bannerbanner
Çağlayanlar
Çağlayanlar

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

“Uyan! Yeryüzü seni ve oğullarını bekliyor… Cihana kan ver, can ver… Yürü ve âlemi arkandan sürü!”

Bu heyecan ile uyandı, Hanku daha uykuda idi. Usulca karısının alnından öptü. Baltasını beline astı. Topuzunu omzuna aldı. Bıçağını kemerine soktu, çadırdan çıktı. Avulun çevresini gezmek üzere uzaklaştı. Birkaç saat yürüdü. Küme küme karların kımıldadığını gördü. Merak etti. Bir ak ayı kendisine kızıl gözleriyle bakıyordu. Bir adım geri çekildi. Dineldi. Etrafına baktı. Biraz düşündü. Ürperdi. Bir an içinde karar verdi ve hemen saldırdı. Karların içine dalmasıyla beraber orası karıştı.

Şimdi kardan beyaz köpükler, dumanlar havaya uçuyor, etrafa sıçrıyordu… Şaha kalkan hayvan başına yediği bir balta darbesiyle yere yuvarlanırken arkasındaki kavak ağacını da devirmişti. Arslan yine atılmak isteyen ayının gırtlağına iri bıçağını soktu, soktu, soktu. Artık canavar oraya yıkılıvermişti. Alp, bir iki dakika nefes aldı. Dinlendi. Sonra canavarın postunu yüzdü. Bu sırada kendisi de omuzlarından yaralanmıştı. Yarasını karla ovuşturdu, kanını dindirdi. Postu sırtladı. Oymağa döndü.

Alp’in ilk bahadırlığını işiten yurttaşlar etrafına toplandılar. Vurulan ayının alnında kara bir leke vardı. Bu alametten anladılar ki yıllardan beri avulun en cesur gençlerini parçalayan ve engin bozkırları onlara daraltan, bu ayı kıyafetine girmiş devin postudur. Onlar biliyorlardı ki bu ayıyı kim gebertirse yurdun hâkimi odur…

Avulun piri Alp’in elini tuttu. Onu ayının inine götürdü. Orası Türkân Hatun’un türbesi olduğu için mukaddes bir yerdi. Ayının şerrinden ve tehlikesinden çoktan beri bu ağacı ziyaret edemiyorlardı. Esasen Alparslan’ın annesinin Türkân Hatun olduğunu da ihtiyar tahmin ediyordu… Devrilen ağacın kütüğüne oturdular. Batan Güneş’e doğru yakardılar, ihtiyar bu kavağın dibinde yatan ve senelerden beri ziyaret edilmeyen Türkân’dan Alp’e bahsetti. Genç de bu gece gördüğü rüyayı ona anlattı. Artık bütün esrar meydana çıkmıştı. Arslan’ın Türkân Hatun’un oğlu olduğuna şüphe kalmamıştı; ihtiyar, Alparslan’ın alnından öptü ve:

“Benim senin yanında artık işim yoktur.” dedi.

Şimdi Güneş batmış, bozkır tamamen kararmıştı. Alp’in oturduğu ağaç dinelmeye başladı: Doğruldukça yavaş yavaş ışık kesiliyordu. Arslan, bir kalın dal ile kütüğün birleştiği köşede büzülmüş, şaşırmış kalmıştı. Ağaç tamamen doğrulunca nurdan bir sütun hâline geldi, bir kere sarsıldı, topraktan kökü ayrıldı. Fezaya doğru yükselmeye başladı. Bu fevkalade hâlden ürken Alp, yanına sarkmış olan elinin sıkıldığını duydu. Yanına baktı. Gece rüyasına giren annesi idi. Ağaç karanlık ve yüksek bir boşluk içinde, uçar yıldız gibi nuranî bir iz bırakarak cenuba doğru gökte süzülüyordu. Bir zaman yerlerin en kavisi olan Alparslan şimdi gökte Esed burcuna benzedi. Kara bulutların içinden, parlak yıldızların arasından ışıklar saçarak kayıyor, uçuyordu. Ve bir dakika geldi ki ağaç Himalaya silsilesinden Everest Dağı’nın tepesine dikildi, sallandı, durdu. Bu sırada gece şarktan görünen Büyük Tanrı’nın; Güneş’in huzurunda, kara çadırının eteklerini toplayarak cihanın başka bir tarafına çekilmeye mecbur oldu. O zamana kadar dimdik ve sessiz duran Türkân Hatun, sağ elinin ayasıyla Alp’in gözlerini üç defa sıvadı. Gencin nazarından mesafe engelleri silindi. Bir kısım arzı, Asya ve Avrupa’yı ve Afrika’nın şimalini bir bakışta görmeye başladı. Türkân Hatun, bir al örtüye sarılmış, çelişmiş ak saçlarının bir kısmı omuzlarından aşağı sarkmış, bir kısmı başında ürpermiş ve bu hâlde ucunda beyaz dumanlar tüten bir aleve benzemişti. Sol elini Arslan’ ın omzuna dayamış, sağını da fezaya kaldırmış ırakları gösteriyordu. Sabahın pembe-beyaz tülleri sıyrıldıkça mütemadiyen berraklaşan fezada çıt yoktu. Rüzgâr durmuş, bulutlar durmuş, Arslan’ın kalbi durmuş ve gözleri açılmıştı. Türkân Hatun yavaş, vakur, mehip, tatlı bir kadın sesiyle hitap etti:

“Oğul! Ey Türk oğlu! Alnını yükselt, göğsünü ger, etrafına gurur ile bak!.. Ayağının altında görünen şu geniş cihanın hâkimi sensin, senin neslin olacaktır. Kâinatın en büyük kahramanları, cihangirleri bütün senden doğacaktır. Maşrıktaki Çin’in payitahtından, Magrib’deki Septe Boğazı hizasına kadar olan yol senin atlarının ayaklarının altında çiğnenecektir. Cenubun yanan çöllerinden, şimalin donduran bozkırlarına doğru bak!.. Yenisu kıyılarında, Baykal, Aral gölleri etrafında doğuran kısrakların tayları, Tuna’nın menbaından hararetlerini teskin edeceklerdir… Azak Denizi ve Karadeniz, denizleri torunlarının birer küçük havuzları, Pamir ve Ceziretülarap yaylaları cirit meydanları olacaktır… Kafkas, Balkan, Karpat ve Ararat dağlarının eteklerinin harp sahalarını, Ural geçitlerini, Volga, Fırat nehirlerini akın yolları yapacaksın!

Şu Altay’ın altınları, İran’ın gümüşleri yakınımızdaki Bedahşan’ın lal ve yakutları, Hint’in eteklerini öpen Amman’ın incileri, ötede bir kara yılan gibi kıvrılan Ural’ ın demirleri senindir! Dünyanın rengi kızıl kanınla bezenecek, şekli kargınla düzelecektir… Azmine, kuvvetine ne Gobi ve Tibet çöllerinin susuz kumları, ne Himalaya’nın yalçın tepeleri, ne Akdeniz’in beyaz dalgaları Türk sellerine karşı durabilecektir. Altay, Ural ortasından fışkıran Bahr-i Muhit-i Kebîr’i dolaşacak ve bu sahillerden kabaran er yiğit dalgaları, Muhît-i Atlâsî’ye ulaşacaktır.

Ne kaya kaleler, ne demir kapılar, ne de çelik silahlar yolunu kesecek… Yarı cihan ümmetleriyle dövüşeceksin… Ezdikçe mağrur, ezildikçe meyus olma! Daima didin ve öğren, daima iste ve yüksel. Adil ve rahîm ol! Korkutmaktan ziyade sevdirmeye çalış.

Asya’da, Avrupa’da, Afrika’nın bir kısmında pençenin altında kıvranmayan hiçbir millet kalmayacak. Tepeleyeceksin, tepeleneceksin… Etrafında çarpışacak kuvvet bulamadın mı, kendilerini unutan kardeşlerini de sarsacaksın. Kuvvetinle gevşemiş damarları gerecek, ateşinle soğumuş kanları kaynatacaksın… Dünyanın üç büyük kıtasında neslinden hükümdarlar ve yabancı hükümdarlardan âciz hizmetkârlar yapacaksın. Kahramanlık tacın için Türk analarının döktüğü her damla yaş birer elmas, Oğuz oğullarının akıttığı her katre kan birer yakut olacak… Şu uzakta Güneş’in ışığıyla kaynar gibi, titrer gibi parlayan boğaz, Boğaziçi, o mavi şerit bahadırlık kılıcın için bir firuze kemer olacaktır…”

Bu mevizeden5 sonra Alparslan, hiçbir muhayyilenin tasavvur edemediği bu mehabetli manzaraya bir güneş azametiyle baktı, baktı, baktı… Ve diz üstü çökerek annesinin iki eline sarıldığı zaman ağaç da kımıldadı ve sarsılarak göklere doğru yükseldi ve şimal tarafına doğru uçmaya başladı.

Ak ayının makteli hizasında ağaç yere ineceği sırada kırmızı harmani içinde Türkân Hatun’un hayali de sönüveren bir alev gibi kayboldu.

Alparslan, avula döndüğü vakit meydanda yurt kızlarının şarkılar söyleyerek raksettiklerini gördü. Alp’in, bu Türkler ve Tatarların babasının bu sabah doğan ilk oğlunun bayramını yapıyorlardı. Arslanı küçükken göklere kaldıran kartala telmihen bu çocuğun adını “Tuğrul” koydular. Ve Türk – Tatar nesli de bu suretle birinci gaflet uykusundan ayıldı ve kâinata yayıldı.

Budapeşte -12 Mart 1334 (1918)

Yarayı Kanatan

Eve gelince masamın üstünde şu tezkereyi buldum:

“Bu akşam bize buyur. Tatlı sesler işiteceksin. Güler yüzler göreceksin, güleceksin, ağlayacaksın. Her hâlde memnun olacaksın.”

Turgud

Bu merak verici tezkereyi yazan Turgud Beyin evime pek yakın olan hanesinin kapısını çalarken içeriden çalgı sesleri geliyordu.

Salona girince, ortada, büyük kanepenin üstünde uzun hırkasıyla, oyalı başörtüsüyle, esmer, değirmi çehreli, şişman, kısa boylu, elli yaşlarında bir hanımın, henüz son darbenin tesiriyle zilleri titreyen, elindeki defe dayanarak doğrulup bana selam verdiğini görür görmez irkildim. Odaya girmekte tereddüt ettim. Ev sahibi: “Buyurun, buyurun!” te’kidiyle:

“Pembe Hanım bizim ninemizdir; ruhumuzun ninesidir.” dedi.

Pembe Hanım “gün görmüş, yaş yaşamış” bir nezaketle Turgud’un bu huluslarına mahviyet göstererek mukabele etti.

Tefi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı. Gözleri yarı kapalı olduğu hâlde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp iri dudaklarının ihtizazlarıyla titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, ruhların en karanlık köşelerine kadar süzülerek zaman zaman kemanın inleyen ahengiyle dudak dudağa geliyor; bir kumru muaşakası letafetiyle, gözlerde bulut şeklinde ümit ve hayal kümeleri hasıl ediyordu.

Ey ah söyle! Zahm-ı dilimden zebanım olEy çâk-i sîne! Nüsha-i şerh-i beyânım olEy eşk-i dîde! Ben diyemem yâre derdimiSen rûy-i zerdem üzre gelip tercümanım ol

Köşedeki kanepenin üstüne bağdaş kurmuş uçuk benizli, süzük gözlü, ince boyunlu, karışık saçlı, redingotlu zayıf bir efendi elinde tuttuğu bir küçük gonca gülü koklarken gözlerini sıkınca onun sarı yapracıkları arasına iki damla yaş damladı. Yüreğinin gizlilikleri musikinin ateşi karşısında erimişti.

Şimdi aşkın en buhranlı hummalarını, iştiyakın en acı dakikalarını; kemanın yanık titreyişlerini, inleyişlerini yüreklere tattırdıktan sonra, arzuların, hayallerin hiçlikleri kıvrıla kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor; uçuyor, sendeliyor, düşüyor… Kayboluyordu.

Artık gözlerin önünde görünmeyen, yalnız duyulan birtakım dağınık saçlar… Yumuşak eller… Yaşlar… Gülüşler… Uzun kirpikler… Ateşli gözler… Öpen dudaklar karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendilerine ait bir hayalin karşısında titreyerek yalvarıyordu.

Üstat bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen, iniltilerden teşekkül eden bir suzinak taksimi, zaten açılan yüreklerin esrarını çehrelere daha ziyade aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyunlar bükülmüştü.

Bu sükûnet içinde, yalnız, kanepenin köşesinde dizlerini birbiri üstüne koymuş, sakalı bıyığı tıraşlı, saçları ortadan ayrılmış bir genç, Doktor Pertev Bey gömleğinin kolalı kollukları arasından çıkardığı ince, keten mendiliyle yüzünü silerken, sıkıldığını anlatırcasına sırıtıyor; musikinin bu meclise verdiği tesire karşı hayret ettiğini izhar eyliyordu.

Sûzinâk faslının eski yeni şarkıları birbirini takip ederken bu hâle gülen doktor, gezinmeye başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu.

Fasıl bitmişti. Lakin, Pembe Hanım’ın neşesi bitmek bilmiyordu. O demin ağlayan zayıf efendinin elindeki gülü görmüştü. Yan gözle onu diğerlerine işaret etti. Ve Kemani Sûzi Bey’e usulca: “Nihâvent yap.” dedi ve eline çiçeklikten bir pembe gül aldı. Uzun bir “Ah!” çekti; yanık bir “Medet!” dedi. Gözlerini süzdü ve derin bir aşk ile okudu!

“Gülüm şöyle, gülüm böyle! Demektir yâre mu’tâdım.”“Sever canım seni ey gül! Ki canana hitabımsın.”

Zayıf efendi yerinden fırladı. Sağ kolunu havaya kaldırıp indirerek bağırıyordu: “Yaşa Pembe! Var ol Pembe! Nur ol Pembe! Dert görme Pembe!” Pembe Hanım bu alkıştan memnun oldu. Başörtüsünün çenesinin altına gelen katmerlerini düzeltti, örtünün uçlarını cilvelerle arkasına attı. Neşesinin tesiriyle sesi titredi. Dudaklarıyla, gözleriyle gülerek bir küçük temenna ile “Teşekkür ederim.” dedi.

Hanende Pembe Hanım, İstanbul’un zevk âlemlerinde meşhur bir simadır. Yenibahçe’deki evinin kapısı, gün geçmez ki kendisini bir eğlentiye davet için çalınmasın. Davudi sesi, şetareti, terbiyesi kendisini hem kadınlara hem erkeklere sevdirmişti. Pembe tazeliğinde de güzel değildi. Bazen itiraf ederdi, sedasındaki letafet, çehresinde de olaydı, sesiyle ağlattığı kadar gözleriyle de ağlatabilirdi.

Doktor Pertev Bey, bir iskemle çekti. Yanıma geldi. “Bizim musiki hakkındaki fikriniz nedir?” dedi.

“Musikimiz, bizim durgun ruhumuzun, sakin düşüncelerimizin, uçuk benzimizin tercümanıdır.”

“Musikimizi sever misiniz?”

“Severim.”

“Garp musikisini?”

“Onu da severim. Birini duyduğum, diğerini anladığım için beğenirim.”

“Ben musikimizi sevmem. Çünkü ihsas ettiği mana daima birdir: Yeis… Şarkın bütün makamlarında, fasıllarında bir ikinci mana aramak beyhudedir. Perde perde kara bir yeis. Nağme nağme akan bir yaş. Fakat ben daima ne meyus olurum ne de âşık… Aşkın bile ümidi var, visali, hicranı var. Çiçeklerin, fırtınaların, kelebeklerin, aslanların, zelzelelerin, şafakların, hiddetlerin, yalvarmaların da musikisi olabilir. Bütün bunların fırça ile tersimi, kalem ile tasviri olduğu gibi musiki ile de tegannisi olmalıdır. Şark musikisi bunlardan bahsedemiyor. Bana ne bir saadet kokusu koklatıyor ne de hiddet ateşi gösteriyor. Ben musikimizle ne göğsümü gererim ne kollarımı sallayabilirim ne de zihnim açılır; yalnız boynumu bükerim, dimağım örümceklenir. Musikimizin verdiği yeis o derece kâfidir ki bazen bizi ya intihara veya cinayete sevk eder. Köylerde kadın yüzünden çıkan kavgaların sebeplerini görgüsüzlükte, alkolde aradığımız kadar musikimizin tesirinde de aramalıyız.”

Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu hâlde kemani, udi, tamburi beylerin cümlesini birden coşturdu. Artık itirazlar, techiller, istihzalar, hiddetler birbirini takip ediyordu.

“Siz musikimizi bilmiyorsunuz.”

“Birkaç gün Fransa’da kalmakla kendi vatanındaki güzellikleri görememek körlüktür, nankörlüktür.”

“Garp musikisi sunidir, kalpten gelmez.”

“Wagner bir koca davul, Beethoven bir boş tenekedir.”

“Nihaventten pek güzel opera olur.”

“Şark nağmelerinin inceliklerini piyano ihtiva edemez.”

“Karcığardan çıkan mana da yeis midir?”

Şimdiye kadar ancak fikrine sahip olanlarda görülen bir itidal ile sükût eden Pertev Bey: “Hayır.” dedi “Bizde raks da yoktur.” Bu inkâr, odadakileri yine harekete geçirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi de işe karıştı:

“Ah.” dedi. “Ah! Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, musikiyi inkâra mecal kalır mıydı?”

Pembe Hanım da atıldı: “Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan’ı bulur, bu dinsiz doktoru imana getirmeyi ona bırakırdım.” diyordu. Karar verilmişti. Gülistan çağrılacaktı. Udi ve tamburi beyler bu işe memur oldular. Ve hemen paltolarını giyip çıktılar. Ev sahibi dava vekili Turgud Bey de bu sırada kolları arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bıraktı. Bunlar camadanları, dizlikleri, dolakları, sırmalı cepkenleri, hilali gömlekleri, pullu başlıkları, ipekli şalvarları, işleme pabuçları ile kadın erkek zeybek libasları idi. Bunları Aydınlı Yavuz Bey’le, Sirozlu Gülistan giyeceklerdi.

Doktor Pertev Bey’e sordum:

“Eski eserler araştırıp seyahatlerle tetebbular icra olunarak elde edilecek neticeleri fenne tatbik ederek musikimizi ıslah etmek mümkün değil midir?”

“Hayır değildir. Bu tetebbularınızdan da bir şey çıkmayacaktır. Çünkü Türkler hiçbir vakit şahsi dehalarını gösterir ne bir hüner ne bir felsefe ne bir edebiyat ihdas etmişlerdir. Hep taklit ile vakit geçirmişlerdir. Bunun sebebi: Bunların hakiki dehaları durup düşünmekte değil, çarpınıp iş görmekte idi. Bunlar maddi ilerlemeden manevi yükselmeye vakit bulamamışlar. Turaniler her şeyden evvel askerdi. İslamiyet’ten önce teşekkül eden Türk cemaatleri de mahza harp uğrunda Asya’nın ücra bucaklarından toplanırlardı. Muharebe bitince göçebe uluslar, yörük oymaklar yine dağılırlardı. Cemiyetleri süreksizdi. Bu cihetle düşünceleri müttehid, fikirleri de sakin olmadığından ne musikiye ne edebiyata ne de mimariye dair şahsi ve temelli eserler bırakmışlardır.”

Ev sahibi Turgud Bey fesini başından atarak bir avukat şiddeti, fesahatiyle cevap verdi:

“Affedersiniz Doktor Bey; Fransa’nın birçok büyük şehrini gezdiniz değil mi? Acaba Anadolu’da, Türkistan’da seyyahat ettiniz mi?”

“Hayır.”

“Öyle ise Sivas’ta, Konya’da, Bursa’da, mimarlığa ait tetkikatta bulunanlara sorunuz. Oralardaki eski binaların manevi bir ruhu, bir başkalığı, fennî, hünervari bir kıymeti var mıdır, yok mudur? Emin olun ki Konya’daki Selçuki asarı bakiyesi Atina’nın Akropol harabelerine muadildir… Gülmeyiniz. Bunu Konya üzerine Almanca ve Fransızca yazılmış eserleri okur ve mahallinde tetkikatta bulunursanız anlarsınız.”

“Bunlar altı yedi yüz senelik, binnisbe yeni şeylerdir. Ben daha eski zamanlara ait medeniyet izleri arıyorum.”

“Bundan iki yıl evvel Sibirya’nın şark-ı cenubisinde Kâin Turfan Harabeleri’nde yapılan hafriyatta çıkan heykelleri görürseniz bunları ya Praksiteleslerin veya Fidyasların6 ellerinden çıkma zannedersiniz.”

Bu anda doktorun yüzünde hasıl olan emniyetlik üzerine Turgud Bey kütüphanesine koştu; elinde birkaç resimli risale ile geri döndü. Herkes bir meraka düşmüş ve ev sahibinin başına üşüşmüştü. Doktor mütekebbir bir inatla: “Belki, olabilir; fakat bu kadarı kâfi mi?” diyordu ve ilave ediyordu:

“Biz muhafazakâr adamlarız ve teceddüde düşmanız. Mesela din bahsi…”

Bu korkunç başlangıç üzerine herkes, sinirleri daha gerilmiş, gözleri daha açılmış, yumrukları daha sıkılmış olduğu hâlde harekete gelmişti. Artık ut tombul karnıyla yerde bitap uzanmış, keman ince beliyle koltuğun bir kenarına yorgun dayanmış, tambur uzun boynunu melulane uzatarak bir köşeye serilmiş yatarken sıkıntıdan çatırtı ile kopan bir teli gerdanına sarılıvermişti. Zavallı Pembe Hanım ise çoktan esneyerek ortadan kaybolmuştu.

“Mesela din bahsi: Evet Türkler müdafaa için kucakladıkları İslamiyet’i kırılmak bilmeyen bir cesaret, tereddüde uğramayan bir sadakatle müdafaa ettiler. Fakat bu hususta tenkide ve münakaşaya girişmediler, girişemediler, işte mesele burada… Halbuki Araplar Rafızilik, Mu’tezilik, Vehhabilik gibi münakaşa neticesinde mezhepler buldular. Halbuki İraniler Bahailik, Şiilik, Babilik gibi fırkalar ihdas eylediler. Biz hiç, hiç düşünmedik, aramadık, yorulmadık, üşendik, ne bulduksa ona kani, ne dedilerse ona razı olduk.”

“Azizim Doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa benziyorsunuz. Biraz kendiniz tetkikatta bulununuz. Aslen Türk olan Bedreddin Simavî ve Şeytankulu gibi ulemanın içtihatlarını veya Torlak Kemal gibi zevatın dinî felsefelerini, Bektaşiliği, Mevleviliği tetkik etmeliydiniz.”

Havaiyat ile musiki ile başlayan bu meclis şimdi ciddi bir renge girmiş, davetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeye çalışan küçük bir bilgicilik tavrı uyanmıştı. Herkes gizli bir intizar içinde gözlerini ara sıra kapıya çeviriyor, Gülistan’ı bekliyordu. Vehhabiliği Gülistan tenkit eyleyecek, Bedreddin Simavî’nin felsefesini Gülistan izah edecek sanılırdı.

Zayıf Efendi kendi kendisine söyleniyordu:

“Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz lakin mühim, müfit bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip tabetmek için sabır ve merak ister.”

Öteden Kemani Sûzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla:

“Bu memleketin güzelliklerine göremeyerek bakıyorsunuz, şiirlerini anlamayarak dinliyorsunuz.” dedi.

“Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin mevcudiyeti aşka, kadına, bunların mevcudiyetine bağlıdır. Bizim kadınların daima sedirlerde, minderlerde, kanepelerde oturmaları hareketlerinde hiçbir letafet bırakmamıştır. Yoksa, siyah carları altında ördekvari yürüyen hanımları görmüyor musunuz?”

Bütün dinleyenler birden bağırdılar:

“O! O! Ördek gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güvercin gibi, kumru gibi.”

“Evet mahbusiyet hayatı hanımların hem bacaklarını, hem zihinlerini faaliyetten mahrum bırakmıştır. ‘Binbir Gece Masalları’na benzeyen romanlara aldanıp da Türkiye’yi muaşaka memleketi sananlar aldanırlar. Burası sevmek, sevilmek hislerine müsait bir zemin değildir. Sevda için kadınlarda ‘meyil ve istidat’ olmadığı gibi erkekler için de ‘imkân’ yoktur. Bu memlekette umumi his ‘muhabbet ve temayül’ değil, ‘nefret ve tahakküm’dür. Burada erkekler hotperest, kadınlar hotfüruştur.”

Bu defa da odayı her ağızdan itiraz gürültüleri kapladı. Artık kimse kimsenin ne dediğini işitmiyor, anlamıyordu… Yumruklar havaya kalkıyor, fesler başlardan fırlıyor, sigara dumanları hiddet ve süratle üfleniyordu. Bir hay ve huydur gidiyordu. Pertev Bey ise fikrinde, isyanında inat ederek son itirafını fırlatmaktan çekinmiyordu.

“Ben vatanımı beğenmiyorum, ne yapayım beğenmiyorum; çünkü bana memleketimi beğendirecek etrafımda ne bir vaka ne bir manzara görebiliyorum. Ben belki bir vatansızım!”

Artık doktor için bastonunu alıp davetli olduğu bu evden çıkmaktan ve refikleri için kendisini sükût ile teşyi etmekten başka yapacak kalmamıştı ki dışarıdaki bir araba gürültüsüyle beraber kapının çıngırağının tanini evi doldurdu. Bir dakika sonra gevrek kahkahalarıyla başına uzun bir başörtüsü almış, sırtına bol bir manto giymiş Gülistan içeriye girdi. Sanki bu kadın bir güneşti. Bütün bir fırtınalı gecenin zulmetini birden sıyırdı, attı. Herkes bir dakika evvelki hırsı, infiali unutmuş, çehreler yerine gelmiş, sigara dumanları dağılmıştı.

Sûzi Bey, Gülistan’a köşedeki kanepeyi gösterirken Pembe Hanım da: “Bu kâfir doktor hâlâ imana gelmedi mi?” diyerek Pertev Bey’e serzenişlerle odaya girdi.

Ev sahibi Turgud bir iskemle çekti. Gülistan’ın karşısına oturdu. Niçin onu rahatsız ettiklerini anlatıyordu:

“Burada çılgın bir adam var. Memleketimizin güzelliklerini inkâr ediyor… Musikimiz ağlarmış, raksımız gerinirmiş, kadınlarımız yatalakmış, erkeklerimiz alık… Anladın mı şimdi?.. Artık şu zavallıya memleketini sevdirmek için senin lutruna sığınmaya mecbur olduk.”

“Doktor haksızdır. Evvelki gün Çamlıca’da Şatır Paşa’nın düğününde idim. O gece, bir müddet, biz bize kaldık. Hanımlarla o kadar güzel raksettik ki ben de bayıldım.”

Pembe Hanım gülerek ilave etti:

“Göreydi o da bayılırdı.”

Udu bu defa Pembe Hanım aldı. Ve tefi Gülistan’a verdi. Sûzi Bey, bir Hüseynî taksimi yapıyor ve bütün ruhunu, bütün hünerini yayına tevdi eylerken nağmelerinin feyziyle doktoru teshir için ne derece nefsine cebrettiği dudaklarının takallüsünden, kaşlarının gerilişinden anlaşılıyordu. Şimdi herkes dinî bir istiğrak ile dinliyordu. Doktor Pertev Bey, bu tekellüflerin hep kendi için olduğunu anlıyor ve duygusuz bir tavır alarak saatinin kösteğiyle oynuyordu.

Gülistan, dirseğini koltuğun koluna dayamış, elini yanağına koymuş; gönlünden kopan tatlı, pürüzsüz, tekellüfsüz ruhani bir seda ile okumaya başlamıştı. Sesinin havada dönen, kıvrılan her nağmesinden bir peri ruhu doğuyor, yüksele büyüye kanatlanıyor; dinleyenlerin yanaklarını öpüyor; göğüslerini okşuyordu. Gözlerin önündeki perde perde karanlığı sıyırıyor, yerine zerre zerre ışıklar damlatıyordu.

Pertev Bey parmağına sarıp çözdüğü kösteğini usulca yeleğinin cebine koydu. Elini yanağına dayadı. Gözlerini kapadı…

Artık odadaki her şey musikinin tesiriyle şeklini değiştirmişti. Keçeler, kilimler çimenliğe, avize mumlarıyla bir lale tarhına benzemiş, duvardaki levhaların menazırına tabii bir cesamet, bir renk, bir can, bir hareket gelmişti. Gülistan’ın dudağından uçan ruhlar, nağmelerin ruhları, perilerin ruhları herkesin kulağına mazinin hayallerine, istikbalin ümitlerine dair bir şeyler fısıldıyordu.

Şimdi Hüseynî peşrevi, semaisi bitmiş, müntehap şarkılardan birkaçı da okunmuştu.

Doktor Pertev Bey, tatlı bir rüyadan uyanırcasına yanında oturan Turgud Bey’e: “Evet, ne kadar olsa millî şeylerde insan bazen güzellik buluyor. Bu irsî bir gaflet olsa gerek.” dedi.

“Ah sihirbaz Gülistan!..”

Turgud, ciddiyetle Gülistan’ın yanına gitti. Bir şeyler söyledi. Odadan çıktılar.

Bu sükûttan istifade eden Zayıf Efendi elindeki solgun, sapı yumuşayan gülü masanın kenarına bırakarak vakur bir hâkim vaziyeti aldı ve dedi ki:

“Doktor Bey, her kavmin cibilli ve tabi yerli ve ayrı bir medeniyeti vardır. Her memleket başkalarının yeniliklerini taklit ile başladığı intizama, kendisinin eskiliklerini tahkik ile nihayet verir. Bu hâlde bir zamanki mukallitler, sonra muhakkik olurlar. Her milletin medeniyeti, zekâsının, maişetinin, tarihinin, ananesinin, coğrafi mevkisinin tesiri altındadır. Vakıa medeniyet umumidir. Lakin onu tatbikteki tarz başkadır. Fikirler muhalif olmasa bile muhteliftir. O hâlde fikirlerin terakkisinin de muhtelif olması lazım gelmez mi? Âlemin maksadı, refahı, intizamı tamimdir; daha doğrusu iyiliği, güzelliği temindir; lakin bu maksada her cemaat bir başka yoldan varmaya çalışır. Milletlerin kendi samimiyetine; şiirine, musikisine, resmine, raksına, mimarisine, yemesine, giymesine, kendi maişetinden, kendi hususiyetinden bir çeşni verdiği inkâr olunur mu? Hollanda resmiyle İtalyan ressamları bir zevk mi takip eder? Alman yemekleriyle, Fransız mutfağı bir örnek midir? İsveç edebiyatı ile Japon şiirleri müsavi midir? Rusya’daki evlerin biçimiyle İspanya binalarının arasında bir fark yok mudur?”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

На страницу:
2 из 3