Полная версия
Utopia
Ben bu şekilde konuşurken, orada bulunan yargıç da bir cevap hazırlamış ve tüm söylediklerimi resmî bir tartışma gibi devam ettirmeye karar vermişti yani her şey âdeta tarafların zihinlerinde bir mahkeme yürütülürmüşçesine cevaplanandan daha sadakatle tekrarlanan bir sohbet. Ve devam etti, “Bizlerin arasında durduğun süre boyunca duyduğun şeylerden pek düşünmeden iyi bir sonuç çıkarmışsın. Sana bütün her şeyi anlatacağım ve dediğin her şeye tek tek değineceğim; sonrasında bizim işimizle ilgili gözden kaçırdığın şeylerin seni nasıl yanlış düşündürdüğünü göstereceğim ve en sonunda bütün argümanlarının cevabını vermiş olacağım. Söz verdiğim gibi başlamam gerekirse…” dedi ve ardından Kardinal, “Bir dakika! Bu çok uzun süreceğe benziyor, o yüzden bu konuyu bugün değil de yarın konuşalım, tabii Raphael ve sen de müsaitseniz.” dedi. Ardından bana dönüp, “Ama Raphael… Çok merak ediyorum hırsızların idamla cezalandırılmaması gerektiğini hangi mantıkla söylüyorsun. Bunun cevabını verebilir misin? Veya daha iyi bir ceza yöntemin var mı? Çünkü ölüm cezası kaldırıldığında kimse hırsızlık yapmaktan korkmayacak. Hatta cezanın hafifliği karşısında suçu işlemeye daha da teşvik olacaklar.” dedi. Ben de karşılığında “Bir insanın çaldığı bir para yüzünden canından olmasını çok adaletsiz buluyorum çünkü dünyada candan değerli hiçbir şey yok. Hatta şu cümle durumu çok güzel özetlemektedir: Bir kişi çaldığı için değil, yasaları çiğnediği için cezalandırılmalıdır. Açıkça söylemeliyim ki aşırı cezalar yüksek oranda tahribatı da beraberinde getirir çünkü küçücük suçlar bile idam cezası vermeyi öngören veya bir adamın cüzdanını çalmakla canını almak arasında bir fark yokmuş gibi davranılan Stoacıların yasaları gibi bütün suçları eşit gören yasalara toplumda yer vermemeliyiz. Tanrı bizim öldürmememize hüküm vermiş, biz de bu kadar küçük bir para için insanları öldürüyoruz. Ama Tanrı’nın bu yasası karşısında bir kişi, ‘İnsanların yasaları buna izin veriyor.’ diye düşünürse, aynı sebeple bazen yasalar zinaya ve yalancı şahitliğe olanak sağlayabilir. Tanrı bizden hem kendimizin hem de başkalarının hayatlarını önleme hakkını aldığı için kanun yapıcı insanların Tanrı’nın herhangi bir örnek göstermediği adam öldürme suçunu kontrol edebilecekleri düşüncesi insanların kutsal hükümlerden uzaklaşmasına ve insan öldürmenin kanuna aykırı bir şey olmadığını düşünmesine sebep olacaktır. Bu, insanların yaptığı yasanın kutsal hükümlerin önüne geçmesi değil midir? Ve bu aynı kanun yapıcı insanlar tarafından bir kez onaylandığında, Tanrı’nın hükümlerinin önüne istedikleri bütün yasaları koyabilirler. Çok katı ve sert olmasına rağmen Musa’nın Kanunları’nda inatçı ve köleleştirici bir milletin boyunduruğu altında olan insanlar sadece parayla cezalandırılıyordu, ölüm cezasına çarptırılmıyorlardı; şimdi ise Tanrı’nın baba merhametini hissettirdiği bu yüzyılda Yahudilere verdiğinden daha mı fazla zalimlik hakkı veriyor bize? Bu sebeplerden dolayı ölüm cezasının yasalarla uyuşmadığını düşünüyorum ve bir hırsızla bir katilin aynı şekilde cezalandırılmasının açıkça İngiliz toplumuna karşı absürt ve hastalıklı bir tavır olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir hırsız, adam öldürdüğünde de hırsızlık yaptığında da aynı şekilde muamele göreceğinin farkına varırsa bu da onu doğal olarak soyacağı kişiyi öldürmesine teşvik eder. Madem cezalar aynı, bir hırsız için daha güvenli ve suçun ortaya çıkması daha zor hâle gelecektir. Bu yüzden hırsızları aşırı korkutmak, onları daha da zalim olmaya iter.”
“Ama ‘Daha iyi bir ceza verme yöntemi ne olabilir ki?’ sorusuna gelince; bence bunu bulmaya çalışmak, bundan daha kötü cezaları yürürlüğe koymaktan daha kolaydır. Neden çok uzun zaman önce ülke yönetimi konusunda çok iyi olan ve ceza bakımından gayet makul işler yapan Romalılar tarafından kullanılan yöntemden şüphe duyuyoruz ki? Suçlu buldukları insanları hayatları boyunca her yerlerinde zincir varken madenlerde ve taş ocaklarında çalışma cezasına çarpıyorlar. En sevdiğim cezalandırma yöntemini, Pers diyarına gittiğim bir yolculuğumda çok iyi yönetilen ve mantıklı insanlar olan Polileritlerde görmüştüm. Pers kralına yıllık haraç ödüyorlar ama diğer bütün yönlerden tamamen özgür bir ülkeler ve kendi kanunlarını koyabiliyorlar. Denizden çok uzakta, çok tepeli bir bölgeye yerleşmişler. Kendi ülkelerinin zengin üretimi sayesinde de diğer bütün ülkelerle ticaret yapabiliyorlar. Ülkedeki kafa yapısı, sınırları genişletmek gibi bir şeyi düşünmediği için Perslere ödedikleri yıllık haraç ve engin dağları, onları bütün işgallerden korumaktadır. Bu yüzden kendi aralarında bir çatışma da yok. İhtişamlı yaşamak yerine rahat bir şekilde yaşıyor ve meşhur bir ülke olarak anılmaktansa mutlu bir ülke olarak yaşamayı tercih ediyorlar çünkü komşuları haricindeki ülkelerde çoğunlukla isim olarak bilindiklerini zannetmiyorum. Aralarında hırsızlıktan suçlu bulunanlar, prensin çalınan mallar üzerinde hırsızdan daha fazla hakkı olmadığını düşündükleri için, diğer yerlerde olduğu gibi prense değil, sahibine tazminat ödemeye mahkûmdurlar. Ama çalınan mal çoktan elden çıkarıldıysa hırsızın malları sayılır ve çalınan malın bedeli hırsızın malları arasından ödenir, geri kalan karısına ve çocuklarına iade edilir. Hırsızların kendilerine ise topluma hizmet etme cezası verilir fakat ne mahkûm bir şekilde ne de vücudunda herhangi bir zincirle tutulur, tabii aşırı bir durum yoksa ortada. Özgür bir şekilde topluma hizmet etmek için hayatlarına devam ederler. Boş boş gezer veya mahkûm edildikleri işleri yapmazlarsa kırbaç cezasına çarptırılırlar. Fakat çok verimli bir şekilde çalışırlarsa çok iyi muamele görürler ve herhangi bir aşağılamaya maruz kalmazlar. Bütün işlerini gece yapmak zorundalar, onun dışında hiçbir şey yapmıyorlar. Sürekli iş yapma zorunluluğu dışında başka hiçbir zorlukları yok, hatta toplumun yararına farklı yerlerde çalıştıkları için gayet de eğlenceli geçiyor vakitleri. Bazı yerlerde, o insanların merhamet duyguları o kadar fazladır ki onlara bahşedilen her şey hayırsever bir amaçla verilmiştir ve bunun faydasını çoğu zaman hissederler. Ama diğer yerlerde kamu gelirlerinin bir kısmı onlar için kenara ayrılıyor, bakımları için sabit bir vergi veya belirli bir para alınıyor. Bazı yerlerde ise kamu yararına bir iş verilmiyor; işçi gerektiren özel iş sahibi insanlar pazar yerlerine gidip suçluları, özgür bir adamdan daha ucuza kiralayabiliyorlar. Satın alındıklarında işlerini aksatarak yaptıklarında ise satın alan kişi kırbaçlayarak işi tamamlatma hakkına da sahiptir. Bu sayede bu insanların çalışmaları için sürekli bir istihdam fırsatı oluşturuluyor ve geçim kaynaklarını kazanmanın yanı sıra topluma da yeniden kazandırılmış oluyorlar. Hepsinin belirli bir renge sahip tuhaf bir giyim alışkanlığı oluyor, saçları kulaklarının biraz üzerinde kesiliyor ve kulaklarından bir parça kesiliyor. Arkadaşları onlara yemek, içecek veya o belirli renkteki kıyafetleri verebilirler fakat para verdiklerinde hem verene hem de alana ölüm cezası verilir. Ayrıca onlardan herhangi bir sebeple para alan özgür bir adam da cezai yaptırımla karşı karşıya kalabilir. Ayrıca bir kölenin -böyle adlandırılıyorlar- silah kuşanması da ölüm cezasına çarptırılmasına sebep olabilir. Ülkedeki bu her bir ayrı grup, ayrı gözükmeleri için ayırt edici kıyafetlerle kolayca fark edilebilirler ve bu kıyafetleri çıkarmak, sınırları dışına çıkmak, başka bir sahibin kölesiyle konuşmak veya kaçmaya az da olsa teşebbüs etmek bile ölümlerine sebep olabilir. Başka birinin kaçmasına yardım ve yataklıkta bulunan bir köle ölüm cezasına çarptırılır veya özgür bir insanın, kölenin kaçmasına çalışması ise onun köle sınıfına düşürülmesine sebep olur. Bu kaçma teşebbüsünü ihbar eden özgür insanlar parayla, köleler ise özgürlüklerini kazanarak, yardım etseler de özür dileme hakkına sahip olarak ödüllendirilirler. Bu şekilde hatayı işlemektense hatadan dönmeye daha çok teşvik edilirler.
Bunlar, o toplumun hırsızlık suçuna karşı koydukları cezalardır ve açıkça görülebiliyor ki ılımlı olmaları onların yararına olmuştur. Çünkü hatalılar tamamen yok edilmiyor, tam tersi korunuyorlar fakat öyle bir muamele görüyorlar ki dürüst olmanın ve topluma verdikleri zararı karşılamak için geri kalan hayatlarını harcamanın gerekliliklerini hissetmiş oluyorlar. Önceki yaptıklarını tekrardan yapma tehlikeleri de yok ve seyyahlar onlardan o kadar az tehlike seziyorlar ki genelde onları yanlarına alıp yolculuklarında rehber olarak kullanıyorlar. Bundan daha iyi bir durumda olacakları veya soyacakları herhangi bir şey kalmadığı ve silah kuşanmaları da yasak olduğu için yeniden para kazanmak gayet mantıklı geliyor. Yakalandıklarında kesinlikle cezalandırılacaklarını da bildikleri için herhangi bir kaçma teşebbüsünde de bulunmuyorlar. Giydikleri kıyafet, insanların genelde giydiği kıyafetlerden de farklı olduğu için kolayca kaçamazlar. Diyelim ki soyunup kaçtılar, o zaman da kesilmiş kulakları onları hemen ele verecek. Onlardan gelebilecek tek tehlike, hükûmete karşı darbe yapmalarıdır fakat bunun başarılı olması için bir bölgedeki köleler yetmez, bütün bölgelerdeki kölelerin böyle bir şeye kalkışması gerekmektedir. Lakin bunun da imkânı yoktur çünkü bir kölenin başka bir bölgedeki köleyle konuşması ve görüşmesi yasaktır. Ayrıca darbe hazırlıklarının ve planlarının saklanması çok tehlikeli, ifşa edilmesi ise çok faydalı olacaktır. İyi hâl ve tavır göstererek, gelecekte huylarını değiştireceklerine dair kanıtlar sunarak özgürlüklerini kazanacaklarına inanıyorlar ve bazıları her yıl karakterlerini iyi yönde geliştiriyorlar. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumda, acaba Yargıç Hazretlerinin bu kadar övgüyle bahsettiği sistemden daha yararlı olan bu sistem neden bizde de uygulanmıyor diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım.” dedim. Buna karşılık olarak Yargıç da “Bu, bütün ülkeyi tehlikeye atmadan kesinlikle İngiltere’de uygulanamaz.” dedi. Bunu söylerken, başını salladı, yüzünü buruşturdu ve sakinliğini korudu, âdeta Kardinal haricindeki herkes onun fikrindeymiş gibiydi. Kardinal, “Yeni bir cezalandırma sistemi kurmak, özellikle önceden hiç denenmemiş bir cezalandırma sistemi kurmak çok zordur fakat bir hırsıza ölüm cezası verildiğinde, yönetici bu cezayı erteleyebilir ve tövbe etmesini bekleyebilir. Eğer bu yöntem işe yararsa bu dediklerin uygulanabilir ama işe yaramazsa en kötü ihtimalle suçlunun idamına hükmedilebilir. Neden böyle bir gecikmeyi kabul etmenin adaletsiz, uygunsuz ya da tehlikeli olacağının düşünülmesini anlamıyorum; bence serserilere de aynı şekilde davranılmalı, bu insanlara karşı birçok kanunu yürürlüğe koymuş olsak da amacımızı elde edemedik.” dedi. Benzerlerini ben söylediğimde küçümseyerek bakmalarına karşın Kardinal bunları söylediğinde hepsi onaylayıp övdüler, en çok da serserilerle ilgili olana karşı yorum yaptılar çünkü bu onun gözleminin bir sonucuydu.
Sonrasını anlatmaya değip değmeyeceğinden emin değilim çünkü çok saçmaydı ama bu konuyla ilgili olduğu için, bir konudan bahsedeceğim, böylelikle bu konudan iyi bir sonuç çıkarılabilir. Aptal rolünü o kadar iyi yapan bir soytarı vardı ki neredeyse onu gerçekten aptal sanmıştık. Yüzündeki mimikleri o kadar soğuk ve anlamsızdı ki bizi çok güldürdü ama bazen çok şaşırtıcı bir şekilde öylesine hoş olmayan laflar ediyordu ki eski bir deyişi bize hatırlattı: Zarı çok kez atanlar bazen şanslı atışlar yaparlar. Orada bulunanlardan birisi, yaşlı ve sakatların yapabileceği kamu hizmetinin kalmayacağını söyleyip beni suçluları kollamakla, Kardinal’i ise serserileri kollamakla suçladığında Soytarı, “Bu cevabı bana bırakın çünkü görüşlerinden daha çok tiksindiğim, onlara ve zavallı şikâyetlerine sık sık kızdığım hiçbir insan yok ama hayat hikâyelerini anlattıkları zaman benden bir kuruş koparamadılar çünkü ya onlara hiçbir şey vermeye niyetim yoktu ya da bunu yapacak bir fikrim olduğunda, onlara verecek hiçbir şeyim yoktu, şimdi beni o kadar iyi tanıyorlar ki artık işlerini kaybetmeyecekler. Fakat imanlı bir rahip olmamdan fazlasını benden beklemedikleri için sorunsuz bir şekilde anlatmama izin verin. Ben olsam bütün bu dilencileri manastırlara yollardım. Erkekleri Benedik Tarikatı’na, kadınları ise rahibelerin yanına yollardım.” dedi. Kardinal yüzünde hafif bir gülümsemeyle bu fikri onayladı, geri kalanlar ise ağırlıklarından ödün vermeyerek bu fikri sevdiklerini gösterdiler. Ortamda bir tane de din adamı vardı. Rahibeler ve keşişler hakkında söylenen bu sözden epey keyif alan bu adam normalde suratsız biri olmasına karşın Soytarı ile laf atışmasına girdi ve “Biz keşişlerle ilgilenmeniz dışında bu fikir, sizi bütün dilencilerden kurtarmaz.” dedi. Soytarı ise “Bu çoktan yapıldı. Çünkü Kardinal çoktan serseriler hakkında, onları işe kazandırmayla ilgili fikri konusunda size imkân verdi ama bildiğim kadarıyla hiçbir serseri henüz sizden hoşlanmıyor.” dedi. Bu sözleri, Kardinal’in de kötü olarak algılamadığını görünce ortamdaki herkes tarafından kahkahayla karşılandı. Sadece rahibin kendisi, kolayca hayal edilebileceği üzere sinirlendi ve Soytarı’ya karşı bütün nefretini kusarcasına huysuz, iftiracı, gıybetçi, lanetlenmiş diyerek Kutsal Kitap’tan korkutucu ve lanetleyici ayetleri söyledi. Soytarı ise onu istediği kıvama getirdiğini düşünüp onun hakkında kafasına göre konuşmaya başladı ve “Sevgili Rahip, lütfen sinirlenmeyiniz. Çünkü kitapta da yazdığı gibi: Sabrederek ruhunun derinliklerine ulaş.” dedi. Bu lafların üzerine Rahip (Size onun sözleriyle aktarmam gerekirse.), “Sinirli değilim seni günahkâr. En azından bunu yaparken günah işlemiyorum çünkü bir Psalmist2 şöyle diyor: Sinirlenin ama bunu yaparken günah işlemeyin.” dedi. Bunun üzerine Kardinal onu nazik bir şekilde uyarıp duygularına hâkim olmasını istedi. Rahip de “Hayır efendim. İyi bir niyetle konuşuyorum, ki böyle yapmam gerekiyor çünkü kutsal adamlar iyi niyetli olmalıdır. Tıpkı şu sözlerle söylendiği gibi: İyi niyetin beni benden aldı. Ve kilisemizde, Elyesa’nın3 iyi niyetinin etkilerini, Tanrı’nın evine giderken dalga geçen o alçak, haydut ve alaycı belki hisseder diye şarkılar söylüyoruz.” dedi. Bu laflar üzerine Kardinal, “Belki bunları iyi bir niyetle söylüyorsundur. Ama bana göre Soytarı ile böylesine garip bir çekişmeye girmemen senin için daha akıllıca olur.” dedi. Rahip ise “Hayır efendim. Bu söylediklerim mantıkla söylenen sözler değildi çünkü insanların en akıllısı Süleyman şöyle der: Bir aptala aptal gibi cevap verin. Ben de şu an bunu yapıyorum ve düştüğü o gaflet çukurunu gösteriyorum ki uykusundan kalksın. Çünkü Elyesa’nın tek bir kel adam olan alaycıları onun iyi niyetinin etkisini hissederse aralarında bu kadar çok kel adam bulunan bunca keşişin alaycısına ne olacak? Aynı şekilde, bizimle alay eden her şeyin aforoz edildiği bir fetvamız var.” dedi. Kardinal, bu konunun sonu olmadığını görünce, Soytarı’ya geri çekilmesi için işaret verdi, muhabbeti başka bir yöne çekti ve kısa süre sonra masadan kalktı; bizi başından savarak davaları dinlemeye gitti.
“Böylece Bay More, uzunluğundan pek de memnun olmadığım, benden anlatmamı yalvardığınız böyle sıkıcı bir hikâyem var. Hoş, siz de tek bir cümlesini kaçırmayacak kadar dikkatli dinliyordunuz. Hikâyeyi kısaltmış olabilirim ama sizin, benim önerdiklerim karşısında neler yaptıklarını görmenizi, Kardinal’in fikrimi aslında sevdiğini fakat sevmemiş gibi gözükmeyi tercih ettiğini, etrafındakilerin onun mimiklerinden yola çıkarak sadece onun sevdiği şeyleri alkışlayıp sevdiklerini anlayacağınız kadar büyük çoğunluğunu anlattım. Bu yüzden saray halkının bana veya söylediklerime vereceği değeri buradan çıkarabilirsiniz.”
Bunun üzerine ben, “Bu konuda bana mantıklı şeyler anlattınız çünkü söyledikleriniz akıllıca ve kolay bir şekilde birbiriyle örtüşüyor. Bu söylediklerinizle beni, kendi ülkemi yeniden tanımamı, o iyi Kardinal’i hafızamda yeniden canlandırmamı sağladınız ve çocukluğumdan beri nasıl bir ailede büyüdüğümü hatırlattınız; benim nezdimde diğer herkesten daha kıymetli olmanıza karşın hatırasına çok değer verdiğiniz için en değerlisi sizdiniz. Ama bütün bunların ardından fikrim değişmedi çünkü hâlâ saray mensubuna karşı olan düşüncelerinizi değiştirdiğiniz takdirde, yine sizin vereceğiniz bir karara bağlı olarak insanlığa büyük hizmette bulunabilirsiniz. İşte bu düşünce bütün iyi insanların hayat gayesi olarak düşünmesi gereken bir düşünce. Tıpkı dostunuz Platon’un da filozofların kral olduğu ya da kralların filozof olduğu bir ülkede insanların da mutlu yaşayacağını düşündüğü gibi. Ve filozoflar, krallara yardım etme vazifesini üstlerine almadıkları takdirde bu mutluluktan epey uzak olduğumuz açık.” dedim. Ardından o da, “O kadar da acımasız değiller fakat bunu isteyerek yapıyorlar. Çoğu zaten kitaplarıyla bunu gerçekleştiriyor, tabii gücü elinde tutanlar tavsiyelerine kulak verirse! Ama Platon doğru demiş, kralların filozof olması dışında tabii. Çünkü çocukluklarından beri kötü düşüncelerle büyümüş insanlar filozofların bilgeliğine asla ulaşamazlar. Platon da bu gerçeği Dionysus’ta tecrübe etti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Kuzeybatı Avrupa’da Ren Irmağı deltasının çevresindeki “Çukur Ülkeler” olarak da adlandırılan (Alçak Ülkeler, Aşağı Ülkeler), şimdiki Hollanda ve Belçika’nın bulunduğu bölge. (ç.n.)
2
İncil ilahisi yazan kimse. (ç.n.)
3
Kur’an’da adı geçen bir peygamber. Eski Ahit’e göre İlyas Peygamber göğe yükselirken onun ruhundan pay isteyip düşen cübbesini alarak giydiğine ve kutsal güce ulaştığına inanılır. Bir rivayete göre mezarı Diyarbakır’ın Eğil ilçesindedir. (ç.n.)