
Полная версия
Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası
Bilindiği gibi Şiiliğin İran’da tamamen yerleşmesi üç asırlık bir meseledir; bu mezhep İran’da yerleşinceye kadar yüz binlerce kişinin kanının döküldüğü de tarihen sabittir. İslam dünyasında, İran’dan birkaç yüz yıl önce bu mezhebi kabul etmiş ve Şiiliği günümüze kadar devam ettirmiş milletler de bulunmaktadır.
Bu açık gerçeklere karşın İranlılara Müslümanlar arasında ayrı bir konum vermek, İranlıları İslam’dan daha çok Şiiliğe meyilli bir millet olarak kabul etmek caiz ise ne diyelim?
Bay Renan, bu kadar garip görüşler öne sürdükten sonra, geleceğe emniyetle bakmak için geçmişe göz atarak, “Şimdi (zannınca) bu derece gerilemiş olan İslam medeniyeti bir zamanlar çok parlaktı; bu kadar âlimler, hekimler yetiştirdi; asırlarca Batı’da Hristiyanlık dünyasının hocası oldu; bu hâl geçmişte meydana geldi, bundan sonra niçin gelmesin?” diyenlerin fikrini de beğenmeyip “Benim de asıl bahsedeceğim bu noktadır.” diyerek “Gerçekten İslami ilimler veya hiç olmazsa Müslümanlar tarafından kabul ve müsaadeye mazhar olmuş bir ilim var mıydı?” meselesine ortaya atıyor. Meselenin halli için söze başladığı sırada, üç asırlık bir zaman boyunca İslam ülkelerinde pek mümtaz bilginler, hekimler bulunduğunu ve o zaman İslam dünyasının, ilim bakımından, Hristiyan dünyasına tercih edildiğini itiraf ettikten sonra birtakım yanlış neticeler çıkarmak için bu delillerin tahlil edilmesine ve bunun için de Doğu’nun medeniyet tarihinin asır asır incelenerek İslam’ın o geçici üstünlüğünü hazırlayan çeşitli aşamaların belirtilmesine lüzum görüyor. İşte arzu ettiği tahlile şu sözlerle başlıyor:
İlim ve felsefeye en yabancı devir, birkaç asır devam eden ve Arapların vicdanını tevhidin çeşitli yolları arasında kararsız bırakan ve mezhep tartışmalarının sonucu olan İslam’ın birinci asrıdır.
Ne buyurursunuz, İslam’dan önce Araplar arasında “tevhidin muhtelif yollarıyla ortaya çıkan mücadeleler” de varmış! İslam’ın ilk asrından birkaç yüzyıl önce Arabistan’da Tanrı’nın birliği, Yaratıcı’nın birliği inancının var olduğun ve bundan dolayı kabileler arasında mücadeleler, harpler yaşandığına dair Bay Renan’nun keşfedip ortaya koyduğu gerçeği, şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediği, hiçbir delili de olmadığı için kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.7
İslam’ın birinci asrında Müslümanlar arasında ilim yaygın değilmiş; eğer ilimden murat sadece matematik ve tabii ilimler ise bunlar gerçekten yoktu ancak bundan İslam’ın ilme karşı olduğu sonucu mu çıkar? İslam, yayıldığı yerlerde halkı âlim bulmuş da onları cehalete mi sevk etmiş?
Felsefe konusuna gelince, Bay Renan, sahabelerin sözlerini ihtiva eden kitapları, en azından “Nehcu’l Belaga”yı görmüş olsaydı, sanırım kolay kolay böyle bir iddiada bulunamazdı.
Makale sahibi, bu iddiasının peşinden, konuyla hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde bedevilerin şair olduklarını fakat âlim olmadıklarını açıklamakla ve Hz. Ömer’in (R.A.) İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırmadığını itiraf etmekle beraber dünyada hâkim olmasına çalıştıkları yüce kuralların (Kur’an ve sünnet) haşa, fikirlerin ilme yakışır bir şekilde gelişimini ve bu alandaki çeşitli çalışmaları harap edegeldiğine dair saçmalıkları dile getirdikten sonra şu görüşlere yer verir:
Miladi 750 yılına doğru, İran üstünlük göstererek Abbasiler’in Emeviler’i yenmesini sağlayınca her şey değişti. İslam’ın merkezi Dicle ve Fırat arasına taşındı. Burası ise Şark’ın gördüğü en parlak medeniyetlerden birinin izleriyle doluydu. Bu da İran’ın Sasani medeniyetidir ki bu medenniyet Nüşirevan zamanında zirveye ulaşmıştı. Oralarda sanayi, birçok asırdan beri ilerleme kaydetmişti. Hüsrev buna bir de fikrî gelişmeyi ilave etti. İstanbul’dan kovulan felsefeciler, İran’a sığındı. Hüsrev, Hint kitaplarını tercüme ettirdi. Halkın çoğunluğunu oluşturan Hristiyanlar, Yunan’ın ilim ve felsefesine vâkıftılar. Tıp bütün bütün onların elindeydi. Papazlar hem mantık ve hem de geometri bilirlerdi. “Şehname”de Rüstem’in köprü yaptırmak istediği zaman mühendislik işleri için bir katolikos çağırttığı belirtilmiştir. İslam’ın şiddetli darbesi, İran’ın bu güzel gelişmesini yüz sene kadar geciktirdiyse de Abbasiler’in saltanatı, Hüsrev zamanının parlaklığını tekrar canlandırdı. Abbasi ailesini saltanata ulaştıran ihtilali yapanlar İranlı reislerin idaresi altında bulunan İran askerleriydi. Abbasiler’in kurucusu olan Ebu’l-Abbas’ın ve özellikle Mansur’un çevresinde bulunanlar her zaman İranlı idi. Sanki Sasaniler yeniden dirilmişti. Gizli müsteşarları, şehzade hocaları, başbakanları İran’ın eski hanedanlarından olan Bermekîler arasından seçilmişti. Onlar milletinin mezhebine sadık kalarak İslam’ı hem pek geç hem de inanmaksızın kabul etmişledi. Nasturiler de gönülden inanmayan halifelerin etrafını sarıp özel bir imtiyaz olmak üzere hekimbaşılık unvanlarını ele geçirdiler.
Makale sahibinin bu kadar gevezeliğini, İslam’ın ilme engel olduğuna delil makamında dinliyoruz. İfadelerinde öyle bir işaretten eser olmadığı şöyle dursun, doğru bir şey var ise o da Hz. Ömer Faruk (R.A.) Efendi’mizin İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırdığına dair papazların dilindeki iftiranın çürütülmesidir. Bir de bazı Hristiyanların Abbasi halifelerinden birkaçına hekimlik ettikleri doğrudur.
Diğer iddialara gelince, önce hilafet merkezinin Bağdat’a naklolunması İslam’ın medeniyetçe ilerlemesine nasıl etki edebilirdi? Bay Ernest Renan’nun İran taraflarında vehmettiği Sasani medeniyeti ancak otuz kırk yıl sürebilmiş ve İslam’ın zuhuru üzerine duraklamaya girmiş bir terakki şeklinden ibaretti. Neden ihtiyaç duyulsun ki soylu Arap milleti; daha hükûmet merkezi Şam’da iken Yunan medeniyetinden, o bin sene boyunca büyük eserler meydana getirerek felsefe ve ilmi insanlık âlemine yayan ve hatta Bay Renan’nun fikrince Sasanilerin fikrî gelişimlerine de -Yunan kitaplarını tercüme etmeleri yönüyle- öncülük eden Yunan ilminden almasın da ilmin faydalarını Sasani medeniyetinden alsın?
Acaba İran medeniyetinin Dicle ve Fırat arasında kalan izleri, Yunan ilminin Şam’daki izlerinden daha mı fazlaydı?
Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın ilimce öyle yüksek bir mevkiye ulaştığının ispat edilmesi açısından Bay Renan’nun hiçbir delile dayanmayan sözlerinden başka bir işaret göremiyoruz. Birkaç sene Yunan felsefesinden yararlanmak ve Hint’den birkaç kitap tercüme ettirmekle bir milletin ilimde yüksek bir dereceye ulaşması mümkün müdür?
Bay Ernest Renan, Sasani Devleti’nin Araplardan üstün olduğuna, İran’ın hangi ilmî ve edebî eseriyle hükmediyor? İranlılar o zaman ilimle haşır neşir idi de kitapları nerede kaldı? Yoksa bunların da İskenderiye’deki gibi Müslümanlar tarafından yakılan bir kütüphanesinin bulunduğuna dair bir yalan mı uydurulacak? Bilgin olan bir millet, kendi fertleri arasında köprüye mühendislik edecek adam bulamaz da diğer milletlerin din görevlilerinden mi yardım diler?
Bay Renan, o zamanki İranlıların ilim ve bilgi sahibi olduğunu iddia ediyor; hâlbuki Abbasi ailesinden ilk olarak hilafet iddiasına kalkan İmam İbrahim hiç de bu inançta değildi. Hatta Horasan’daki vekillerine şu şekilde emirler gönderiyordu: “Oralarda Araplardan hiç kimseyi sağ bırakmayınız, ilim ve zekâları, istenildiği gibi idare edilmelerine engeldir; hâlbuki yerliler cahillikleri yönüyle hayvan gibidir, yularlarından tutar, istediğiniz yere götürebilirsiniz.” Acaba Bay Renan, Abbasilerin ortaya çıktıkları sırada İranlıların fikrî özellikleri bakımından bulundukları mertebeyi çağdaşlarından daha iyi bildiği iddiasında mıdır?
Sasaniler zamanında halkın en büyük kısmını Hristiyanların oluşturduğunu söylemek aklın kabul edeceği hâllerden midir? O zaman İran’daki halkın çoğunluğu Hristiyan olsaydı, Hristiyanlığın en büyük koruyucularından olan Doğu Roma İmparatorluğu’na karşı Sasaniler bağımsızlığını nasıl koruyabilirdi?
Hanedanı kendine bağlı olan Bermek’in oğlu Halit, Müslüman idi. Bir hanedan içinde yalnız bir adamın dini kabul etmemesi, o hanedanın İslam’ı geç kabul ettiğine mi delalet eder? Bermekîler’in Müslümanlıklarını açığa vurmalarının gerçek bir imana dayanmadığını Bay Renan nereden biliyor? Kendileriyle görüşüp de kalplerinin sırlarına nüfuz etmemiştir sanırım! Bermekîler’in münafıklık veya dinden dönmelerine delil gösterebilecek bir davranışları veya sözleri işitilmemiş ve hatta inançlarının bozuk olduğuna dair herhangi bir kitapta bir fıkracığa bile tesadüf olunamaz. Bermekîler’in zayıf inanç taşıdıklarına dair elde bir delil bulunsaydı, o aileyi yok ettikten sonra kendilerini halkın saldırısından kurtarmak için Bermekîler hakkında bin türlü kötülük ilan etmeyi devletin en önemli işlerinden sayan devlet büyükleri, Bermekîler’i halk nazarında lanetletecek böyle bir söylentinin yayılmasını, on bir asır sonra dünyaya gelecek olan Bay Renan’ya mı bırakırlardı?
Bermekîler’in ikbali yalnızca Harun devrinin bir kısmına ait iken Abbasîler’in; ilim asrında genellikle gizli müsteşarlıklarını, şehzade hocalıklarını, vezirliklerini Bermekîler’e tahsis etmeleri pek acemice bir mübalağa değil midir?
Bay Renan, Ebu’l Abbas Seffah ile Ebu Cafer Mansur’un da tam inanmadıklarını iddia ediyor. Zira makalesinin hemen her paragrafından, İslam’a inanmış bir kimsenin ilim âşığı olmasına zihninde bir türlü ihtimal vermediği anlaşılıyor. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah hikmeti kime dilerse verir…”8, “Ant olsun ki biz Lokman’a hikmet verdik…”9, “Allah içinizden iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini arttırır…”10, “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”11, “Ey Rabb’im, benim ilmimi artır, de!”12 gibi nice ayetler ve güvenilir kitaplarda, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”, “Bir âlimin ölmesi bir âlemin yok olması gibidir.”, “Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz.”, “Çin’de de olsa ilim talep ediniz.” gibi bunca hadis-i şerif mevcuttur ki bunların hepsi, dinen âlimin şerefine, her Müslüman’ın ilim öğrenmekle ve hikmetle mükellef olduğuna kesin delildir.
Hâl böyle iken inandığı din tarafından ilim ve hikmet öğrenmekle görevlendirilmiş bir milletin fertlerinin dinî emirlerden uzaklaşmadıkça ilim ve hikmete meyletmeyeceğini iddia etmek, karanlığın kalkmasını güneşin batmasına bağlamak kadar batıllık ve apaçık bir maskaralık değil midir?
Bir varsayım olarak makale sahibinin vehmettiği gibi, inancı tam olan Müslümanlarda ilim ve hikmete hizmet etmiş hiç kimse bulunmasın ve hatta Müslümanların ilmi hor gördükleri de doğru olsun, ilim ve hikmetin yüceliğine ve öğrenmenin gerekliliğine dair Allah’ın ve peygamberin bu kadar emirleri ortada dururken Müslümanların o emirlere uymamasından dolayı dine bir noksanlık gelmesi ihtimali var mıdır?
Makale sahibi, Bağdat yeniden hayat bulmaya başlamış olan İran’ın başkenti olunca, fatihlerin dili olan Arapçanın ortadan kaldırılmasına ve dinin tamamen inkâr edilmesine imkân bulunmamışsa da meydana gelen yeni medeniyetin karma olduğunu ve Arap olmayan Müslümanlarla, Hristiyanların üstün geldiğini, idare ve özellikle güvenlik kuvvetlerinin bütün bütün Hristiyanların elinde kaldığını iddia eder.
Süphanallah! Abbasiler Arapçayı ortadan kaldıracaktı da hangi dil ile konuşacaklardı? İslam halifesi olmalarından dolayı dünyanın en büyük makamına ulaşmış iken İslam’ın tebliğ dili olan Arapçayı ret ve inkâr ederek devletlerini temelinden yıkmaya çare aramakla mı meşgul olacaklardı?
Abbasi halifelerinin vezirleri, yönetimin her dalında görevli memurları, zabıta nazırı olan polis amirleri, isimleriyle unvanlarıyla tarihî kaynaklarda yazılıdır; Bay Renan’nun, bunların içinden bir Hristiyan bulup göstermeye gücü yeter mi? Bu tür konularda tarihî hakikatleri değiştirerek iddialarını ispat edebilir mi?
Bay Ernest Renan, Harun Reşit ile Memun’un da İslam’a inanmadıklarını iddia ediyor; hâlbuki hükümdarlık günlerinin çoğunu hac ve savaşlarda geçirmesinden dolayı Harun, Müslümanlar nazarında değerli ve faziletli kişilerden sayılır; Memun’un ise inancında zayıflık değil, tam tersine taassup bulunduğunu, benimsediği Mutezile mezhebinin yaygınlaşmasında uyguladığı zorlayıcı hareketler ispat eder. Dine ilgi duymayan bir hükümdar, bir mezhebi yaygınlaştırmak için zorlamaya başvurup da ahalisinin çoğunu ne sebeple kendinden nefret ettirsin?
Memun’a mı mezhepsiz diyeceğiz? O Memun ki inancı sebebiyle kendi akrabalarına ve çocuklarına karşı İmam Rıza Hazretleri’ni tercih ederek kendisine veliaht yapmıştır.
Yukarıda ispat edildiği üzere Seffah’ın, Mansur’un, Harun’un ve Memun’un dinle ilgilenmekten uzak olmalarıyla “İslam ilme engeldir.” iddiaları açıklanamaz. Makale sahibinin dört Müslüman hükümdarını, sanki mahrem meclislerinde yıllarca bulunmuş, kalplerinin gizliliklerini öğrenmiş gibi, hizmetlerinde bulunan devlet büyüklerinin hepsiyle beraber “dinsizlik” ile suçlaması ne garip bir hafifliktir.
İşte Bay Ernest Renan, Bağdat’taki gelişme ve yükselmenin, sırf bu padişahlar ile yakınlarının sarf ettikleri himaye gayretinden, dinsizliklerinden kaynaklandığı iddiasında ısrar eder ve bu iddiasının hemen arkasından, vaktiyle Kayravan’dan Bağdat’a gelen İspanyol bir zatın, orada her çeşit din ve mezhebe mensup kimselerin oluşturduğu bir ilim heyetine girdiğini ve bu heyette, Müslüman olmayanlardan birinin İslam âlimlerine karşı “Biz buraya akli deliller üzerinde tartışmaya geldik, bize Kur’an ve hadisten çıkarılmış deliller getirmeyiniz çünkü biz onlara inanmıyoruz.” dediğini işitmiş olduğuna dair bir fıkra naklediyor.
Şüphesiz Bay Renan söz konusu olan bu hürriyeti, dinden uzak sandığı hükûmet adamlarının akılcılığına bağlamak istemektedir.
Biraz insaf ile düşünülsün: Eğer mezheplere dair konularda yapılan incelemeler ve konuşmalarda bu hürriyet, dinen caiz görülmeseydi, o asırlarda herkesin önünde öyle dinî hükümlere aykırı birtakım münakaşalara müsaade etmek, dünyada hiçbir hükûmet için kabil olabilir miydi?
Bay Ernest Renan, risalesinin birçok sayfasını, tercüme ve telif kuvvetiyle Arapların ulaşmış oldukları ilmî derece hakkında gayet noksan bazı malumatlar vermeye ayırmış, bu konuların arasına da dikkate değer bazı pasajlar sıkıştırmıştır: Mesela Araplar, filozofları, yukarıda açıklandığı gibi “f ve “lam” harflerinin esresi, “z”nin de uzatılmasıyle “filizuf” diye söylerlermiş; bu terim ise “zındık” kelimesi kadar tehlikeli bir unvan alarak, genelllikle ölüm ve işkenceyi gerektirirmiş(!)
Eski çağlarda medeniyetin mucidi sayılan eski Yunanlılar, felsefenin gerçekten mucidi olan Sokrat’ı “tek Tanrı”ya inandığı için idam ettiler.
Orta Çağ’da medeniyetin yeniden canlandırılmasında öncü milletlerden olan İtalyanlar, “yeni astronomi”yi tasdik ve ispat etmekle uğraştığı için Galileo’yu idam etmedilerse bile idama yakın işkencelere uğrattılar. Yeni Çağ’da düşünce hürriyetinin beşiği sayılan Fransızlar, Jean-Jacque Rousseau’nun kendisi tarafından bastırılmayan “Emile” adlı kitabını yaktırdıktan sonra kendisini de tutuklatmak istediler.
Bu olayları tarihlerde görüp duyuyoruz. Bay Renan, Arapların ilmî dönemlerinde felsefi konularla uğraştığı için idam olunmuş veya işkence edilmiş bir kişi bulabilir mi? Kendisinin de bahsettiği El-Kindi, Farabi ve İbni Sina’nın hayat hikâyeleri; Sokrat’ın, Galileo’nun ve Rousseau’nun başından geçenlerle kıyas kabul eder mi?
Makale sahibi, Endülüslülerin de Bağdat’tan sonra ilim öğrenmeye başladıklarını söylüyor da Endülüs hükümdarlarının nüfüzlularının Bağdat’takiler gibi dinî inançlardan uzak olduğunu söylemiyor. Bu konuda susması, acaba iddiasının aksine bin delil gösterilebileceğini bildiğinden midir? Yoksa “Bir adam eğer Müslüman ise ilme meyledemez.” iddiasını kendisi devamlı tekrarladığı için herkesçe doğruluğu kabul edilmiş apaçık bilgiler hükmüne geldiğini mi kabul ediyor?
Bay Ernest Renan’ın tuhaf bir iddiası da şöyledir:
Gerçekte Arap felsefi düşüncesinin Sasani ve Yunan felsefesine dayandığını ve hatta Sasani ilmine Yunan felsefesi denilirse daha doğru olacağını açıklamaktadır. Bay Renan, zihninde bir karar vererek Arap ilmine makalesinin başlangıcında iddia ettiği gibi “Sasani ilmi” adını mı verecek? “Sasani ve Yunan ilminin karışımıdır.” mı diyecek? Sırf Yunan felsefesi gözüyle mi bakacak? Hangi kanaatte olduğunu açıklasa da herkes ne demek istediğini anlamak için bu kadar zorluk çekmese.
Şurası sormaya değerdir: Arap’ın ilim ve felsefesi, ister Sasaniler’den ister Yunanlılardan alınmış olsun, tamamıyla Araplar tarafından icat olunmadığı için Arap’ın kendi fikrî kazancından ve mahsulünden sayılmayacak mıdır? Eğer sayılmayacaksa diğer kavimlerin eski Yunan’dan aldığı ilim ve felsefeyi tamamıyla Yunanlıların icat ettiğini nasıl ispat edeceğiz? Bunların da kendilerinden evvelki kavimlerden birçok şeyler aldığına dair, delilleriyle ispatlarıyla ortaya konulan bunca araştırmayı nasıl reddeceğiz de o ilimlerin, o felsefelerin adına Yunan ilim ve felsefesi diyeceğiz. Yoksa Arapların bilgi bakımından yalnız Yunanlılardan aldığı şeylerle yetinerek bunlara hiçbir şey ilave etmedikleri mi iddia olunacak!..
Bay Ernest Renan, beşer fikrinin ışığının manevi kudreti bir milletin elinde söneceği zaman, onu alıp yakacak başka bir kavmin peydah olduğundan, Arap âlimlerinin sonuncusu olan İbni Rüşd, Marakeş’te hüzünlü ve terk edilmiş olarak öldüğü sıralarda Abelard’ın incelemelerini yayımlamaya başladığını beyan ediyor.
Evvela, yukarıda Bay Renan, ilim ve felsefenin “İslam’ın üç asrına” münhasır olduğunu iddia etmişti, şimdi ise İbni Rüşd’ü Müslümanlar arasında filozofların sonuncusu olarak kabul ediyor. Renan’nun Araplarda “felsefenin başlangıcı” olarak kabul edildiğini belirttiği Abbasiler’in ortaya çıkması, hicri 132 yılına tesadüf etmektedir; İbni Rüşd ise bir rivayette 595, bir başka rivayette 603 yılında vefat etmiştir. Acaba, makale sahibinin hesabınca 132 yılıyla 595 veya 603 yılı arasındaki süre yalnız üç asırdan mı ibarettir?
İkinci olarak, İbni Rüşd’ün, terk edilmiş ve hüzünlü bir şekilde vefat ettiğinden bahseden Bay Renan, acaba, velisinin izni olmaksızın bir kız ile evlendiği için erkekliğinden mahrum edilmiş, ilmî ve felsefi çalışmalarından dolayı ölünceye kadar eziyet ve işkenceden kurtulamamış olan Abelard’ın sevinç ve ikbal içinde öldüğünden mi bahsedecek!
Makale sahibinin İbni Rüşd hakkında verdiği bilgide şöyle bir tarih yanlışlığı da vardır: Vakıa, İbni Rüşd bir müddet Marakeş’te hüzünlü ve terk edilmiş olarak kalmıştır fakat öldüğü zaman hem yüksek bir görevdeydi hem de büyük servete sahipti.
Bay Ernest Renan, felsefenin Müslümanlar arasında daima hor görüldüğünü ve miladi 1200 yılından sonra İslam ülkelerinde bütün bütün kaldırıldığını; tarihçiler ve her ilimden bahseden yazarlar, bir vakitler felsefenin varlığından bahsetmişlerse de “Kaybolmuş bir kötülük.” şeklinde bahsettiklerini iddia etmekten çekinmiyor!
İbni Sina ile İbni Rüşd, Arap13 filozoflarının en büyüklerindendir. Birincisi iki İslam devletinde vezir-i azamlık, ikincisi keza iki İslam devletinde kadılar kadısı payelerine nail olmuşlardı. Bu hakikat İslam nazarında felsefenin hor görüldüğünü mü yoksa değerli ve yüce tutulduğunu mu göstermektedir?
Miladi 1453 yılında İstanbul’u fetheden cennetmekân Gazi Sultan Mehmed Han’ın, Fatih Camisi külliyesinde yaptırdığı tıp medreseleri ortada duruyor; aslında ona da lüzum yok: Bugün camilerin her birinde felsefe kitaplarının okutulmakta olduğunu gözümüzle görüp duruyoruz. Bir ilmin, ibadethanelerde okutulmasına kadar cevaz verilmesi, o ilmin bir ülkeden kaldırılması mı demektir?
Şimdi, İslam ülkelerinde okutulan felsefenin Avrupa’da rağbette olan felsefe olmadığı bir tenkit sebebi sayılmasın. Renan’nun Müslümanlar arasında kaldırıldığını iddia etttiği felsefe, Arap’tan miras alınan ve şimdi elimizde bulunan felsefedir. Felsefeden “Kaybolmuş bir kötülük.” şeklinde bahseden tarihçiler, yazarlar kimlerdir? Bunu Bay Ernest Renan’ya sorarsak bilinen ve hatırı sayılır bir isim veremeyeceğinden eminiz.
Makale sahibi der ki: El yazısı ile kaleme alınmış felsefe kitapları parçalandığı için az bulunur olmuştu; astronomi ilminin ise sadece kıbleyi tayin edecek kadar öğrenilmesine izin verilmişti.
Acaba bu zat, Doğu’da müşrik Tatarlar, Batı’da haçlı bağnazlar tarafından yakılan milyonlarca kitabın kaybolmasını da İslam’ın etkisine mi yüklemek ister? Bay Renan, astronominin öğrenilmesine müsaade edilmesini yalnız kıblenin tayinine hasretse de hiç olmazsa “namaz vakitleri”ni öğrenmek için güneşin ve diğer yıldızların ufuktan ne derece yüksekte bulunduklarını bilmenin de İslam’da yasak olmadığını söyleseydi, hakkımızda bir mertlik göstermiş olurdu!
Hicri 823 (miladi 1420) yılında Uluğ Bey’in, Semerkand’da yapılmasına teşebbüs ettiği “Rasathane”de otuz sene çalışarak “Uluğ Bey Zîc”i14 meydana getiren ilim adamları, acaba Müslüman değil miydiler? Kanuni Sultan Süleyman döneminde bir taraftan İspanya ve diğer taraftan Hint sahillerine giden Osmanlı donanmasını, astronomiye dair sadece kıble tayin edecek kadar bilgisi olanlar mı sevk etmişlerdi?
Voltaire, İsveç Kralı XII. Charles’ın dönemine dair yazdığı eserde, Rusların o zamanki cahilliklerini tasvir ederken şöyle bir fıkracık nakleder:
Uzun zaman olmamıştır ki güneşin tutulacağını haber verdiği için İran sefirinin kâtibini Moskova’da ahali yapmak istemişlerdi.
Acaba Bay Renan’nun kanaatine göre, Moskova halkını astronomi bilen bir adamın etrafına sevk eden yine İslam mıydı? Her gün göz önünde duran yüz bin delile karşı, İslam ülkelerinde astronomi öğretimine müsaade edilmediğinden bahsetmek, yıldızların varlığını inkâr etmek kabilinden değil midir?
Makale sahibi kendi özel keşiflerine devam ederek; O zamandan sonra, İbni Haldun gibi istisnalardan başka, Müsiümanlar arasında geniş fikir sahibi adam çıkmamış ve İslam, ilim ve felseyeyi mahvetmiştir. şeklindeki bencil iddiasını ileri sürmeye cesaret etmiştir.
İbni Haldun’un çağdaşı olan Sadeddinleri, Seyyidleri ve onlardan sonra gelenlerin isimlerinin sayılması büyük bir kitabın yazılmasını gerektirecek İslam büyüklerini, Bay Renan nereden bilsin de böyle cahilce bir söz söylemesin?
Yukarıda da söylemiştim, Renan’nun her sözü doğru olsa dünyada Müslümanlardan hiç kimse ilim ve felsefe ile uğraşmamış bulunsa yine de bundan İslam’ın ilim ve felsefeye engel olduğu türünden yeni bir mantık icat edilmedikçe ispatlamak mümkün değildir. Gerek ilim ve gerekse hikmetin üstünlüğüne dair ve bunların tahsilini emreden bunca ayet ve hadis meydanda durmaktadır.
Bay Renan, biraz insaf etse şunu itirafa mecbur olur: Kurtuba’nın, Gırnata’nın, Bağdat’ın, Semerkand’ın ve daha bunlar gibi yüzlerce İslam şehrinin yüz binlerce ebedîleşmiş kitabı ile binlerce âlimini ateş içinde, at ayakları altında mahveden haçlılar, Tatarlar; İslam dinine mensup değildiler!
Vahşi kavimlerin istilasından sonra Avrupalılar da asırlarca kör bir cehalet içinde kalmışlardı. O zamanlar Batı ülkelerindeki ilim ve felsefeyi mahveden Gotlar, Hunlar, Avarlar değildi de Hristiyanlık mıydı? Hristiyanlık idiyse niçin İslam’da mevcut olan ilim ve hikmeti mahvolma derecesine getiren Hristiyanlar, Tatarlar olmuyor da İslam oluyor?
Bay Renan, tarihin en önemli meselelerinden biri konusunda bu kadar ciddiyetsiz düşünülmüş bir konferans vermekten ne kazanır bilemem fakat araştırıcılar nazarında Doğu ahvalini iyi bildiği şeklindeki şöhretinin belki yüzde doksanını kaybetmiş olacağından eminim.
Voltaire, Hristiyanlığın en büyük düşmanlarından olduğu hâlde menfaat şevkiyle papaya çatma merakına düşmüş ve gayesine ulaşma aracı olarak da “Muhammed” adında bir tiyatro meydana getirmiş ve bu tiyatroda Voltaire, İslam’ın gerek tarihini gerek ahlakını bütün bütün bozmakla beraber, Arapçaya “pe” harfini dâhil edecek kadar cahillik göstererek kendini âlemin maskarası yapmıştır. Bilmem, Bay Renan’nun da çatacak bir yeri, hallolacak bir gayesi mi vardır ki kırk sayfalık bir makaleye binlerce yalan sığdırmaya uzun uzadıya gayret sarf etmiş! Bilindiği gibi karşılıksız olarak bu kadar gevezelik yapılmaz…
Bay Renan bu nakillerden sonra, birdenbire insaf yoluna girer gibi görünerek Araplara atfedilen ilmin tesirlerini azaltmak istemediğini söyler de yine kendisi için lüzumlu saydığı gidişine fikir atfederek Araplara isnat olunan bu maarifin Araplarla ilgisinin yalnız dilden ibaret olacağını; İbni Sina gibi İbni Rüşd gibi kişilerin Araplığının, Bacon’ın, Spinoza’nın Latinliği kabilinden bulunduğunu açıklar.
Bir milletin büyük ve güçlü döneminde isterse o milletten olmasın, din ve eğitim yönünden o milletin birliğine girmiş olan kişiler ile başka bir kavme mensup olan ve o kavmin dilini kullandığı hâlde yok olmuş bir kavmin diliyle kitap yazan insanlar arasında bir münasebet kurmak, felsefi meselelerden bahseden bir zata yakışır münasebetsizliklerden değildir.
İtalyan bir aileye mensup olan Napolyon nasıl Fransız, atalarının Slav ırkından geldiği söylenen Bismarck nasıl Alman ise İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi’nin de şüphesiz öylece Arap sayılmaları gerekeceğine şüphe var mıdır?
Bay Renan, El-Kindi’yi ayırdıktan sonra, Arap filozoflarından hiçbirini milliyet itibarıyla Arap ırkından saymadığı gibi “Düşünce bakımından da ilgileri yoktur.” diyor. Makale sahibinin, düşünce bakımından akrabalıkla neyi murat ettiğini anlayamadık ki sözünün doğru olup olmadığını araştıralım! Bir kavmin kendine özgü ve diğer kavimlerle karıştıktan sonra ayrı bir düşüncesi de mi olurmuş?