Полная версия
Türkçülüğün Esasları
Görülüyor ki; hars ile medeniyeti birbirinden ayıran, harsın bilhassa duygulardan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır. İnsanda duygular usule ve iradeye tabi değildir. Bir millet diğer milletin dinî, ahlaki, bedii duygularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamiyetten evvelki dininde Gök Tanrı mükâfat tanrısıdır. Mücazata karışmaz. Mücazat ilahı “Erlik Han” isminde başka bir üsturevi şahsiyettir. Tanrı yalnız cemal sıfatıyla tecelli ettiği için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrı’ya karşı korku hissiyle mütehassis olmazlardı. İslamiyetten sonra, Türklerde muhabbetullahın galip olması bu eski ananenin devamından ibarettir. Türklerde mahafetullah pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri gösteriyor ki güzelliğe, iyiliğe dair vaaz eden vaizlerin müdavimleri artıyor; cehennemden, zebanilerden bahseden vaizlerin samiileriyse daima azalıyor. Türklerin eski dinlerinde zühdi ibadetler yoktu, bedii ve ahlaki ayinler çoktu. Bunun neticesi olarak İslamiyetten sonra da, Türkler kuvvetli bir imana, samimi bir diyanete malik oldukları hâlde, zahidane ve mutaassıbane duygulardan azade kaldılar. Bu hususta Yunus Emre’yi okumak kâfidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlid-i şerif kıraatine; tekkelerde ise şiire ve musikiye büyük bir mevki vermeleri bedii diyanet enmüzecine mensup bulunmalarındandır.
Eski Türk dininde, Türk tanrısı sulh ve müsalemet ilahı idi. Türk dininin mahiyetini gösteren “il” kelimesi, sulh manasına idi (Mahmud-ı Kaşgarî). İlci “sulhçu” demek olduğu gibi, ilhan “sulh hakanı” demekti. Türk ilhanları, Mançurya’dan Macaristan’a kadar daimî bir sulh vücuda getiren sulhperest mücedditlerden başka bir şey değillerdi.
En eski Türk devletinin müessisi olan Mete’nin yüksek ahlakını, sulhperverliğini, emperyalizmden içtinabını “Yeni Mecmua”da yazmıştım. Türk sulhperverliğinin müessisi Mete’dir.
Türklerin bu eski sulh ananesi sayesindedir ki Türk hükümdarları İslam devrinde de daima mağluplara şefkatle muamele etmiş, daima kendilerini beynelmilel bir sulh amili tanımışlardır. Türk tarihi baştan başa bu davaya şahittir. Avrupalıların o kadar itham ettikleri “Attila” bile yine onların rivayetince, mağlup milletler ne zaman sulh istemişlerse derhâl kabul etmiştir. Çünkü Attila da bir ilhan, yani cihan sulhunu temine çalışan bir mücedditti. Avrupalılar Attila’nın “Tanrı Kutu” unvanını, “Allah’ın belası” suretinde tercüme etmekle tarihî bir günah işlemişlerdir. Türklerin bütün sanat şubelerinde aşikâr olan bedii hususiyetleri de tabiilik, sadelik, zarafet ve orijinalliktir. Türk’ün halılarında, çinilerinde, mimarisinde, hüsnühattında tecelli eden hep bu bedii meziyetlerdir. Türk’ün güzel sanatlarında olduğu gibi diyanet ve ahlakında da hep bu meziyetlerin hâkim olduğu görülür.
Bu misalden de anlaşılır ki bir harsı teşkil eden müteaddit içtimai hayatlar arasında samimi bir tesanüt, deruni bir ahenk vardır. Türk’ün lisanı nasıl sade ise dinî, ahlaki, bedii, siyasi, iktisadi, ailevi hayatları da hep sade ve samimidir. Türk’ün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik bu merkezî seciyesinin bir tecellisinden ibarettir. Fakat harsın unsurları arasındaki bu ahenge bakıp da medeniyetin de ahenktar unsurlardan mürekkep olduğunu zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap harslarıyla İslam dinine, Şark medeniyetine ve son zamanlarda da Garp medeniyetine mensup müesseselerden mürekkep bir halitadır. Bu müessese hiçbir zaman kaynaşarak, imtizaç ederek ahenktar bir manzume hâline giremedi. Bir medeniyet ancak millî bir harsa aşılanırsa, ahenktar bir vahdet hâlini alır. Mesela, İngiliz medeniyeti İngiliz harsına aşılanmıştır. Bu sebeple İngiliz harsı gibi, İngiliz medeniyetinin unsurları arasında da bir ahenk vardır.
Hars ile medeniyet arasındaki bir münasebet de şudur: Her kavmin iptida yalnız harsı vardır. Bir kavim, harsen yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da harsın yükselmesinden medeniyet de doğmaya başlar. Medeniyet, iptida millî harstan doğduğu hâlde, bilahare komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müessese alır. Fakat bir cemiyetin medeniyetinde fazla bir inkişafın süratle husulü muzırdır. Ribot diyor ki: “Zihin fazla bir inkişafa mazhar olunca seciyeyi bozar.” Fertte zihin ne ise, cemiyette de medeniyet odur. Fertte seciye ne ise cemiyette de hars odur. Binaenaleyh, zihnin fazla inkişafı ferdî seciyeyi bozduğu gibi, medeniyetin fazla bir inkişafı da millî harsı bozar. Millî harsı bozulmuş olan milletlere “dejenere milletler” namı verilir.
Hars ile medeniyetin sonuncu bir münasebeti de şudur: Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, harsı bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet, siyasi mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Mesela eski Mısırlılar, medeniyette yükselince harsları bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz geri olmakla beraber, kuvvetli bir harsa malikti. Bu sebeple, Mısırileri mağlup ettiler. Birkaç asır sonra, İran’da da medeniyet yükseldi. Tabiidir ki hars zayıflamaya başladı. Bu kez de iptida harsları henüz bozulmamış olan Yunanilere mağlup oldular. Bir müddet sonra, Yunan harsı da bozulmaya başladığından, gerek Yunaniler, gerek İraniler, kuvvetli bir harsla meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara mağlup oldular. Şarkta Eşkâniyan ve Sasaniyan sülalelerinin, garpta Romalıların, harsı bozulmaya başlayan Makedonyalılara galebesi de aynı suretle izah olunabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat harsta son derece kuvvetli olan Araplar meydana çıkarak hem Sasanilere hem de Romalılara galip geldiler. Fakat çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeye başladığından, harsını kaybederek siyasi hâkimiyeti Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre, Türklerin millî harsından başka bir şey değildi. Türklerin şimdiye kadar müstakil kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve mütarekeden sonra İngiliz silahlarıyla ve parasıyla teçhiz edilmiş bulunan Yunanlılarla Ermenileri mağlup ederek manen İngilizleri yenmesi, hep bu millî harsın kuvveti sayesindedir.
Hars ile medeniyet arasındaki bu münasebetler anlaşıldıktan sonra, artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi vazifelerin ifasına memur bulunduğunu tayin edebiliriz. Osmanlı medeniyeti iki sebeple yıkılmaya mahkûmdu: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi muvakkat bir camiadan ibaret olmasıydı. Ebedî hayata malik olan zümrelerse, camialar değil, cemiyetlerdir. Cemiyetlere gelince, bunlar yalnız milletlerden ibarettir. Mahkûm milletler, millî benliklerini imparatorlukların kozmopolit idaresi altında, ancak muvakkaten unutabilirlerdi. Bir gün mutlaka, milletlerden ibaret olan hakiki cemiyetler, raiyelik uykusundan uyanacaklar, harsi istiklallerini ve siyasi hâkimiyetlerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş asırdan beri bu ameliye devam ediyordu. Binaenaleyh, bu ameliyeden azade kalmış olan Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da, selefleri gibi, inhilale duçar olacaklardı. İkinci sebep, Garp medeniyeti yükseldikçe Şark medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak hassasını haiz bulunmasıdır. Rusya’da ve Balkan milletlerinde Garp medeniyeti, Şark medeniyetinin yerine kaim olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı hâl vukua gelecekti. Şark medeniyeti bazılarının zannettiği gibi gerçekten İslam medeniyeti değildi. Menşe itibariyle Şarki Roma medeniyetinden ibaretti. Nasıl ki Garp medeniyeti de Hristiyan medeniyeti değil, Garbi Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti. Osmanlılar, Şarki Roma medeniyetini doğrudan doğruya Bizans’tan aldılar. Kendilerinden evvel, Müslüman Araplarla Acemler bu medeniyeti almış olduklarından, Osmanlılar onu bu dindaş milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı mütefekkirler İslam medeniyeti zannettiler. Yukarıdaki “Medeniyetimiz” unvanlı mebhaste, Şark medeniyetinin Şarki Roma medeniyeti olduğunu tarihî delillerle ispata çalıştım. Bu husustaki deliller o kadar çoktur ki bir iki makalede değil, birkaç ciltlik bir kitapta ancak cem edilebilir.
Garp medeniyetinin her yerde Şark medeniyetinin yerine kaim olması, tabii bir kanun olunca, Türkiye’de de bu ikame hadisesinin vukuu zaruri demekti. O hâlde, Şark medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti, behemehâl ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk harsı, diğer taraftan da Garp medeniyeti kaim olacaktır. İşte Türkçülüğün vazifesi, bir taraftan yalnız halk arasında kalmış olan Türk harsını arayıp bulmak, diğer cihetten Garp medeniyetini tam ve canlı bir surette alarak millî harsa aşılamaktır.
Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Garp medeniyetiyle telife çalışmışlardı. Hâlbuki iki zıt medeniyet yan yana yaşayamaz; sistemleri birbirine muhalif bulunduğu için ikisi de birbirini bozmaya sebep olur. Mesela, Garp’ın musiki fenniyle Şark’ın musiki fenni birbiriyle itilaf edemez. Garp’ın tecrübi mantığıyla Şark’ın skolastik mantığı yekdiğerleriyle barışamaz. Bir millet ya Şarklı olur ya Garplı olur. İki dinli bir fert olamadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için, yaptıkları teceddütte muvaffak olamadılar.
Türkçülere gelince, bunlar, esasen Bizanslı olan Şark medeniyetini büsbütün terk ederek Garp medeniyetini tam bir surette almak istediklerinden azimlerinde muvaffak olacaklardır. Türkçüler, tamamiyle Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Garp medeniyetine tam ve kati bir surette girmek isteyenlerdir. Fakat Garp medeniyetine girmeden evvel, millî harsımızı arayıp bularak millî harsımızı meydana çıkarmamız icap eder.
5
HALKA DOĞRU
Türkçülüğün ilk esaslarından biri de şu “halka doğru” umdesidir. Vaktiyle, bu umdeyi tatbik etmek üzere, İstanbul’da “Halka Doğru” unvanlı bir mecmua çıkarıyorduk. Sonraları İzmir’de de aynı isimde bir mecmua neşrolundu.
“Halka doğru gitmek” ne demektir? Halka doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir milletin münevverlerine, mütefekkirlerine o milletin “güzideler”i adı verilir. Güzideler yüksek bir tahsil ve terbiye görmüş olmakla halktan ayrılmış olanlardır. İşte halka doğru gitmesi lazım gelenler bunlardır.
Güzideler halka doğru niçin gidecekler? Bu suale bazıları şöyle cevap veriyor: Güzideler halka hars götürmek için gitmelidirler. Hâlbuki geçen mebhasta gösterdiğimiz veçhiyle, memleketimizde hars denilen şey yalnız halkta mevcuttur. Güzideler henüz harstan nasiplerini almamışlardır. O hâlde harstan mahrum bulunan güzideler, harsın canlı bir müzesi olan halka, ne suretle hars götürebilecekler? Meseleyi halledebilmek için evvela şu noktalara cevap verelim: Güzideler neye maliktir? Halkta ne vardır? Güzideler medeniyete maliktir. Halkta hars vardır. O hâlde, güzidelerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir: 1) Halktan harsi bir terbiye almak için, halka doğru gitmek 2) Halka medeniyet götürmek için, halka doğru gitmek.
Filhakika, güzidelerin halka doğru gitmesi bu iki maksat içindir. Güzideler, harsı yalnız halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamazlar. Demek ki halka doğru gitmek, harsa doğru gitmek mahiyetindedir. Çünkü halk, millî harsın canlı bir müzesidir.
Güzidelerin çocukken aldıkları terbiyede millî hars yoktu. Çünkü içinde okudukları mektepler “halk mektebi” değildi. “Millî mektep” değildi. Bu sebeple memleketimizin güzideleri millî harstan mahrum olarak, gayrimillîleşerek yetiştiler. Şimdi bu eksikliği tamamlamak istiyorlar. Ne yapmalıdırlar? Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, yaptığı cümlelere dikkat etmek; söylediği darbımeselleri, ananevi hikmetleri işitmek; düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslubu zapt etmek; şiirini, musikisini dinleyerek raksını, oyunlarını seyretmek; dinî hayatına, ahlaki duygularına nüfuz etmek; giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek, bundan başka halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, tandırname adı verilen eski töreden kalma akidelerini öğrenmek; halk kitaplarını okumak; Korkut Ata’dan başlayarak âşık kitaplarını, Yunus Emre’den başlayarak tekke ilahilerini, Nasreddin Hoca’dan başlayarak halk nekreciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Karagöz’le orta oyununu aramak bulmak lazımdır. Halkın cenknameler okunan eski kahvelerini, ramazan gecelerini, cuma arifanelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bayramlarını yeniden diriltmek, canlandırmak lazım. Halkın sanat eserlerini toplayarak millî müzeler vücuda getirmek lazım. İşte, Türk milletinin güzideleri, ancak uzun müddet halkın bu millî hars müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tamamiyle Türk harsıyla meşbu olduktan sonradır ki “millîleşmek” imkânına nail olabilirler. Rusların en büyük şairi Puşkin, bu suretle millîleştiği içindir ki gerçekten bir millî şair oldu. Dante, Petrark, Jean Jacques Rousseau, Goethe, Schiller, D’Annunzio gibi millî şairler hep halktan aldıkları feyizler sayesinde sanat dâhileri oldular. İçtimaiyat ilmi de bize gösteriyor ki “deha” esasen halktadır. Bir sanatkâr, ancak halktaki bedii zevkin tecelligâhı olduğundan dolayı dâhi olabilir. Bizde dâhi sanatkârların yetişmemesi, sanatkârlarımızın bedii zevklerini halkın canlı müzesinden almamaları dolayısıyladır. Bizde şimdiye kadar halk bediiyatına kim kıymet verdi? Eski Osmanlı güzideleri, köylüleri “eşek Türk” diye tahkir ederdi. Anadolu şehirlileri de “taşralı” tabiriyle tezyif olunurdu. Umum halka verilen unvan “avam” kelimesinden ibaretti.
Havas, yalnız sarayın bendelerinden mürekkep bulunan Osmanlı güzideleriydi. Halka kıymet vermedikleri içindir ki bugün bu eski güzideler sanatının ne lisanı, ne vezinleri, ne edebiyatı, ne musikisi, ne felsefesi, ne ahlakiyatı, ne siyasiyatı, ne iktisadiyatı hasılı hiçbir şeyi kalmadı. Türk milleti, bütün bu şeylere yeniden her birinin elifbasından başlamak mecburiyetinde kaldı. Bu milletin yakın bir zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona “Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de bir ad isteme! Millî bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun.” demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusuyla “Vallahi Türk değilim, Osmanlı’dan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim.” demeye mecbur edilmişti. “Boşo”ya karşı bu sözü her gün söyleyen mebuslarımız vardı.
Fakat bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki her ne yapsalar, bu yabancı millet Osmanlı camiasından ayrılmaya çalışacaktır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan suni camiaların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. Şüphesiz, Avrupa’nın garbında beş yüz seneden beri başlayan bu içtimai tekâmül hareketi mutlaka, şarkında da başlayacaktı. Cihan Harbi’nde Rusya, Avusturya, Osmanlı imparatorluklarının yıkılması da gösterdi ki bu içtimai kıyamet pek yakınmış. Acaba Türkler, bu içtimai mahşer meydanına kendilerinin de “Türk” adlı bir millet olduklarını, Osmanlı İmparatorluğu içinde kendilerinin de hususi bir vatanları ve millî hakları bulunduğunu bilmeyerek, anlamayarak çıkmış olsaydılar, şaşkınlıktan ne yapacaklardı? Yoksa “Mademki Osmanlılık yıkıldı, bizim artık hiçbir millî ümidimiz, hiçbir siyasi emelimiz kalmadı” mı diyeceklerdi? Evvelce Türkçülüğe lakayıt kalan bazı insaf sahibi Osmanlıcılar, Wilson prensipleri ortaya atıldıktan sonra, “Türkçülük bize, Osmanlı İmparatorluğu’ndan müstakil, hususi ve millî bir hayatımız, hudutları etnografi ilmi tarafından çizilmiş millî bir vatanımız, bu vatanda kendimizi tam bir istiklalle idare etmekten ibaret olan millî bir hakkımız olduğunu vaktiyle birçoğumuzun zihnine ve ruhuna yerleştirmiş olmasaydı, bugün hâlimiz ne olacaktı?” demeye başladılar. Demek ki yalnız bir tek kelime, mukaddes ve mübarek “Türk” kelimesidir ki bu hercümerç içinde doğru yolu görmemize sebep oldu.
Türkçüler, güzidelere yalnız milletlerinin adını öğretmekle kalmadılar, onlara milletin güzel lisanını da öğrettiler. Fakat verdikleri ad gibi bu öğrettikleri güzel lisan da halktan alınmıştı. Çünkü bunlar yalnız halkta kalmıştı. Güzideler zümresi ise, şimdiye kadar bir “sair-fi’l-menam” hayatı yaşıyordu. Sair-fi’l-menamlar gibi iki şahsiyet sahibi olmuştu. Hakiki şahsiyeti “Türk” olduğu hâlde sair-fi’l-menamlık vehmi içinde kendini “Osmanlı” tanıyordu, öz lisanı Türkçe olduğu hâlde, sair-fi’l-menamlar gibi hastalık neticesi olarak suni bir dil kullanıyordu. Şiirde de kendi samimi vezinlerini bırakarak Acem’den aldığı taklit vezinlerle terennüm ediyordu. Türkçülük, tedavi-bi’l-ruh mütahassısı bir tabip gibi bu sair-fi’l-menama Osmanlı olmayıp Türk olduğunu, lisanının Türkçe ve vezinlerinin halk vezinleri bulunduğunu telkin etti. Hayır, telkin değil, hakiki tabiriyle, onu ilmî delillerle ikna etti. Bu suretledir ki, güzideler suni somnanbul hâlinden kurtularak normal bir surette düşünmeye ve duymaya başladı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.