayış bütün dünyada geçerli olduğundan, halkın hissiyatıyla da pek ilgilenilmiyordu ama günlük ihtiyaçların da bir şekilde karşılanması gerekiyordu.”
Şevket Süreyya Aydemir, aynı eserinde, 1940’lı yıllara ilişkin daha farklı bilgiler de veriyor:
“Dr. Refik Saydam’ın, 13 Temmuz 1942 yılında İstanbul’da ölümünden sonra yeni kabinede yer alan Ticaret Vekili Dr. Behçet Uz’un çok saf inanç ve telkinleriyle bu kabine, ziraat ve ticarette hemen hemen bütün kontrol ve tevzi kayıtlarını kaldırmıştı. Ziraat ve ticaret madrabazlarına, vatanın namuslu insanları gibi hitap ederek onları hükûmetin yardımına çağırmıştı. Halbuki alınan netice şuydu ki bütün piyasa ve mal hareketleri; ellerinden gelse teneffüs edilen havayı da millete ihtikâr maddesi yapacak kadar soysuzlaşmış bu insanların elinde allak bullak olmuştu. Fiyatlar birden şahlandı. Hâlbuki yeni ticaret vekili bu görevi alışından birkaç gün sonra, fiyatların mesut bir hadise ve güya hamiyetli çiftlik ağalarımızla namuslu tüccar vatandaşlar sayesinde yükselmeye değil, inmeye başladığını müjdeliyordu ama o bu nutkunu verirken resmî fiyatı 13,5 kuruş olan buğdayın serbest fiyatı, 30, 40, 50, 70 hatta 100 kuruşa doğru sıçrıyordu. Bu insafsızlık karşısında ne yapacağını şaşıran Başvekil Saraçoğlu 11 Kasım 1942 günkü nutkunda, milletvekillerine karşı ellerini çaresizlikle açarak, küçük, orta ve büyük şehirlerde devlet memurları ile düşük ve sabit gelirli 1 milyon 100 bin insanın devletin iaşe yardımına muhtaç olduğunu ilan ediyor, çaresizlikten yakınıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, “İkinci Adam”, 2. cilt, s. 344)
Sabahleyin erken kalkarak, gecenin gündüz olmak için geçirdiği değişime şahit olmayanlar, yeryüzünde hiçbir şey görmemişlerdir.
AlainÇıranın İsinden Gözlerim Görmez Oldu
Henüz dokuz yaşındayken köyümden çıkmıştım ve aynı kaderi paylaştığım pek çok çocuk vardı. Benim gördüklerim, görmediklerimin yanında denizde damla sayılırdı. Dönemin şartları dikkate alındığında durumum hiç de yadırgatıcı değildi. Sonuçta geçtiğim süreç bir istikbal arayışıydı ama barındığım ve ders çalıştığım ortam hiç iç açıcı değildi. Üstelik benim oraya gittiğim yıllar, Türkiye’nin en kasvetli yıllarıydı.
Karaların evindeyken, içeride çocuklarla yatmaktan huzursuz olunca kendim için kapının ağzına bir seki yaptırmıştım. Havalar ısındığında çoklukla orada yatmaya başlamıştım. Çoğu kez karlı günlerde de orada yatıyordum. Bazı günler, damdan düşen karlardan yatağın üzeri ak pak oluyordu. Soğuğa alıştığımızdan mıdır, çaresizlikten midir nedir, üşümezdim. Kibritle çıramı yakar, sabah gün ışımadan ezber yapardım. O yüzden gözlerim, yüzüm hep is olurdu. Arada yüzümü gözümü silip, yıkayıp yine ezber yapmaya devam ederdim. Bu nedenle çalışırken gözlerim yanıyordu. Bir zaman geldi, gözlerim iyi görmediği için ders yapamaz oldum. Babama, “Gözlerim görmüyor, ne yapacaksa yapsın, beni buradan götürsün.” diye haber gönderdim çünkü ders yapamıyordum. Dersimi öğrenemeyince de hoca beni dövüyordu. Hocaya, “Gözlerim görmediği için ders yapamıyorum.” diyemiyordum.
Gönderdiğim haber üzerine babam, annemle birlikte bir gün çıkıp geldi. O vakitler etrafta benzer sorunlar yaşayan insanlar olduğunda, halk kültüründe bilinen bir tedavi yöntemi vardı. Bu nedenle babam gelirken yanında ciğer de getirmişti. Gelir gelmez telaşlı telaşlı gözlerime baktı, sonra yanındaki ciğeri bir tavaya doğradıktan sonra yanan ocakta kavurmaya başladı. Yüzümü de kavrulan ciğerin buharına tuttu. İki üç saat kadar o şekilde durdum. Bir süre sonra yüzümde terleme olurken, gözlerimden de yaşlar damlamaya başladı. Ertesi gün gözlerim ışıl ışıl oldu.
Her şeyin anahtarı sabırdır. Civcivi, yumurtaları kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak değil.
Arnold ClosowDenetimi Jandarma Yapıyordu
Kur’an-ı Kerim’i güzel okumak için tecvit bilmek gerekir. Tecvit bilmeden de Kur’an okuyabilirsiniz ama ahenkli bir okuma için tecvit bilmek şarttır. Biz Kur’an dışında tecvit de öğrendik. Gerçi Arapça da okuyacaktık ama o dönem devlet izin vermiyordu. Bazen şikayet üzerine, bazen de şikayetsiz olarak jandarma denetime geliyordu. Şimdi kimsenin beğenmediği posta memurları, o zamanlar birer Azrail idi. Tahsildarlar da keza. Tahsildar gelir, hocanın sakalından tutup hesap sorardı. “Ne öğretiyorsun sen bu bebelere!” derdi. Halk da bu türden muamelede bulunanlara, “Ekinleri çürüttünüz, bize vermediniz, şimdi de bebeyi beliği geri koyuyorsunuz!” diye tepki gösterirdi. Böyle tepki verenleri götürürlerdi karakola, bir ton sopa atarlardı.
Halk jandarmayla gelen sivil memurlara kızardı. “Bu çocukları körlüyorsunuz. İyi kötü bu çocukların hepsi Kur’an okuyacak, vaiz olacak, müftü olacak.” dendiği zaman, hadi bakalım doğru karakolun yolu gözükürdü. Hoca, halk gibi tepki vermezdi. Genellikle köyün içindeki insanlar böyle tepki verirdi. Hatta benim Kalfat’a gittiğim sene bir jandarma geldi. Ben de Sübhaneke’den başlamış, sureleri yeni yeni öğreniyordum. Jandarma elimizdeki kitapları aldı, ayağının altında çiğnedi. Biz bir şey yapmadık. Korku dolu gözlerle Jandarmayı izledik. Jandarma giderken hocaya döndü, “Hoca Efendi bu çocukların elinde bu cüzü bir daha görmeyeceğim.” diye uyardı. Hoca da “Tamam tamam.” dedi. O olaydan sonra kapıya bir nöbetçi dikilmeye başlandı. Nöbetçi, jandarma geliyor dediğinde kitapları saklıyorduk.
Devlet, Arap harflerinin öğretimini yasaklamıştı ama biz bunu o vakit öyle düşünmüyorduk. Devlet, Kur’an öğrenilmesini yasakladı diye biliyorduk. Bir taraftan Kur’an öğretmeyin deniyordu, diğer taraftan her yer kitap satanlarla doluydu. Bir taraftan öğretmeyin deniyordu ama Diyanet kitap çıkartıyordu. O zamanın vaizi, müftüsü vardı.
Kalfat’ta Kur’an’ı okuyup ezberlemenin yanında, kaideli ve güzel okumayı da öğrenmiştik. Nihayetinde imamlık yapacağımız için hitabet dersi de almıştık.
Şimdi Kur’an kursları öğrenci bulamazken, o zaman odalar hafızlarla dolup taşıyordu. İlkokula giden talebeden çok, hafızlık yapan talebe vardı. Kâzım Hoca’nın yetmiş seksen talebesi vardı. Yetmiş seksen tane de Hafız Tığlı’nın vardı. Hafız Sadık’ın, Hafız İdris’in talebesi daha fazlaydı. Bu öğrenciler hep köylerden gelirdi. Şabanözü, Kurşunlu, Karapazar, Kırsakal, Sakalin, Ödek, Karaveran gibi yerlerden gelirlerdi.
Her başarı ilk başta bir hayaldi. En büyük çınar bir dalda, en güzel kuş bir yumurtada saklıdır. Hayaller de gerçeklerin tohumu ve yumurtasıdır.
D. CarnegieBir Çorba Dahi İçmeden Günlerimiz Geçti
Kalfat’a gittiğim ilk yıl hiç çorba içtiğimi bilmem. Kuru ekmek, kuru ekmek, kuru ekmek… Çörek falan bilmezdik. Akşam sofra kurulmazdı. Herkes eline kuru bir ekmek alırdı, bazıları arasına soğan dürerdi, üstüne bir bardak su içer, kafayı vurup yatardı.
Çayın adını duymazdık bile. Doğru dürüst beslenme nedir bilmezdim. Karnımın doyduğunu hiç hatırlamam. Bu yüzden gözlerim açıldıktan sonra Karaların evinde kalmak istemedim ama halam evden ayrılmama razı olmuyordu çünkü ben evde kaldığım için babam onlara erzak getiriyordu. Babam köye geldiğinde, Akbaba’nın hizmetkâr durduğu Çakıroğulları’nda kalıyor, ertesi gün eşeğine binip dönüyordu.
Dünya Savaşı oluyormuş, Türkiye’de kıtlık hüküm sürüyormuş, bunlara bizim pek aklımız ermiyordu. Biz yaşadığımız şartları biliyorduk. Henüz dokuz yaşında bir çocuktum ve görebildiğim, evin her tarafından yoksulluğun döküldüğü idi.
Karaların evinden ayrılmak istemem üzerine babam beni çayın karşısında bulunan Hafız Tığlı’nın ders verdiği yakaya getirdi. O zaman köyün ortasından gürül gürül çay akıyordu. Akan çay, Çerkeş tarafından, Dumanlı Dağlar denilen yerlerden doğar, köyün içinden de geçerek Kırksakal, Dodurga, Büğdüz köylerine doğru giderdi. O yıllarda suya ayağımızı basıp geçemezdik. Bu yüzden köyün iki yakası arasında ulaşım iki ayrı köprü ile sağlanıyordu. Ben de Karaların evinden ayrılmakla aşağı köprünün bir yakasından öbür yakasına geçmiş oldum.
Karaların evinden ayrıldıktan sonra babam lakabı Kuduruk olan İbrahim Efendi’nin evini buldu. Adam çok asabi olduğu için ona Kuduruk derlerdi. Bize bir zararı yoktu. Üstelik çok iyi ata binerdi. Adamın iki de kızı vardı.
İnsanlar, sevap olur diye yanlarında kalması için köy dışından gelip hafızlık yapmak isteyen öğrencileri almak isterlerdi. Hocaya da o şekilde tembih ederlerdi. Babam da onların bu isteğini duyup, beni onların yanına vermişti.
Kuduruk İbrahim’in evine geldiğimde Kalfat’taki ikinci seneme girmiştim. Bir iki ay sonra kış mevsimi başlamıştı. Kar yağdığında Kuduruk İbrahim’in atını sulamaya götürürdüm. Yaşım oyuna elverdiği için beni kızak kaymaya da götürürdü. Kış mevsimi geçtikten sonra yaza doğru Kuduruk İbrahim, karısı Fidan abla ve iki kızı ile Dumanlı Dağ tarafına yaylaya çıkardı. Orada yağ, yoğurt, peynir yapıp köye yollardı.
Kuduruk İbrahim’in Yaşar adlı bir de oğlu vardı. Askerlik çağı gelmişti. Bu yüzden babası yayladayken karısı Kezban ablayı evde bırakarak askere gitti. Kezban abla benden altı yaş büyüktü. Çok merhametli bir insandı. Her durumda beni korurdu. Bu yüzden Kuduruk İbrahim’in evinde kaldığım iki yıl boyunca çok rahat ettim.
Orada kaldığım sürece talebeliğimi Hafız Tığlı’nın yanında devam ettirdim. Hafızlığımı bitirdiğim yıl da Hafız Tığlı vefat etti. Onun öldüğü sene Kuduruk İbrahim de hastalanıp yatağa düşmüştü. Hastalığı sebebiyle iyice asabi bir insan olup çıkmıştı.
Kuduruk İbrahim’in evi iki katlıydı. Bana evin üst katında bir oda verdiler. İlk defa kendime ait özel bir odam olmuştu. Benden başka kimse girip çıkmazdı fakat evlerin tabanı ahşap olduğu için gecenin sessizliğinde odadaki yürüyüşüm bile adamı rahatsız ediyordu. Bana bir şey demiyordu ama benim yüzümden karısını, gelinini azarlıyordu. Bu sebeple Kuduruk İbrahim’in karısı Fidan Ana’ya, “Fidan Ana, ben buradan gitsem…” dedim. O da “Oğlum gitmesen iyi olur ama burada kalırsan ben sana doğru dürüst bakamam. Onun için seni Hasan Dayı’ya verelim. Hasan Dayı’nın bir tek çocuğu var. Hâli vakti de yerinde. Hafızlığını da bitirdin. Artık hafızlığını kuvvetlendireceksin.” dedi. Bunun üzerine yatağımı yorganımı yüklenip Hasan Dayı’nın evine gitmek zorunda kaldım.
Ben evden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Kuduruk İbrahim hayatını kaybetti. Oğlu Yaşar da askere gitti. O evin düzeni hepten bozuldu.
Kaldığım evlerin özel misafiri gibi değildim. Evdekilerle birlikte yer, onlarla birlikte iş görürdüm. Sadece ders çalıştığımda ve hocaya gittiğim zamanlar bana karışılmazdı. Onun dışında evde çocuklara ne iş düşerse ben de o işi yapardım.
Hafız Tığlı’nın vefatı üzerine onun talebeleri Hafız Sadık’a gitti. Hafız Sadık’ın yanında bir yıl kadar okuduktan sonra Kalfat’ta dört yılımı doldurdum. Hafızlığı bitirdikten sonra bir iki ay köyde dinlendim. Daha sonra babam geldi ve “Gel seni Üyük köyüne götüreyim.” dedi.
İnsanın mutluluğunun temeli hak ve adalet konusunda toplanır.
Bir insana yapılan haksızlık bütün toplumu yaralar.
Hak ve adalet hissi bireylerden başlamalıdır.
Ve insan, bireyin mutluluğunun, kendi mutluluğu için şart olduğuna inanmalıdır.
PascalKundura Giymek Herkesin Harcı Değildi
Şimdiki çocukların ya da gençlerin yaptıkları gibi bizler, mızmızlık etmez, kapris nedir bilmezdik. Yok ayakkabım eskidi, yok elbisem yırtıldı demezdik. Şimdiki gibi konfeksiyon ürünleri yoktu. Erkek ya da kadın terzi yoktu, makine yoktu. Herkes elbisesini kendi dikerdi. Kastamonu’dan bir top gök bez alırlardı; köyde Gülşen teyzem gibi bazı kadınların elleri dikişe yatkın olduğu için biçki dikiş işini onlar yaparlardı. Bir gün bacağımıza don, bir gün üstümüze gömlek dikerlerdi. Terzilik diye bir şey yoktu. Her şey elle dikilirdi. Arakçın gibi güzel şapkaları, bindallı gibi özel düğün kıyafetlerini falan da kadınlar elleriyle dikerlerdi.
Çocukken yeni denilebilecek bir kıyafetim hiç olmadı. Köyden çıkarken giydiğim elbiseleri Kalfat’ta da giymeye devam ettim. Zaten herkes gibi ben de ne bulursam onu giyiyordum. Kimse birbirine karşı böbürlenmez, kibirlenmezdi. Takım elbise diye bir şey de bilinmezdi. Elbisenin bir yeri söküldüğünde ya da yırtıldığında üzerine bir yama vurulurdu, eskiyince bir yama daha vurulurdu. En çok da elbiselerin dizi ve dirseği eskiyordu. Eskiyen yerlere üç dört sefer yama vurduğunda o kıyafet bize üç dört sene gidiyordu.
Geleneksel ayakkabımız çarıktı. Çarığı herkes yapardı. Daha çok da deri toplayıcıları yapardı. İnsanlar Şabanözü’ne gittiklerinde çarık dikenlere gider, beş on kuruş verir, öküz derisinden bir çift çarık alırlardı. İnsanın ayak tabanından biraz daha geniş olurdu çarığın derisi. Parmak ve topuk tarafı sırım ile büzülerek ayağa giyilecek hâle getirilirdi.
Çarık dikmek için bir inek ya da öküz derisi olması yeterliydi. Bir hayvan kesildiği zaman derisi boydan boya şerit şerit dilinirdi. Yirmi ya da otuz santim gibi eşit boylarda dilinen deriler kurutulur ve ayak boyuna göre şekillendirilirdi. Yaz kış hep çarık giyilirdi. Yazın kuru havalarda sorun olmazdı ama kışın ayaklarımız hep ıslanırdı. Ne yapılsa bunun önüne geçilemezdi. Başka çare olmadığı için yine de giyilirdi. Ayağımıza ot çöp batmasına mâni olurdu.
O yıllarda kundura giymek her insanın harcı değildi. Kundurası olan kişi parmakla gösterilecek kadar azdı. Ben de Kalfat’a babamın diktiği çarıklarla gitmiştim. O çarıkları altı ay giymiştim. Altı ay sonra babam bir değirmen kiralayınca, köye olan özlemimi gidermem için bir süreliğine beni de yanında götürdü. Evin küçük çocukları genellikle en kıymetli olurlar ya, babam için ben de biraz öyleydim. Bundan dolayı beni mutlu etmek için pazardan bir kundura aldı. Kunduranın altı kabaralı idi. Kabaralı kundura, üst üste dikilmiş kösele taban üzerine çakılmış ahşap dişli kundura idi. O ayakkabılarla köyde tıkır tıkır yürüyordum. Ereğez’de kundura ayakkabı giyen ilk çocuk ben olmuştum. O zaman köydeki bütün çocuklar benim ayağımdaki kunduraya bakmaya gelmişti. Kimsede yoktu. Şu bildiğimiz soğuk kuyu lastikleri var ya! O zaman yeni çıkmıştı. Öyle meraklandım ki giymeye can atıyordum. Çünkü köyde bazı çocukların ayağında görüyordum. İşte o lastiklerden alması için babamın karşısında öyle bir ağladım ki babam, “Oğlum hastalık yaparmış, dizlerin dururmuş. Gâvur bunu çıkarmış ama iyi değilmiş. Çarık ondan iyiymiş.” diye almamak için beni kandırmaya çalışıyordu. Sonunda babam benim ağlamalarıma dayanamadı ve soğuk kuyu lastiği aldı. Ayağıma giydiğimde öyle hoşuma gitti ki kundura yerine onu giymeye başladım. Kundura ağır oluyordu, lastikse hafifti. O lastikleri giydiğimde kendimi kuş gibi hissettim. Kundura çarıktan iyiydi ama lastik ayakkabı da kunduradan hafifti. Üstelik ayağımız ıslanmıyor, içine kar girmiyordu.
Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil, hazmettiklerimizdir.
Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimizdir.
Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, kafamıza yerleştirdiklerimizdir.
Francis BaconKur’an Nasıl Ezberlenir?
Hafız olmanın normal süresi iki yıldır. Daha erken hafız olanlar belki vardır ama çok çok istisna kişilerdir. Günde iki sayfa ezber yapmak öyle her insanın harcı değildir. Kur’an otuz cüz, otuz günde otuz sayfa olmak üzere her gün bir sayfa ezberliyorduk. Bu şekilde hafızlığı yirmi dört ayda bitirdim.
Günümüzde insanlar telefon numarasını ezberinde tutamazken biz o zaman günde bir sayfa ezberliyorduk. Ezber yapmaya Kur’an’ın birinci cüzünün ilk sayfası ile başlanır. Sayfayı ezberlediğimiz gün hocaya dinletiyorduk. Ertesi gün ikinci cüzün ilk sayfasını ezberliyorduk. Daha sonra üçüncü cüzün ilk sayfasını ezberliyor ve hocaya ezberimizdeki üç sayfayı okuyorduk. Otuz cüzün ilk sayfaları bitene kadar ezber devam ediyor ve bir ayın sonunda her cüzün ilk sayfası olmak üzere otuz sayfayı ezberlemiş oluyorduk. Daha sonra aynı cüzlerin ikinci sayfalarını ezberliyorduk. Onu da bir ayın sonunda ezberledikten sonra ezberimizdeki sayfa sayısı altmışa çıkıyordu. Böyle böyle hafızlık ikmal ediliyordu. Bu esnada da ezberlenen sayfalar tekrar ediliyordu.