bannerbanner
Bahtiyarlık
Bahtiyarlık

Полная версия

Bahtiyarlık

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

Rizet çirkindi. Fakat çirkinliği yalnız yüzünden ibaretti. Yüzünden başka her şeyi güzeldi. Bu sebeple Flamme’ye müdavim olanların tümü onu tutkundular ve onu görmek için sabırsızlanırlardı.

Ne diyorduk? Rizet’in şevkli bir akşamından bahsediyorduk. Ondan önce sahneye çıkanları öylesine dinliyorlardı. Herkes Rizet’in çıkmasını bekliyordu. Rizet çıktı. Gayet güzel bir gemici şarkısı söylemeye başladıysa da o kadar sabırsızlıkla beklenilen Rizet’i dinleyen var mı? Bir el şakırtısı bir ayak tepintisi bir baston takırtısı ve bir tabak çevrinti takırtısı arasında “Bravo!” tezahüratlarıyla beraber bir de “marseyez feminin” sesleri Flamme’nin kalın duvarları içine sığmamaya başladı.

Kız şarkıyı bitirdi. Şarkı biter ama şakırtı biter mi? Birkaç defa Rizet kayboldu. Yine getirildi. Halkın emeli kıza “marseyez feminin”i söyletmekti. Rizet’in emeli ise halka naz etmekti. Artık bu niyaz ve naz esnasında el çırpmadan çatlamadık avuç mu kaldı?

Patlamadık avuçları görmedik. Fakat eldiven patladığını gördük. Sahneye yakın, tekerlekli masa yanında oturan şık bir bey, giymiş olduğu açık renk elbiseye uygun olarak ellerinde açık renk eldiven bulunduğu hâlde çıplak elle Rizet’i alkışlamaktan utanarak eldivenli elleriyle alkışlamak için eldivenleri patlatmış, zeki ve zarif Rizet ise bu iltifatı pek köylücesine bir nezaket bularak buna da ağzı kulaklarına varırcasına gülmüştü.

Ettiği alkış pek köylücesine pek kaba bir alkış görerek Rizet’in gülmüş olduğu delikanlının bizim Senai olacağını zannedebiliyor musunuz? Evet, bu delikanlı Senai’ydi. Hem de şöyle sadece Senai değil. Senai Beyefendi! Daha ziyade anlatmak için “Yamalı Musa oğlu” demek isterdik ama Senai’nin bu şöhreti İstanbul’da olmadığından onu demeye muktedir olamadık.

Senai, Galatasaray’dan çıkmış ve hükûmet dairelerinden birisine devama başlamışsa da, on yedi on sekiz yaşındaki zengin ve heveskâr bir çocuk için mektepten bu suretle çıkmak bir esaret altından kurtulmak hükmünü almıştı.

Şehirlilerin yaşantısı içinde büyümek arzusunda bulunan Senai bu arzusunu eğitim öğretimce ileriye götüre götüre öyle bir dereceyi bulmuştu ki iddiasınca asıl şehir Frengistan, yani Batı şehirleriydi. Onlara nispetle İstanbul ancak büyük bir köy sayılırdı. Dolayısıyla bir şey iyi ve medeniyet şanına layık olması için mutlaka Frenk’e mensup olmak lazımdı. Alaturka olduktan sonra hiçbir şey Senai’nin nazarında iyi sayılmazdı.

Senai, Osmanlıların yeme içme, yatıp kalkma usullerinden hiçbirisini beğenmezdi. Hatta Osmanlının idare sistemini de beğenmezdi. Böyle barbarcasına bir usule tabi olmak onu çok üzerdi. Kendisi her şeyiyle alafranga olmak istiyordu. Yalnız dış işlerine olan mensubiyeti ise ileride sefirliğe kadar yol açacağı nedeniyle mümkün mertebe alafrangaya yakın gördüğünden, gönlü o daireye meyletmişti.

Meyli diplomatlığa olduğuna göre bari o yola uysa ya!

Böyle şeylerin Senai nazarında hiç acelesi yoktur. Senai nefsine o kadar mağrurdur ki hangi gün bir bakanlığa müracaat etse istediği kaleme çırak edilebileceğini ve hangi sefirlikte bir başkâtiplik açılacak olsa başvurur vurmaz oraya alınacağına kesin inanırdı. Kendi kendisine derdi:

“Onlardan aylık isteyeceğim yok. Yıllık isteyeceğim. Avrupa’da dahi sefirlerin maiyetlerine hep zengin olan aristokratlar tayin olunurlar. Memuriyetlerinden aldıkları beş on lira maaşla o memuriyetlerin şanını muhafaza etmek mümkün müdür?”

Dikkat buyuruluyor mu ki bizim Yamalı Musa oğlu Osman kendi hayalinde kendi mertebesini aristokratlığa kadar nasıl vardırıyor?

İşte bu kafada olan Senai eğlence kısmında da alafrangayı tercih ederek Flamme’nin en başlı müdavimlerinden ve Rizet’in en büyük ahbabından olmuştu.

Rizet halkın avuçlar ve eldivenler patlatarak vuku bulan iltimaslarını kabul ile talep edilen şarkıyı okuduktan ve hatta birkaç kere tekrar ettikten sonra istirahat için kendi hususi odasına çekildi. Sanatkâr matmazele “bonsuvar”5 demeyi Frenk medeniyeti şanının birinci vazifelerinden sayan Senai, hemen yerinden fırladı kalktı ve kızın odasına kadar can attı.

Senai, burnunu yere sürercesine bir “reverans” yaparak “Bonsuvar Rizet!” deyince Rizet cevaben “Bonsuvar prens!” demesin mi? Senai bu nitelendirmeden epeyce mahcup oldu. Dedi ki:

“Prens mi? İşte bu pek ziyade!”

“Neden ziyade olsun? Almanya’da öyle hükümdarlar var ki ülkeleri, sizin pederinizin köylerinden birisi kadar bile değildir. Pederinizin yalnız çobanları iki yüz elli üç yüze vardığını geçen gün söylüyordunuz. Bazı Alman prenslerinin ise ordularının mevcudu seksen askere varmaz.”

“Orası öyle ama…”

“Aması filanı yok. Siz Avrupa’da olsaydınız kendinize emlakinizden en meşhur olanın ismiyle tesmiye ettirerek mesela “Senai de Söğüt” dedirtirdiniz.”

Senai, Söğüt’ü o kadar şık bulmadı. Kendi arazileri içinde bir mevkinin ismi “Berrakpınar” olduğundan bunu manasıyla beraber Rizet’e ihtar edince, şu parlak ismi o da beğenerek ve yalnız prens unvanını biraz ifratça görerek fakat “Senyör de Berrakpınar” isimlendirilmesine kimsenin bir diyeceği olamayacağına sesli kahkahalar ile karar verildi.

Bu unvanın Senai’ye bedava mı verildiğini zannedersiniz? Bedava olarak selam bile verilmez. Matmazel Rizet’e yirmi sekiz liralık bir broş takı takdim olundu. Gariplik bunda değil. Asıl gariplik malum unvanın Senai tarafından ciddi olarak kabul edilmesindedir. Senai ahmak bir herif olsaydı bu kabule hayret edilmeyebilirdi. Zekâsı yolunda olduğu hâlde sadece alafrangalık ve büyüklük taslamak için böyle bin unvan kabul edilmiştir. Ondan sonra Senai, Fransızca yazdığı mektupları “S. de Berrakpınar” diye imzaya başladı. Yalnız Türkçe olan mektuplarına bu imzayı koymazdı. Koyamadığından dolayı hiddet dahi ederek derdi ki:

“Evvela böyle şeyleri Türklerden kimler anlayabilir? İkincisi ‘Berrakpınar’ın Senai’si’ diyecek olsak bunlardan o mevkinin sahibi manası çıkarılabilir mi? İşte insan bu Türkçede bir isim, bir unvan sahibi olmaya bile muktedir olamıyor.”

Senai’nin validesi Cihangir taraflarında bir ev satın alarak oğluyla beraber oturmakta ve kocası Yamalı Musa’nın hane masrafı olarak tahsis etmiş olduğu sekiz lirayla kendisini pekâlâ geçindirmekteyse de, Yamalı Musa’nın Senai’ye tahsis etmiş olduğu on lira aylık kifayet etmek şöyle dursun validesinin dizi altınları, gerdanlık, bilezik, küpe ve yüzük gibi elmasları da bir yandan sökülüp gitmekteydi. Hâlbuki Berrakpınar senyörü için bunlar dahi yetmediğinden ve Avrupa’da aristokratın parasız kaldığı zamanlar, velileri vefat ederek mirasa konduklarında, karşılanmak üzere borca girdikleri de Senai’nin malumu bulunduğundan Senai Beyefendi bir yandan da bu yolda borçlanmakla senyörlük şanını tamamlamaya çalışıyordu.

Zavallı annesi oğlunun en büyük mürüvvetini görmek için Senai’yi evlendirmek arzusunda da bulunuyordu. Fakat Senai’nin evlenmeye yaklaşması mümkün mü? Validesi “Evladım! Geçinmeyecek ne başımız var? Çıtı pıtı bir kız alıp güzel güzel geçiniriz.” dedikçe Senai bu sözleri pek sade pek pespaye pek alaturka bularak âdeta kendisine hakaret addeder ve validesi bundan fukara kızı istemediği manasını çıkararak: “Ben oğluma paşa kızı bile alırım.” dedikçe Senai bu söze daha ziyade kızardı. Nihayet validesi “Ya oğlum derdin nedir? Nasıl bir şey istiyorsun? Söyle de istediğin gibisini bulayım.” der idiyse de Senai’nin meramını validesi anlayabilir mi ki anlatsın?

Gerçi Senai evliliğin alafrangaca pek de ehemmiyet verilecek şey olmadığını henüz nazarıdikkate almamıştı. Hatta seveceği bir kızla evliliği arzu dahi etmekteydi. Ancak onun sevebileceği bir kız kibarzade, güzel ve zengin olmaktan başka okuryazar da olmalı. Hatta Fransızca bilmeli, musikiye mensubiyeti bulunmalı. Kısacası Avrupalı bir kız gibi olmalı. Yoksa alacağı kız kadın kadıncıkmış, dikiş diker, nakış işler, oya yapar, bez dokur, yemek pişirir, işinin gücünün sahibi olabilirmiş! Hiç Senai buralarda mıdır? Herif bir modistre6 bir aşçı bir yukarı hizmetçisi istemiyor. Kendisi Berrakpınar Prensi olduğu gibi yine Berrakpınar’a layık olabilecek bir prenses hevesinde bulunuyor. Bu hevesini validesine nasıl anlatsın?

İşte bizim Yamalı Musa Ağazade Senai Beyefendi medeni Avrupa âleminde şu mertebeyi bulmuştu. Gerçi tahsil yolunda, hele Fransızcası pek mükemmel idiyse de, Mekteb-i Sultaniye gideliden beri Türkçeye önem vermediğinden, Arapça ve Farsçadan çocukluğu zamanında tahsil etmiş olduğu miktarı da sonradan Osmanlıcaya tatbik edemediğinden ana dilinden de pek ziyade geride kalmıştı. Ama Senai bu kusuru kendisinde bulur mu? Kusur hep Osmanlı lisanında, hep Osmanlılıkta! Böyle barbar bir halkın muntazam olmayan lisanını mükemmelce tahsil etmek mümkün olur mu ki zavallı çocuk bunları tahsile muktedir olabilsin? Bazı pek canı sıkıldıkça kendi kendisine derdi ki:

“Canım! Farsçada ‘peder’ Arapçada ‘eb’ derler. Farsça ve Arapça lisanları Osmanlıcadan alınmadır ve ondan sayılır. ‘Peder-i âcizânem’ demek hata addolunmaz da ‘eb-i âcizânem’ denildiğinde herkes güler artık buna akıl mı erdirilebilir?”

Sonuç olarak Senai, Frenklikten başka hiçbir şeyi beğenmez bir adam olmuştu. Hatta cihanda kendisinden başka hiç kimseyi beğenmediği hâlde kendisinde de beğenmediği yalnız bir şey vardı. O da Osmanlı doğmuş bulunmasından ibaretti. Bunu düşündükçe büyük üzüntü duyardı ve derdi ki:

“Ah! Pederimin bu kadar emlaki Avrupa’da olsaydı da ben de Avrupa’da doğmuş bulunsaydım gerçekten bir marki veyahut kont olurdum. Türk doğmuş bulunduktan sonra velev ki aristokratlardan velev ki zenginlerden ol. Yine Türk’sün barbarsın vesselam!”

Senai’nin gençlik hâllerini şu kadarcık görmüş olduğumuz hâlde şunu da hatırlatmalıyız ki, Senai asıl köylülüğü istemeyip şehirlilik âleminde bahtiyarlık aramakta bulunduğuna göre eğer İstanbul şehirliliğine mahsus olan bahtiyarlığı aramış olsaydı bu bahtiyarlığın epeyce büyük bir derecesine nail olarak gençliğinden pek güzel istifade edebilirdi. Nazarında İstanbul büyük bir köy menzilesindeydi. Asıl şehir ise Avrupa olarak sayıldıktan sonra Senai bir kere Osmanlı yaşantısı dâhilinde bulunabilecek bahtiyarlıktan kendini mahrum etti. Hâlbuki asıl uygarlaşma addettiği alafrangalık âlemine dahi girememiştir. Zira Avrupa yaşantısı Flamme gibi yerlerde rezilce sürtmekten ibaret değildi. Namuslu, terbiyeli kibar âlemine mensup olan Avrupalılar da bu rezilliği kesinlikle kabul etmemektedirler.

Bari Senai içinde bulunduğu israf ve sefahat âleminde olsun kendini bahtiyar bulabiliyor muydu? Zira en doğru bir tarifine göre bahtiyarlık demek insanın bahtiyar olduğuna inanıp tatmin olması demektir.

Heyhat! Senai şu devam ettiği sefahat ve israf hayatında dahi kendisini bahtiyar bulamıyordu. Zavallı çocuk nasıl bahtiyar olabilsin ki! Bahtiyarlığının tamamlayıcısı olmak üzere her ne hayalde bulunursa bulunsun, hayallerinden hiçbirisini icra edemiyordu. Mesela tek arzusu Avrupa’ya gitmek olduğu hâlde gidemiyordu. Bu emelini icra için paraya muhtaç olduğu hâlde bulamıyordu. Para bulması pederinin vefatına bağlı olduğu hâlde babası hayattaydı. İçinde yaşadığı sefahat âleminde aynen bir Frenk gibi davranmak ve kendisini Osmanlılıktan başka göstermek istediği hâlde tabii olarak her hâl ve tavrı Frenkliğinin acemiliğini gösteriyordu. Ashap ve ahbabına kendisini gülünç gösteriyordu. Mesela Flamme kahvehanesinde bir tellal bile Senai’nin uşağı olamazken şu sefih hayatta yine Senai’den maharetli görünerek zavallı Senai onun dahi mağlubu ve mahcubu oluyordu.

Hele bu mahrumiyetlerin dışında olmak üzere Osmanlı takımı da Senai’yi “düzme Frenk” ve “tatlı su Frenk’i” gibi aşağılayıcı teşbihlerle küçümsemeye çalışırlardı. İşte böyle her cihetten mahrum ve namsız olan zavallı çocuk için şu dünya bahtiyarlık dünyası değil hakikaten sefalet ve ızdırap dünyası olmuş kalmıştı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

“Şinasi”

Hüdavendigâr vilayeti dâhilinde Sultanoku Sancağı’nda bulunuyoruz. Mevsim dahi kasımı yirmi gün geçmiş olan bir zamandır.

Bir Anadolu haritasına nazar edildiği zaman, vatanımızın bütün dünya yüzünde büyük bir Bâğ-ı İrem7 olmaya salahiyet şanıyla yaratılmış bulunduğuna insanın şüphesi kalır mı? Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, vatanımızı üç taraftan süsleyerek çevirmiştir. Fırat ve Dicle gibi büyük nehirler, dördüncü denizimiz olan Basra Körfezi’ne vararak Kızıldeniz dahi beşinci denizimiz olarak Hint Denizi’ne doğru bize yol açmaktadır.

Vatanımızın şu umumi güzelliği arasında hayretli nazarlar, bilhassa Hüdavendigâr vilayetine münhasır kalır. Toros Dağları’nın en güzel şubeleri bu vilayet dâhilindedir. Sakarya, Kırkpınar ve Nilüfer gibi en güzel nehirler bu mübarek kıta dâhilinde çağlar. Dağları, dağlıktan gelen bir güzellik ve menfaatin her türlüsünü kapsıyor. Ovaları, ovalardan beklenebilen tüm güzellik ve verimi üzerinde taşıyor.

Okuyucularımızın hayallerini sevk ettiğimiz Sultanoku Sancağı ise Sakarya Nehri’nin sahilinin solunda bulunuyor. Porsuk çayı ve Pitekas Deresi gibi akarsuları ve güzel arazisiyle en ziyade nazarlara çarpıyor. Hele Osmanlı’nın ilk şaşaalı yerleri olmasıyla da buranın Osmanlılar nazarındaki kutsiyeti hiçbir şeye kıyas kabul edemez.

İşte mevsimin kasım ayında yirmi gün sonra olduğunu haber verdiğimiz bir zamanda şöyle güzel bir sancak içinde bulunuyoruz.

O sancağın da kuzeybatısındayız ki, Pitekas Deresi’nin Ermeni Dağı’ndan başlayarak Ermeni Derbendi’ni geçtikten sonra Bozok Ovası’na doğru indiği bir yerinde yani asıl Bozok kasabacığının iki buçuk saat kadar kuzeydoğusu tarafındayız.

O gün malum yerde seksen yüz kadar köylüler toplanarak bir ark kazmakla meşguldüler. Fakat bunlar gündelikçi değillerdi. Angaryaya da gelmemişlerdi. Belki yine kendi ziraat işleri için bu çalışmada bulundukları, aralarında geçen sözlerden anlaşılıyordu.

İçlerinden iş başı hâl ve tavrını takınmış Köse Muhtar isminde birisi vardı. Bu adam: “Haydi çocuklar! Akşamdan evvel bir gayret daha!” diye ameleyi ziyadece teşvik ettiğinde ameleden bazıları: “Bu İstanbullu da nerenin cehenneminden başımıza geldi? Türlü türlü icatlar çıkarıyor.” diye mırıldanmaya başladıklarından Köse Muhtar bunlara nasihat için dedi ki:

“Nankör herifler! İstanbullu size güzel güzel akıllar öğrettiği için mi fena oldu? A be herifler! Bu çocuğun ne olduğunu henüz anlayamadınız mı? Herif kuluçkasız piliç çıkartıyor be! Dört tahtadan bir sandık yaptı; içine rakı ile mi, ne ile yanan bir kandil koydu. Bastı yumurtayı! Bastı yumurtayı! İki yüz pilici birden çıkarttı! Evvelki sene kuraktan tarlalarımızda ot bile yokken onun pamukları adam boyu yükselip kozalakları kafamız kadar oldu! Hâlbuki herif tarlasını sulamak için kanal açarken ‘Buraya patlıcan mı ekecek? Hiç pamuk tarlası sulanır mıymış?’ diye gülüyorduk. Sonra şu araziyi on beş günlük sürmekle su altına alabileceğini söyledi. Hepimiz kandık. İşte başladık! Başlayalı beş gün olduğu hâlde bakınız ne kadar iş gördük? Herif öyle kör kazma, ağaç, kürek, küfe ve sepetle iş görmüyor! Bir kere şu elinizdeki kazmaya bakınız! Toprağa gösterir göstermez gömülüp gidiyor. Şu demir kürekleri rüyanızda gördüğünüz var mıydı? Bir daldırışta otuz okka toprak kaldırıyorlar. Ya şu el arabalarına ne dersiniz? Yüz yirmi okka toprağı bir adam kaldırıp iki dakikada yüz yirmi adım yere götürüyor. Çocuğun dediğini yapacak olursak bütün beş yüz dönüm yeri su altına alıp pamuk ekeceğiz. Allah da inayet ederse ilk senesinin mahsulüyle bütün zahmetimizi çıkarabileceğiz.”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Günümüzdeki karşılığı, Siyasal Bilgiler Fakültesi.

2

İstanbul’daki Galatasaray Lisesi.

3

Temiz, güzel nezih, iffetli ve namuslu olan adam.

4

Yakıcı ateş.

5

İyi akşamlar.

6

Kadın terzi.

7

Efsaneye göre Ad kavminden Şeddad’ın cenneti yeryüzünde kurmak maksadıyla yaptığı şehrin adı olup Türk edebiyatında “cennet bağı” anlamında tasvir edilir. (e.n.)

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2