bannerbanner
Genç Rahmi’nin Hikâyesi
Genç Rahmi’nin Hikâyesi

Полная версия

Genç Rahmi’nin Hikâyesi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

Rahmi’nin içindeki öfke artık küçük yüreğine sığmıyordu.

“Derse geç kalmanın hata olduğunu biliyorum. Ama bu yanlış bir şeyse, yalnız sizin dersiniz için değil, bütün dersler için yanlıştır hocam. Derse beş dakika geç kalmanın bedelinin bu kadar ağır olduğunu bilmemek de benim için ayrı bir hata. Tekrar özür dilerim.” dedi keskin bir sesle.

Gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Bıraksa içinden kopup gelecek çok söz vardı. Yapmadı. Bütün sınıf gibi Rahmi de söylediği sözlere Kuru Kafa Celal’in nasıl tepki göstereceğini merak ediyordu. Ama onun bir şey demesini beklemeden gidip oturdu yerine. Sinem’in yanından geçerken göz göze gelmişlerdi. Onun yüzüne acıyla baktığını hissetmişti. Rahmi’nin yanında oturan sıra arkadaşı İlyas ikisinden başkasının duyamayacağı fısıltılı bir sesle:

“Canını çok sıkma, bu deliyi artık hepimiz tanıyoruz.”

O da Rahmi’nin bu şekilde örselenmesine çok üzülmüştü. Sınıftaki en iyi arkadaşı Rahmi’ydi.

“Çok iyi söyledin söyleyeceğini.” diyerek onun sözlerini desteklediğini belli etti İlyas.

Rahmi canı çok yandığı için İlyas’ın konuşmalarına karşılık bir şey demedi. Sadece “sağ ol” der gibi başını sallamakla yetindi. Yediği dayağın etkisiyle dağılan saçlarını titreyen parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı. Kravatı hafifçe yana kaymıştı. Ne kadar umursamaz görünmeye çalışsa da aslında büyük bir ezilmişlik duygusu içindeydi. Kendi kendisiyle “Neden, neden, neden?” diye sayıklar gibi sessizce mırıldanarak konuşuyordu. Koca sınıfın ortasında onca kalabalığa rağmen yapayalnız kalmış gibiydi. Vücudunun yüzeyinden çok, yanan içiydi. Çocukluktan gençliğe çeşitli sıkıntılarla geçmeye çalışan ruhu koca bir yanardağın ağzından içeri düşmüştü sanki. Açık duran pencerelerden, dışarıda oynayan çocukların sesleri geliyordu çınlayan kulaklarına. Sınıf, ortasından büyük bir şakırtıyla kopabilecek çelik halat gibi gergindi. Pencerelerdeki camların alt sırası, dışarı görünmesin diye beyaz yağlı boya ile boyanmıştı. Sıralardan bakıldığı zaman sadece gökyüzü görünüyordu. Rahmi, üstteki boyasız camlardan gökyüzünün mavi derinliklerine baktı. Bir şeylerin, hiç olmazsa baktığı bir şeylerin kendisini birazcık da olsa ferahlatmasını istiyordu. Sinem’in kısa kesilmiş saçlarını arkadan seyredince, aradığının o olduğunu anladı.

“Soru bir.” diyen Kuru Kafa Celal’in sesiyle irkildi.

Bütün öğrenciler defterlerinin ortasından iki sayfa çıkarmış, hazır bekliyorlardı. Rahmi’yi izleyen İlyas defterlerinden kopardığı sayfayı çıkararak onun önüne koydu. Sonra:

“Kalemin var mı? Evde unuttum.” dedi Rahmi ağlamaklı bir sesle.

İlyas yedek kalemlerinden birini ona verdi. Silgisini de ortak kullanabilmeleri için sıranın üstüne, ikisine yakın bir yere koydu. Rahmi yazılı kâğıdının sol üst köşesine adını, soyadını, numarasını, sınıfını yazdı. Kuru Kafa Celal’in bazısını okuduğu, bazısını da tahtaya yazdığı soruları donuk bakışlarla çizgili beyaz kâğıda geçirdi. Beyaz kâğıda yazdığı soruları sadece yazmıştı. Onları okuyup anlayabilecek durumda değildi. Hafızası silinmişti sanki. Önündeki beyaz kâğıda boş bakışlarla dakikalarca baktı. Zil çaldığında Rahmi’nin kâğıdı cevabı yazılmayan sorularla öylece duruyordu. Kitap ve defterlerini alarak İlyas’ın şaşkın bakışları altında hızla kapıya yöneldi ve çıkıp gitti sınıftan. Sinem de Rahmi’nin gidişini o gün iri mavi gözlerinden hiç eksik olmayacak kaygılı bakışlarla izledi. Yazılı kâğıdını kendi kâğıdı ile birlikte İlyas götürüp verdi Kuru Kafa Celal’e. Rahmi o gün diğer derslere de girmedi. İlkbaharın rutubetli rehavetinden kurtulup hemen her yanını, çevresini saran ağaçsız tepelerini yaz güneşinin acımasız ve kızgın ışıklarına teslim eden şehrin ara sokaklarında amaçsızca dolaşıp durdu. Az da olsa sakinleşmesi için belki birkaç saatin geçmesi gerekti. Azgın öğlen güneşin etkisini biraz azaltıp, şehrin etrafını saran ağaçsız tepelerin arkasına saklanmak için yola koyulunca, Rahmi isteksizce babasının manav dükkânına doğru yöneldi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Şehir, tepesine dikilmiş yaz güneşinin kavurucu ışıkları altında sıcaktan inim inim inliyordu. Fakat vakit ilerleyip de güneş batıdaki başı çıplak tepelere yönelince azıcık nefes alır gibi oldu. Gün boyu hırpalayıp durduğu insanlar ve hayvanlar yine de buna rağmen gitmek istedikleri istikametlere, bulabilirlerse bina ve ağaç gölgeliklerinden geçerek bitkin ve kızgın ifadelerle gitmeye çalışıyorlardı. Sabah serinliğinde canlı ve kalabalık olan şehrin küçük çarşısı şimdi sessizdi. Çarşı esnafı dükkânlarının serin yerlerine gizlenmiş, sabırsızlıkla akşamın gelmesini, akşam serinliği ile çarşının ve işlerin canlanmasını bekliyorlardı. Yaşlı adam, yüzünün ortasında sıcaktan gevşemiş baygın gözlerini küçük dükkânın kapısına dikmiş, sabırsızlıkla oğlu Rahmi’nin gelmesini bekliyordu. Aslında sabah ezanından beri hem çalışmaktan yorulmuş, hem de tuvalete gitmesi gerekiyordu. Kendini bıraksa pantolonundan aşağı sular boşalacaktı. Bir yandan kendini sıkıp dururken bir yandan da oğluna sövüp sayıyordu. Yerinden titreyerek doğruldu. Yüzünde hem öfke hem de acı çeken birinin ifadesi vardı. Ufacık dükkânı üç dört adımda geçerek kapının önüne çıktı. Bir süre kısık duran yaşlı gözlerini küçük çarşının kendisi gibi yorgun yüzünde dolaştırdı. Her yerde bu saatlerin normal devinimi vardı. Yan yatmış, kıpkırmızı ikindi güneşi küçük çarşının ortasındaki tozlu yolda patlayarak etrafa saçılıyordu. Oğlunun gelmesi gerektiği yöne tekrar umutla baktı. Ama dakikalar tükendikçe yaşlı ve buruşuk yüzü daha çok gerginleşti. Meyve ve sebze kokulu iri bir pençeyi andıran kalın ve çatlamış parmaklarıyla yüzünü beyaz bir post gibi kaplayan yirmi yirmi beş günlük sakalını yavaşça sıvazladı. Bütün bir gününü öldürdüğü dükkânın içine geri döndü. Son iki yıldır diz kapaklarında ve kollarındaki romatizmaları azmış, yaz kış demeden peşini bırakmıyordu. Ağrıyan diz kapaklarını geniş ve nasırlı avuçlarının içleriyle huysuz bir tayı yatıştırır gibi şefkatle okşadı. Küçük dükkânın soluna meyve tablaları, sağına da sebze tablaları yere doğru hafif bir meyille sıralanmıştı. Bunların ortasında koridor gibi bir yerin sonunda sırtını duvara yaslamış küçük tahta kürsüsünde oturuyordu. Kapıda yirmi beş otuz yaşlarında iyi giyimli birisi belirince heyecanla yerinden doğruldu:

“Buyurun beyim!”

“İki kilo şeftali alacaktım da.”

“Hemen!”

Yeni gelen bu müşteriyle yaşlı Halil amca az önceki pörsümüş hâlini terk ederek dirilmişti sanki. Hareketleri canlanmış, içinde bulunduğu öfkeli duruma rağmen bir şeyler satıp biraz daha para kazanmanın sevinci ince bir tebessüm gibi yüzünde dolaşıveriyordu. Kolay değil, akşama kadar azar azar, kilo kilo tartıp satıyor, kazanıyordu. Her yeni müşteri, ekmek demekti, su demekti. Gün kazanıp gün yiyorlardı. Yediklerinden artırıp da biriktirebildikleri pek bir şey yoktu. İyi giyimli genç müşterinin işini görüp parasını alırken bitişikteki eczanenin çırağı Raşit girdi içeri.

“Halil amca, şunu boz.” diyerek elindeki kâğıt parayı yaşlı adamın burnuna doğru uzattı. Acelesi varmış gibi kıpır kıpır ediyordu. Yaşlı adam ışığı azalmış bakışlarını, iyi giyimli müşteriden alarak Raşit’in parlak beyaz yüzüne dikti. Ama bir iki saniye sonra, onu hiç görmemiş, hiç duymamış gibi iyi giyimli genç müşteriye parasının üstünü verdi. “Haydi Halil amca, müşteri bekliyor!”

“Ulan Raşit, işim gücüm yok bir de sizinle mi uğraşacağım? Bugün bu kaçıncı gelişin, söyle bakayım?”

Raşit, Halil amcanın sorusunu hayli ciddiye almış bir tavırla zihnini kurcalayıp düşünmeye başladı. Sonra tam bir neticeye varamayacağını anlayınca:

“Herhâlde on on beş defa oldu.”

“Sus, sus! On on beş defaymış! Bu, en az yüzüncü defa para bozdurmaya gelişin. Ulan ben banka mıyım hıyar yavrusu, bıktım ulan bıktım sizden!”

Raşit, Halil amcanın kendisini çok sevdiğini bildiğinden, bu sözlerini hiç önemsemez ve aldırış etmezdi.

“Hadi be Halil amca! Boz şu parayı da gideyim. Bir daha gelmem söz.” derken olanca sevimliliğini takınmıştı. Yaşlı adam biraz da yalancıktan kükremelerine devam ederek:

“Ulan eşek sıpası, bu kaçıncı söz deyişin ha!” diyerek onun küçük, kıpkırmızı kesilmiş kulağına kalın parmaklarıyla yapıştı. Raşit, kulağını onun elinden kurtarmaya çalışırken bir yandan da yalvarmaya başladı:

“Vallahi bir daha gelmem, iki gözüm önüme aksın ki gelmem, bu son olsun!” diyordu.

“Bu son olsun ha, aklınca beni uyutuyorsun, değil mi?” diyerek onun yumuşak ve sıcak kulaklarını biraz daha sıktı.”

“Ah, ah!”

“Ya işte, böyle beleş hiçbir şey yok bu dünyada.”

“Ah Halil amca, ah! Çok geç kaldım. Ne olursun, bırak da gideyim. Beni dövdürmeye mi niyetlisin? Vazgeçtim, bozma, bozma tamam.”

“Gel de inan, buradan çıktıktan on dakika sonra tekrar geleceksin.”

“Vallahi gelmem, vallahi!”

Yaşlı adam “Bu kadar yeter.” diyerek küçük çocuğu bıraktı. Elindeki kâğıt parayı alarak, köşede sebzelerin yanındaki yağ kutusunun içindeki bozuk paralarla değiştirdi ve Raşit’e verdi. Tam o anda Raşit’ten biraz daha büyük ikinci çırak girdi nefes nefese içeri.

“Oğlum, Sinan abi ‘Boşuna zahmet edip gelmesin, nasıl olsa gelince parçalayacağım.’ dedi. Ne yapıyorsun lan iki saattir burada?”

Raşit:

“Ne iki saati oğlum, görmüyor musun geliyoruz işte.” dedikten sonra Halil amcanın elinden bozuk paraları aldığı gibi dışarı fırladı.

Halil amca, ikinci çırağın söylediklerine sinirlenmişti:

“O Sinan olacak pezevenk abine söyle de bundan sonra kendisi gelsin para bozdurmaya. Raşit’e parmağını vurursa, kırarım o parmağı. ‘Halil amca böyle söylüyor.’ de.”

“Ama bu da gittiği yerden gelmiyor ki!” diyerek öbür çırak da Raşit’in peşinden koştu. Onların gidişi ile küçük dükkânın içindeki yalnızlığına tekrar döndü yaşlı adam. Dükkânın önünden insanlar, eşek hamalları, taşıtlar birer ikişer geçip gidiyorlardı. Çarşı camisinin minaresinden yükselen ezan sesi titretiverdi onu olduğu yerde. Yaşlı yüzündeki küskün ifade gittikçe arttı. Kulaklarında çınlayıp duran ses, ezanın sonlarına yaklaştıkça umudu tamamen biter gibi oldu. Küçük dükkânın içinde öfkeyle sağa sola gidip geliyordu.

“Sütü bozuk oğlum, hadi gelsene! Babana, ömrünü sizler için yok eden babana yüreğin hiç mi yanmaz? Bak yaşım kaç oldu, hâlâ eşekler gibi çalışıyorum. Kim için? Sizler için değil mi hı? Zamanında gelsen de üzmesen şu yaşlı babanı olmaz mı hı? Ne kötülük ettim size benim hayırsız oğlum? Biraz da sen bel versen ya bana, yoruldum be, yoruldum. Bu içine tükürdüğümün dünyası büktü belimi, anlamıyor musunuz? Anan yordu, anam yordu, babam yordu, bacıların yordu. Bu dünyanın yükünü hep ben mi taşıyacağım? Şu mübarek ikindi namazımda gidip camide kılamadıktan sonra, bunu bana sağlayamadıktan sonra ben neyleyeyim senin gibi evladı?”

Halil amca kendi kendisiyle konuşup dururken koltuğunun altında bir deste kitap ve defterle Rahmi girdi içeri. Birdenbire Rahmi’yi önünde bulan yaşlı adamın yüreği hiddetten duracak gibi oldu. Bütün öfkesini dışarıya savurmanın tam sırasıydı. İdrar kesesinin aşırı şişmesiyle, yerinde kıvranıyordu. İçindeki öfke dışarı savrulup Rahmi’nin yüzünde bir tokat olarak patlayınca bir an boş bulunduğu için tenasül aletinden ılık bir şeylerin aşağı kaydığını zannederek paniğe kapıldı. Fakat buna rağmen Rahmi’ye ikinci bir tokat savurmayı ihmal etmedi, ama Rahmi’nin geri çekilmesiyle tutturamadı.

“İtin dölü, yetti artık! Bana çektirdiklerinizin sonu gelmeyecek mi? Bir namazı bile zamanında kılamadıktan sonra, ne yapayım senin gibi evladı?” diye söylenerek, kendini dışarı attı. Donuna ya birkaç damla kaçırmıştı ya da kaçırmak üzereydi. Bitişikteki eczanenin önünden hızla geçti. Az ötede, köşedeki küçük ayakkabı tamircisinin yanından ara sokağa saptı, gergin sapsarı bir yüzle, zıplayarak hızlı yürüyordu. Ara sokakta bir iki kişiye çarpmasına rağmen aldırmadan yoluna devam etti. Biraz önceki hızlı yürüyüşü birdenbire koşmaya dönüştü. Her tarafı titriyordu. “Kendimi kontrol edemez de, yolun ortasında çözülüverirsem” diye ödü patlıyordu. Köyden iş için şehre gelenlerin uğradığı küçük ve bakımsız kebapçı dükkânının karşısındaki caminin arka kapısından içeri daldı. Caminin küçük avlusu boştu; abdest alınan yerin sağ tarafına düşen tuvaletlere doğru yöneldi. Ezan okunalı epey olmuştu. İçerdekilerin hepsi namaza durmuşlardı. Boşuna bir çaba içinde namaza yetişemeyeceğini anladı. Keskin sidik kokusunun, nefesleri yaktığı, yerleri ıslak, çamurlu ve pis koridora girdi; sağlı sollu dizilmiş, inanılmayacak kadar kirli olan tuvaletlerin bazılarının kapıları kapalı, bazılarınınsa açıktı. Tam karşıda iki küçük boyacı çocuk hem konuşuyor hem de, önlerindeki sidikten dolayı siyah sarı bir renk almış, genzi yakan sidik kokulu duvara keyifle işiyorlardı. Halil amca elektriğe tutulmuş gibi titredi. Buranın temizliğine bakan adam bir hayaleti andıran ürkütücü yüzüyle ortalıkta görünmüyordu. Halil amca pantolonunun düğmesini açmaya çalıştı. Acele ettikçe, kendi kendini kontrol etmekte zorluk çekiyordu. Ona en yakındaki açık kapıdan içeri girdi. Fakat önünü açamadan, pantolonunun paçalarından aşağı, idrarı süzülerek indi. Daha sonra da şarıl şarıl akmaya başladı. Titreyen vücudu, titreyen parmaklarına söz geçirip kuvvetlendiremediği için önündeki düğmelerini çözememişti. Yüzündeki gerilim, ağlamaklı bir rahatlamaya dönüvermişti. Kendi idrarından oluşan küçük bir gölün ortasında kalmıştı.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Rahmi gün boyu zor sakinleştirdiği ruhunu bu defa da durumundan haberi olmayan babasının nasırlı ellerine teslim etmişti. Küçük dükkânın içinde gözlerinden süzülen yaşları, gizlemeye çalışıyor, fakat hıçkırıklarını engelleyemiyordu. Yüzünün sağ tarafı ve kulağı, yediği şiddetli tokadın etkisiyle, tekrar alev alev yanmaya başlamıştı. Zayıf ve ince gövdesini önce ateş, ardından ter bastı. İlk şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz, bugün ikinci kez etrafa savrulan kitap ve defterlerini toplamaya çalıştı. Bu kadarı da fazlaydı artık. İçinde duyduğu öfke ve kin, göz pınarlarından kaynayan sulara karışarak sebze ve meyvelerin üstüne dökülüyordu. Domates ve biber bölümünün ortasına sayfaları açılarak düşmüş matematik defterini düzelterek kaldırdı. Edebiyat defteri ile kitabı da karpuzların olduğu bölüme savrulmuştu. Öfke ile onları da çekip aldı. Karpuzların hemen önünde tahta tablanın kenarında, kesmece karpuz isteyen şüpheci müşterilerin karpuzlarını kesip iyi olduğunu onlara göstermek için kullanılan sapı tahtadan, keskin, sivri uçlu iri bir bıçak duruyordu. Toparladığı kitap ve defterlerini götürüp babasının oturduğu taburenin üstüne koydu. Babasının kendisini tokatlamasını tanıdık birilerinin görmemesi, tek tesellisiydi. Fakat bunun böyle olması, içindeki öfke ve kinin azalmasına kesinlikle sebep değildi.

“Oğlum, şuradan yarım kilo biber ver bana, acı değilse istemem ona göre.”

Devlet memuru olduğu her hâlinden belli olan yaşlıca bir müşteri bu sözleri söyleyerek gelip durmuştu küçük dükkânın önünde. Rahmi düşünceleriyle amansızca boğuşup dururken, kendisi için hiç de uygun olmayan bir saatte geldiği için, öfkesiyle keskinleşmiş bakışlarını, yaşlıca müşteriye sertçe çevirdi. Aslında bir an babası geldi diye irkilmişti. Bu da, dükkânın önünde başına az sonra geleceklerden habersizce ve biraz da safça duran yaşlıca müşteriye kızması için yeter sebepti. Üstelik yaşlı olduğu için babasını veya Kuru Kafa Celal’i çağrıştırmış olması da cabasıydı.

“Satış yapmıyoruz.” diye Rahmi’nin kurumuş dudaklarından içindeki öfke ve kinin şerbetine batmış bir iki söz döküldü, sabahtan beri seçilmiş, ucuzcu akşam müşterilerini bekleyen, solgun ve sonu kalmış sebze ve meyvelerin üstüne. Yaşlıca müşteri, Rahmi’nin bu öfke dolu sözleri karşısında önce şaşırmış ve kendisine anlamlı gelmeyen bu sert edasından biraz da heyecanlanmıştı. Az ötede, Halil amcanın gizli gizli didişip durduğu rakip manavdan da istediğini alıp gidebilirdi. Fakat nedense öyle yapmadı. Biraz da devlet memuru olmanın itiraz etmedeki ayrıcalığını kullanarak:

“Para kazanmak için açmadınız mı burayı oğlum? Sen ne biçim konuşuyorsun?” diye Rahmi’ye diklendi. Bu sözlerinde, dar gelirli küçük devlet memurlarının, onlara göre biraz daha iyi para kazanıp, rahat yaşadıklarını zannettikleri, küçük esnafa karşı duydukları öfke de gizliydi. Yaşlıca müşterinin karşısındakini tahrik eden bu sözleri, öfkesini dizginlemekte zorluk çeken Rahmi için patlamaya hazır dinamitin ateşlenen fitili olmuştu. Bir panter çevikliği ile atladı yaşlıca müşterinin üstüne ve ense tarafı iyice yağlanmış eski ceketin buruşuk yakasından tutması ile yüzünün ortasına kafa patlatması bir oldu. Yaşlıca müşteri hiç beklemediği bu ani saldırı karşısında önce rengi sararmış, yüreğinin atışları hızlanmış ve sendeleyerek sebzelerin olduğu bölüme doğru kaymış, sonra düşmemek için tutunduğu sebzeleri de aşağı doğru çekerek boylu boyunca yere düşmüştü. Aslında Rahmi, alnı ile istediği vuruşu yapamamış yüzü ile yaşlıca müşteriye çarpmıştı. Bundan dolayı onun da canı yanıyordu. Fakat içinden fırlayıp fırlayıp dışarı savrulan öfkenin iğneli kollarına düştüğü için bunun çok azını duyuyordu. Aslında böyle olması Rahmi için daha hayırlı olmuştu. Alnı ile sertçe vurmuş olsaydı, yaşlıca müşterinin yüzü kan çanağına döner, o zaman da bunu gören konu komşu, bütün esnafın gözünde iki paralık olurdu. Şimdiki durum bile etraftakilerin dikkatini çekmiş, fakat yaşlıca müşterinin ayağı kaydığından dolayı düştüğü zannedilmişti. Ne zaman ki Rahmi kenarda, karpuzların önündeki tahta saplı, iri bıçağı eline alınca durumun vahameti o zaman anlaşılmıştı. Rahmi’nin elindeki iri kıyım keskin sivri uçlu bıçağı gören yaşlıca müşteri korkudan altına kaçırmıştı. Nereden bilebilirdi başına bu işin geleceğini? Çarşıda manav kıtlığı mı vardı? Bu olmasın da bir başkası olsundu. Bilseydi hiç gelir miydi? Hele Rahmi’nin elindeki o kocaman bıçak da neyin nesiydi? Delirmişti bu çocuk.

“Kurbanın olayım evladım! Ocağına düştüm! Beni vurmayasın! Çoluğuma çocuğuma acı!” diye ağzından bölük pörçük sözler çıkardı yaşlıca müşteri. Rahmi yerde sırtüstü boylu boyunca yatan adamın, dediklerini duyduktan sonra hayretler içinde elindeki iri, keskin, ucu sipsivri bıçağa baktı, şaştı kaldı. Bıçağı eline ne zaman ve nasıl aldığını hatırlamıyordu. Yaşlıca müşteri serildiği yerde nutku kurumuş, göz gülleleri yerinden fırlayacakmış gibi kendisine bakıyordu. Elindeki iri bıçağı fark ettikten sonra, Rahmi’nin her yanındaki titreme daha da artmıştı. Bütün öfkesine rağmen, kalkıştığı işin ciddiyetini yeni yeni anlıyordu. Aslında gün boyu içinde artarak biriken öfke en çok Kuru Kafa Celal’e sonra da babasınaydı, fakat kader karşısına bu adamı çıkarmıştı. Ama o da, az şey yapmamış bilemeden bombanın pimini çekerek patlamasına yol açmıştı. Rahmi içinde bulunduğu durumdan dolayı hem öfkeli, elindeki bıçaktan ötürü de şaşkındı. Ne yapacağını bilmez bir hâlde iri bıçaklı elini öne doğru uzattı. Yerde boylu boyunca yatan yaşlıca müşteri, bıçak kalbine saplanmış gibi, yattığı yerde daha bir küçülerek:

“Ah! Ah! Ah!” diye korkulu sesler çıkardı. Rahmi, içinden “Keşke şu yerde yatan zavallının yerinde Kuru Kafa Celal olsaydı, ne iyi olurdu; gösterirdim gününü o alçağa. Beni görseydi bu hâlde, o da bu zavallı adam gibi çırpınırdı küçülürdü; un ufak olurdu karşımda. Gel yiğitsen, gel erkeksen, gel kaçma derdim ona!” Rahmi heyecandan boş bulunup düşündüğü “Gel erkeksen, gel kaçma!” sözlerini ağzından kaçırıp sesli söyleyince olanlar oldu o zaman. Yerde Rahmi’nin karşısında donup kalmış yaşlıca müşteri, bu sözlerden sonra işinin iyice bitmiş olduğuna kanaat getirmiş olacak ki:

“İmdat! Yetişin adam kesiyorlar! Yardım edecek bir Allah’ın kulu yok mu?” diye avaz avaz bağırmaya başladı. Yavaş yavaş akşama doğru ilerleyen ve birkaç saat sonra da, tümden ölecek olan insafsız yaz güneşinin pörsüttüğü yorgun insan ve hayvan yüzleri, sesin geldiği yöne doğru dikkat kesildiler. Küçük çarşıdaki kasap dükkânlarında çengellere asılı koyun ve kuzu etlerini, büyük bir iştahla, göz hapsine almış olan uyuz kedi ve köpekler baygın gözlerle başlarını çevirmiş o noktaya bakıyorlardı. Dükkânların önündeki dut ve çınar ağaçlarının koruyucu yaprakları arasına gizlenmiş olan serçe ve güvercinlerden ödlek olanları gizlendikleri yerden fırlayarak orayı terk ettiler. Çarşıdan ağır ağır, arka arkaya geçen taşıtların içindekiler, sesin geldiği yeri meraklı gözlerle bulmaya çalışıyorlardı. Çarşı esnafı ve alışveriş eden müşteriler yaptıkları işlerden uzaklaşmış, bazıları sesin geldiği noktayı tam olarak bulmuş o tarafa doğru kararlı adımlarla yürürken, daha şaşkın olanlar çevrelerine ne olduğunu sorup öğrenmeye çalışıyorlardı. Rahmi, dükkânın içinde yere dökülen meyve ve sebzelerin ortasında elindeki iri bıçakla şaşkın kalakalmıştı, yaşlıca müşteriden hiç beklemediği bu yaygara karşısında, bir önceki düşüncelerinden iyice sıyrılmış, yaşlıca müşterinin ortalığı daha da telaşa vermeden çekip gitmesini istiyordu. Fakat ölümü burnunun ucunda gören yaşlıca müşteri, onca olandan sonra ne bilsindi Rahmi’nin ne düşündüğünü. Esas öfkesinin ona değil de başkalarına olduğunu nereden bilebilirdi? Onun bütün bahtsızlığı yarım kilo biber almak için buraya gelmiş olmasıydı. Karşıdaki küçük manav dükkânındakileri fark eden kasap İsa, kemiklerinden ayırmaya çalıştığı yarım gövde kuzuyu, önündeki mermer tezgâhın üstüne fırlattıktan sonra hışımla dükkânından çıkıp oraya doğru yöneldi. Dükkândan çıkarken ağızları sulanarak içerdeki etleri göz hapsine almış kapıda bekleyen bir iki kedi ve köpeğe tekme savurmayı ihmal etmedi. Rahmi’nin elindeki iri kıyım bıçağı görmüştü.

“Oğlum Rahmi, kendine gel, sakın bir delilik yapayım deme!” diye ona doğru bağırdı. Rahmi’nin Kasap İsa’ya bakışını fırsat bilen yaşlıca müşteri, fırsat bu fırsattır diyerek yaşından hiç beklenmeyecek bir çeviklikle, “İmdat! Yetişin!” haykırışları arasında yerinden fırladığı gibi bitişikteki eczaneye daldı. Küçük manav dükkânının önündeki meraklı kalabalığı yaran Kasap İsa öne atlayarak Rahmi’nin bıçaklı elini tutmuştu.

“Ne yapıyorsun aslanım! Kendini heder mi edeceksin yoksa?”

Etraftaki konu komşu esnaf da Rahmi’den böyle bir davranış beklemedikleri için şaşkındılar. Biraz da “Yapma, etme!” der gibi mırıldandılar. Fırıncı Recep, Halil amcanın rakibi Manav Sıtkı, bitişikteki eczanenin kalfası Sinan, Berber Cuma, Yağ Toptancısı Süleyman, Bakkal Selami, Kundura Tamircisi Rıza, kalabalığın arasından sıyrılıp öne çıkan Raşit, sessiz sakin, hatta pısırık görünüşlü Rahmi’nin bu işe nasıl kalkışabildiğine hâlâ inanamıyorlardı. Fırıncı Recep, Rahmi’nin elindeki bıçağa gözlerini dikerek söylendi:

“Rahmi, elindeki o bıçağı ver İsa amcana, elini kana mı bulayacaksın bu yaşta?”

Rahmi’nin bıçaklı elini sıkıca kavramış olan Kasap İsa bu sözlere sinirlendi:

“Yahu kandan revandan bahsederek yangına niye körükle gidiyorsunuz?” diyerek kalabalığın içinde sıkışıp kalmış olan Fırıncı Recep’e kükredi. Fırıncı Recep, oldum olası, Kasap İsa’dan çekinirdi. Kasap İsa’dan çekinen sadece o değildi. Tüm çarşı esnafı, elinden bıçak ve satırı hiç eksik olmayan, gözünü budaktan esirgemeyen, nerede bir olay çıksa, içine balıklama atlayan, konuşurken hem sert aynı zamanda da makineli tüfek gibi seri konuşan Kasap İsa’dan çekinirlerdi.

“Ver şu bıçağı!” diyerek Rahmi’nin elindeki bıçağı aldı Kasap İsa. Aslında Rahmi de pek itiraz etmeden gönüllüce vermişti bıçağı. Etraftaki kalabalık derin bir oh çekti. Ardından, tehlikenin geçmesiyle konu gözlerinde küçülüp önemsizleşti. Rahmi’nin hışmına uğrayan yaşlıca müşteri, sığındığı eczanenin kapısından, herkesin Rahmi’nin başına üşüştüğünü görünce fırsat bu fırsattır deyip inanılmaz bir hızla oradan uzaklaştı. Çarşı esnafı, sessiz ve sakin saatlerin ardından yaşadıkları bu olayın kötü neticelenmemesinin sevinciyle işlerinin başına döndüler. Giderken yaşlılar Rahmi’ye nasihat etmeyi, Rahmi’nin yaşıtları da bu kadar çok insanın ilgisini çekip ondan hiç beklemedikleri bir işe nasıl kalkışabildiğini düşünüp onu kıskanmayı ihmal etmediler. Rahmi, babasının gelip kendisine bütün bu olanlardan sonra göstereceği tepkiyi endişe içinde boşuna bekledi. Azgın yaz güneşi, şehri saran çıplak tepelerin arkasına gidip saklanınca, Rahmi dükkânın gürültüyle kapanan sac kepengini çekti, küpe kilitleri takıp kapattı ve koltuğunun altındaki kitap ve defterleri ile evinin yolunu tuttu. Çarşıda olup bitenlerden tamamen habersiz olan Halil amca ıslak pantolonunu değiştirmek için tanıdık kimselere görünmemeye çalışarak arkadan ve ara sokaklardan dolanarak eve gelmiş ve bir daha çarşıya dönmemişti.

ALTINCI BÖLÜM

Rahmi anahtarıyla sokak kapısını açıp içeri girdi ve doğruca odasına gitti. Mutfaktan babasının yükselen bağırmalarını duyuyordu. Tüyleri diken diken oldu. Huzursuzluğu katlanarak çoğalıyordu. Öfkesi dinmemiş babasının, her bağırışıyla yüreği yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Annesinin sesi hiç duyulmuyordu. Halil amca eve girdiğinden beri bağırıp çağırıyordu. Islak pantolonunu hışımla çıkarıp bir yana savurmuş, evin içinde yeni giydiği uzun paçalı beyaz donuyla dolaşıyordu. Rahmi odasında kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Bu tür durumlarda en kötü şey babasıyla karşılaşmaktı. Bunu daha önce yaşadığı tecrübelerden iyi biliyordu. Halil amcanın öfkesi yatışıp dinmek bilmiyordu. Böyle anlarda annesiyle, durumun daha kötüye gideceğine iyice kanaat getirince, küçük bir iş birliği yaparlardı. Fatma teyze, şu anda olduğu gibi onu babasına karşı eskiden beri kayıtsız şartsız korurdu. Fakat o da artık iyice yaşlanmış, bedenen Halil amcaya göre daha çok çökmüştü. Fatma teyze bütün duyarlı insanlar gibi içe dönük, hassas ve kırılgandı. Yanlış sarf edilmiş bir söz onu saatler boyu huzursuz ederek meşgul edebilirdi. Eve gelin geldiğinden beri kavgaları hiç eksik olmamıştı. Halil amcanın incitici bir sözü üzerine, yemek sofrasından gözlerinden yaşlar süzülerek kalktığı, belki de yaşındaki günlerin sayısı kadar çoktu. Hayat onun için taşınması gereken zorlu bir yük ve çekilmesi zorunlu bir azap, azap, hep azaptı. Kızlarını bu korku içinde tek tek baş göz edip evlendirirken geceler boyu gözyaşlarını kimselere göstermeden, etraftan gizleyerek hep ağlamıştı. Yıllar boyudur bitip tükenmek bilmeyen kavgalardan biri yine yaşanıyordu şu an. Bütün yılgınlığına ve yorgunluğuna rağmen yaşlı ana, yüreğini, Halil amcanın bitip tükenmek bilmeyen hırçınlığının ve hiddetinin karşısına koymuştu. Rahmi için en hayırlısı, babasının gözü önünden uzaklaşmaktı. O da zaten öyle yaptı. Telaş içinde evden çıkıp anneannesigile gitmek için kendisini karanlık sokağa attı. Başı her sıkıştığında gidip sığınabileceği tek yer orasıydı. Rahmi, kara taş döşeli dört beş kişinin yan yana zor yürüyebileceği karanlık ve dar yollarda yürürken kendi ayak sesinden ve hızlı hızlı nefes alıp verişinden başka hiçbir ses duymuyordu. Araçların değil de insanların geçeceği düşünülerek yapılmış kara taş döşeli daracık yollara, eski evler avlu duvarların karşılıklı yaslamış, gecenin gizemli sessizliği içinde oturuyorlardı. İnsanlar gibi sıcaktan bunalmış iri gövdeli birkaç akrep, hem serinlemek hem de avlanmak için duvarların üstünde hızla kayarak dolaşıyorlardı. Rahmi o geceyi anneannesigilin, eski evinin, avlu duvarının dibindeki sarı incir ağacının, ortadaki, yerden yarım metre yüksekçe kireç taşıyla örülmüş kare biçimindeki çiçekliğin içindeki pembe ve sarı yapraklı iki tane zakkum ağacının, aşısı yapılmadığı için meyve vermeyen limon ağacının, top reyhanın, yaprak güzelinin, üstü iri taneli koruk salkımlarıyla yüklü asmanın, balık ağzının, ayaklı minenin, sakız çiçeğinin, begonyanın, leylak ağacının, âşık garip çiçeğinin, Muhammediye gülünün birbirine karışan kokusunu, belki biraz ferahlarım diye derin derin içine çekmesine rağmen sıkıntı içinde geçirdi. Sabah uyandığında dedesi evde yoktu. Yatağından çıktı. Anneannesigile geldiği kıyafetleriyle uyumuştu. Ceketiyle kravatı, aceleyle, telaşla, çıktığı için evde kalmıştı. O gece ne anneannesine, ne de dedesine hiçbir şey dememişti. Çoraplarını bulup giydi; sonra ayakkabısını. Yattığı odanın önündeki avluya çıktı. Anneannesi ortalarda görünmüyordu. Geniş avlunun ortasındaki çiçeklikten taze sabahla birlikte mis gibi çiçek kokuları geliyordu burnuna. Dinlenmiş vücudu düne göre daha dinç ve diri görünüyordu. Gözlerini dışarının parlak aydınlığına alıştırmaya çalışıyordu. Üç dört metre yüksekliğindeki avlu duvarlarının gün doğuşuna bakan bütün yüzeyleri şimdiden kavrulmaya başlamışlardı bile. Rahmi birkaç adımda çiçekliğin yanına geldi. Eğildi, minik, sık yeşil yapraklı, yan yana ekili duran hoş ve keskin kokulu top reyhanlardan birini kokladı. Şimdi dışarının aydınlığına daha çok alışmış olan gözlerini etraftaki ağaç ve çiçeklerde tek tek dolaştırdı. Ağaçların arasından kuş cıvıltıları yükseliyordu. İçinde durduğu avluya bakan yattığı odaya bitişik odanın kalın siyah demirlerle korunan penceresinin önüne geldi. Camdan içeri baktı. İçerisi yeteri kadar aydınlık değildi. Anneannesi odanın loş bir köşesinde, yüzü çiçek ve yaprak desenli yün döşeğin üstünde bağdaş kurmuş, önündeki cüzü okuyordu. Annesine benzeyen, bir hayli yaşlı olan anneannesinin kırışmış yüzüne sevgiyle baktı. Öne doğru iki büklüm olmuş yaşlı kadın, torununun kendisini izlediğinden habersiz büyük bir ciddiyetle ve sessizlik içinde önündeki kitaba bakıyordu. Rahmi, onun arada bir, içinden, okumaktan vazgeçip dudaklarını kıpırdattığını görüyordu. Anneannesini kirli camın arkasında güneşi görmeyen, biraz da kasvetli odasında yapayalnız bırakarak sokak kapısına yöneldi. Mis kokulu çiçekliğin yanından geçerken küçük bir dal reyhan kopardı. Sokak kapısını açınca, çıkan sesten anneannesi onun evden ayrılacağını anladı. Yerinden doğrulup Rahmi’ye arkasından bir şeyler demesine fırsat kalmadan, az önce cızırtıyla açılan kapı gürültüyle kapanmıştı. Rahmi elindeki top reyhanın kokusunu içine çekerek neredeyse tam bir labirenti andıran dar sokakların içinde yolunu bulmaya çalışıyordu. Çok katlı evlerin olmadığı, dikdörtgen kara taş döşeli dar yolları, tahta üstüne kalın saçtan yapılmış, kapıları tokmaklı, avluları ağaçlı, çiçekli, eski evlerin oluşturduğu bu yaşlı semt, tamamen arkasında kaldığında, Rahmi bu saatte hiç de hareketli olmayan şehrin dar, uzun caddesine çıkmıştı. Bugün okula gitmeyecekti. Buna dün akşamdan karar vermişti. İçi sıkıntılıydı. Dün olanlar bir bir gözünün önünden geçmeye başlayınca sıkıntısı daha da artıyordu. Bu saatte nereye gidebilirdi? Nereye gitse okuldan kaçtığı için suçlanacaktı. Hal pazarının olduğu sokaktan dar caddeye seyyar satıcılar yüklerini yüklenmiş, ağır ağır çıkıyorlardı. Kaldırımlarda yürüyen insanlar seyrekti. Rahmi, küçük bir pastanenin önünden geçti. İçeride elindeki kirli bezle masaları silen çocuktan başka kimse yoktu. Vitrinde tepsilerin içinde yan yana dizilmiş cevizli, fıstıklı baklavalar, sargı burmalar, kadayıflar, tulumbalar, şöbiyet vardı. Yan duvardaki cam raflarda çeşit çeşit kuru pastalar diziliydi. Birkaç tane karasinek müşterilerden önce davranarak onların tadına bakıyorlardı. Rahmi karnının acıktığını hissetti. Elindeki suibriği ile kundura mağazasının önünü sulayıp süpüren küçük çırağın yanından geçti. Taşıtlar seyrek ve aralıklı gidiyorlardı. Az önce yürüdüğü yerdeki ıslak toprak kokusu hâlâ burnundaydı. Ceplerini kontrol etti; hiç parası yoktu. Midesindeki kazınma daha da artmıştı. Kepengi henüz açılmamış bir dükkânın önünden geçti. Küçük ablasından gidip biraz para istemeyi düşündü; fakat okula gitmediği hemen anlaşılıp sorguya çekileceğinden vazgeçti. İleride elli altmış kişinin oluşturduğu, her sabah gelip burada iş çıkarsa gitmek isteyenlerin beklediği kalabalık duruyordu. Yanlarına bir arabanın yaklaşmasıyla birbirlerini ezercesine sürücüsüne yaklaşıp konuşmaya çalışıyorlardı. Hepsi yoksul ve hırpani giyimliydi. Yüzlerinde umuda ilişkin en ufak bir kırıntı yoktu. Bazen bulabilirlerse bir günlük yevmiye için, önlerine kadar gelen işi alabilmek uğruna, birbirlerinin kafasını, gözünü yarıyorlardı. Rahmi, çoğunun beti benzi solgun, hepsi zayıf insanları arkasında bıraktı. Sınıftaki boş yerini düşündü. “Sinem hemen fark etmiştir.” diye yavaşça mırıldandı. Hatırladıkça içi dolu dolu oluyordu. Koca bir sınıfın, hele Sinem’in gözlerinin önünde yediği dayağı bir türlü kabul edemiyordu. Dün yaşadıklarından dolayı düşüncelerinde girdiği boğuşmadan midesindeki kazınmayı unutmuştu. Etrafında değişip duran görüntülere sadece bakıyordu. Aklı düne takılmıştı. Oradan bir türlü kopup bugüne gelemiyordu. Rahmi, vitrininde yüzlerce saatin olduğu küçük bir saatçi dükkânının önünden geçerken vücudunun daha bir ısındığını fark etti. Kuru Kafa Celal’in dayağını yedikten sonra çözülüp hüngür hüngür ağlayan birçok arkadaşı olmuştu. Kendisince önemli bir sınavdan geçtiğini düşünüyordu. Küçük küçük adımlarlarla yürüdüğü kaldırımdan indi. Dar caddeyi kontrol etmeden karşıdaki kaldırıma yöneldi. Hızla gelen bir araç olsaydı, kendisine çarpabilirdi. Karşı kaldırıma çıktığında, arkalardan eski bir dolmuş önündeki durakta bir iki müşteri daha artsın diye sanki yol gitmekten korkarmış gibi çok yavaş geliyordu. Eski dolmuşun şoförü Rahmi’yi görünce kornaya bastı “İstersen gel bin.’’ der gibi. Rahmi gözleri yerdeki kirli kaldırım taşlarındayken, düşünceleri, arkasından gelen dolmuştan çok uzaklardaydı. Eskiden, çoğunlukla yerli filmler oynatan, çocuklu çocuksuz kadınların üst katta balkonda, kadınsız erkek ve gençlerin aşağıda oturup filmler seyrettiği, şimdilerde köhnemiş koltukları eski ihtişamlı günlerinden bir hayli uzak, yırtık pırtık bir hâlde duran, bol sidik kokulu, artık bol bol seks filmi oynatan şehrin tek sinemasının önüne gelmişti. Öğlenden sonra saat ikide oynayacak filmlerin afişlerine gözleri kaydı. Büyük renkli kâğıtların üstüne çırılçıplak uzanmış kadınlar, tahrik edici, şehvet dolu bakışlarla, kadına aç müşterileri daha çok azdırıp baştan çıkarmak için her şeye hazır bir hâlde durur gibi bekliyorlardı. Rahmi kuşku ile etrafına baktı, çıplak kadın resimleriyle dolu sinema afişlerinin önünde durduğunu tanıdık biri görür diye hızla uzaklaştı oradan. Mis gibi ekmek kokularının buram buram dışarı yayıldığı çarşı fırınının önüne geldiğinde, gün sabahtan kurtulup sıcak öğleye doğru yol alıyordu. Sıcak ve taze ekmek kokusu, dayanılır gibi değildi. İçeride, çevredeki çoğu kebapçı olan lokantalara ve öğlen müşterilerine yetişsin diye ekmek yapıyorlardı. Dışarının dayanılmaz sıcağı yetmezmiş gibi, alevden bir kora dönüşmüş, ışıl ışıl parlayan ocağın önündeki şatıra baktı. Yüzü sıcaktan ve isten kararmıştı. İnce ince ter boşalıyordu her yanından. Kendisini ilk gören insanda uyandırdığı duygu acıma hissiydi. Kısa boylu incecik biriydi. Üstünde siyah atlete benzer bir şey vardı. Boyundan uzun ve ocağa girip çıkmaktan tahtası kararmış, üstüne iyi açılırsa iki tane açık ekmek sığan küreği ocağın içindeki boşluklara göre, sağa sola kavisler çizdirerek ustalıkla gönderiyor, daha sonra pişen ekmekleri maharetle küreğin üstüne alıyor ve iyice kızarsın diye kor ateşe göstererek aynı ustalıkla dışarı çıkarıyordu. Fırının sahibi olduğu her hâlinden belli olan kısa boylu, şişman, kafasının ortası saçsız adam ortadaki çok büyük tezgâhın üstüne bir bir fırlatılan ekmekleri elindeki ucu kancalı değnekle yakalayıp özenle üst üste diziyordu. O hariç fırında çalışanların tamamının gözü kesintisiz önlerindeki işlerindeydi. Etrafa ne bakacak vakitleri, ne de hâlleri vardı. Çocuk yaştaki çalışanlardan biri hamuru tartıyor, diğeri tartılıp önüne fırlatılan hamur topaklarını iyice yuvarlanmış küçük lastikten toplar gibi una bulayıp, avuçlarının içinde iyice yoğurup, açılıp işlenmeye hazır hâle getiriyordu. Daha büyük iki kişi de isteğe göre, bazen ince, uzun, kâğıt gibi açık, bazen de çok açıp uzatmadan tırnakladıkları hamurları pişmeye hazır hâle getiriyorlardı. Pişmiş ekmek kokuları ocağın şiddetli ısısını arkasına katarak dışarının bildik öğlen sıcağına karışıyordu. Fırının kirli duvarları büyük takımların, onlara ait futbolcuların ve tanınmış şarkıcıların posterleriyle doluydu.

На страницу:
3 из 4