bannerbanner
Karanlığın Yüreği
Karanlığın Yüreği

Полная версия

Karanlığın Yüreği

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

‘Olabilir’ dedi kızgınlığımı görmezden gelerek. ‘Bireylerdeki ruhsal değişimleri yerinde gözlemlemek bilim için ilginçtir ama… Siz ruhbilimci misiniz?’ diyerek lafını böldüm. Soğukkanlı bir biçimde, ‘Her doktor biraz olmalıdır.’ diye yaratıcı bir yanıt verdi.

‘Siz oraya giden beylerin kanıtlamama yardım etmesi gereken ufak bir teorim var. Ülkemin böyle muazzam bir sömürgenin altında olmaktan edindiği menfaatler arasında bana düşen de bu. Saf zenginlik başkasının olsun. Sorularımı bağışlayın fakat siz muayene ettiğim ilk İngiliz adamsınız.’ Hiç de tipik bir İngiliz olmadığım konusunda onu temin etmek için atladım: ‘Eğer öyle olsaydım…’ dedim. ‘Şu anda sizinle böyle konuşuyor olmazdım. Söylediğiniz oldukça derin ve etkili ama muhtemelen yanlış.’ deyip kahkaha attı. ‘Güneşte kalmaktan çok, sinirlenmekten kaçının. Adieu. Siz İngilizler nasıl diyordunuz, ha? Hoşça kal. Adieu. Tropikal yerlerde insan her şeyden önce sakin kalmayı bilmeli.’ İşaret parmağını kaldırarak uyardı. ‘Ducalme, ducalme. Adieu.’ Yapacağım tek bir şey kalmıştı, harika halamla vedalaşmak. Buluştuğumuzda keyfi çok yerindeydi. Bir bardak çay içtim, o günlerimin son iyi çayıydı. Bir hanımefendinin misafir odasının nasıl görünmesini beklerseniz tıpkı öyle sakinleştirici bir odada şöminenin başında uzun uzun sakin bir sohbet ettik. Bu sohbet sırasında o büyük adamın eşine ve kim bilir daha nicelerine, şirket için her gün karşınıza çıkmayacak kadar büyük bir nimet, ender bulunan ve doğuştan üstün kabiliyetli bir insan olarak tanıtıldığımı öğrenmiş oldum. Tanrı’m! Üstelik altı üstü nehirde bir buharlı gemide görevlendirilmiştim, ahım şahım bir şey değil. Ayrıca anladım ki artık ben de o ‘işçi’lerden biriydim, büyük harfle başlayan. Aydınlanmanın gizli ajanı gibi misyonerliğin daha alt kademesi gibi bir şey. Gazetelerde bu zırvalıklar o dönem birçok defa basılmıştı ve bu harika kadın tam da bu zırvalıkların arasında yaşarken tüm o palavralara kolunu bacağını kaptırmıştı. Cahil milyonları onların bu çirkin gidişatlarından caydırmaktan bahsediyordu ki beni bayağı rahatsız etti. Şirketin tamamen kendi çıkarları için yürütüldüğünü ona bir çıtlatmaya cüret ettim.”

“ ‘Unutuyorsun ki Charlieciğim, herkes kendi ektiğini biçer.” dedi oldukça dâhiyane. Bazı kadınların gerçeklikten bu kadar uzak olması ne tuhaf. Kendi dünyalarında yaşıyorlar, hiç var olmamış, olamayacak bir dünyada… Her şeyiyle çok güzel, öyle bir dünyayı kuracak olsalar güneş daha batamadan dünya parçalara ayrılır. Yaratılıştan beri biz erkeklerin kabul edip birlikte tok gözle yaşadığı acı gerçekler onlara ilk günden tokat gibi çarpıp o dünyayı başlarına yıkar.

Bunlardan sonra kucaklaştık, bana fanila giymemi ve ona sık sık mektup yazmamı söyledi, bunun gibi dahası. Sonra oradan ayrıldım. Sokağa çıkınca nedendir bilmem bir garip hissettim, sanki bir düzenbazmışım gibi geldi. İlginçtir ki sokakta karşıdan karşıya geçerken bile düşünen çoğu adamın aksine yirmi dört saat içinde dünyanın öbür ucuna bir saniye bile düşünmeden çıkıp giden ben, bir anlık duraksadım. Tereddüt ettiğimden değil, o alelade işe başlamamdan önce şaşkın bir duraksamaydı bu. Bunu açıklamamın en kolay yolu şöyle, bir iki saniyeliğine sanki kıtanın değil, dünyanın merkezine doğru yola koyuluyormuşum gibi hissettim.”

“Fransız buharlı gemisiyle yola çıktım ve gemi, gördüğüm kadarıyla sırf askerleri ve gümrük memurlarını indirmek için, var olan her lanet limanda duruyordu. Kıyı şeridini izledim. Gemi ardında kayarken kıyıyı izlemek, bir bilmeceye kafa yormak gibiydi. Tam karşında duruyordu, gülerek, davetkâr, asil; somurtarak, adi, yavan, acımasız, suskun ama fısıldayan bir esintiyle, ‘Gel ve gör.’ dedi.

Fakat bu kıyı şeridi gördüklerim arasında en niteliksiz olanıydı. Zalim bir yavanlığı vardı, sanki hâlâ oluşma aşamasındaydı. Dev ormanın kıyıları, siyaha dönecekmiş gibi kopkoyu bir yeşildi, beyaz köpüklerle çerçevelenmiş, cetvelle çizilmiş gibi dümdüzdü. Işıltısı ürpertici sisle buğulanan masmavi açık denize doğru, çok uzaklara uzanıyordu. Güneş hırçındı, kara sanki ışıldayarak damla damla terliyordu.

Tek tük, grili beyazlı noktalar görünüyordu beyaz köpüğün içinde kümelenen ve üstünde bayrak dalgalanan. Birkaç yüzyıllık yerleşim yerleri hâlâ o el değmemiş geniş karanın ortasında bir toplu iğnenin başı kadardı. İlerledik, durduk. Askerleri indirip devam ettik, gümrük memurlarını cinlerin top oynadığı, teneke kulübeler ve bayrak direği dışında bir şey olmayan yaban yerlerde vergi kesmeleri için indirdik, ardından zannedersem o memurları korumaları için daha fazla asker indirdik. Kimi, duyduğuma göre, dalgalarda boğuluyordu. Bu doğru olsa da olmasa da kimse bunu umursamıyordu. Yerlerine öylece fırlatıldılar ve biz yolumuza devam ettik.”

“Her gün kıyı sanki hiç kıpırdamamışız gibi aynı görünüyordu, hâlbuki garip isimli birçok yerden sanki tekinsiz bir perdede oynanan pis bir komediye aitmiş gibi ‘Büyük Bassam’, ‘Küçük Popo’ benzeri isimleri olan birçok ticaret noktasından geçmiştik. Yolcu aylaklığı, iletişim kurmamın manasız olduğu tüm o adamlar içindeki yalnızlığım, kaygan ve durgun deniz, kıyının yavan karanlığı beni sanki kederli ve bilinçsiz bir sanrının kapanına kıstırıp nesnelerin gerçekliğinden alıkoyuyordu. Zaman zaman duyduğum dalga sesleri bana kardeş sesi gibi geliyordu, kuşkusuz bir lütuftu bu. Doğaldı; bir sebebi, anlamı vardı. Ara sıra sahilden gelen bir bot sağlıyordu gerçeklikle temas kurmamı. Siyah adamlardı kürekleri çekenler. Uzaktan gözlerinin aklarının parladığını görebiliyordunuz. Bağırıyor, şarkı söylüyorlardı. Vücutları ter içindeydi, grotesk maskelere benzeyen yüzleri vardı. Bu adamlar; kemikleri, kasları, vahşi dirilikleri ve o yoğun hareket etme kudretleriyle kıyıya vuran dalgalar kadar gerçekti. Orada olmak için bahaneye ihtiyaçları yoktu. Onları izlemek büyük ferahlıktı. Kısa süreliğine, hâlâ dürüst gerçeklikleri olan bir dünyada yaşar gibi hissettim fakat bu çok sürmedi. Bir şeyler korkutup kaçırıyordu bu hissi.

Hatırlıyorum bir defa, kıyıya demir atmış savaş gemisine denk gelmiştik. Bir barakanın bile olmadığı çalılıkları bombalıyordu. Oralarda süren bir savaşı varmış Fransızların. Geminin bayrağı paçavra gibi solmuştu, uzun, on beş santimetrelik silahların namluları alt gövdeden taşıyor; yağlı, kaygan dalgalar kabarıyor ve gemi ağır ağır yalpalıyor, ince direklerini sallıyordu. Dünyanın bomboş genişliğinde, gökyüzünde ve suda, işte oradaydı, akıl ermez biçimde bir kıtayı bombalarken. ‘Güm!’ edip ateşleniyordu on beş santimetre silahlar. Ufak bir ateş fırlayıp yok oluyordu. Beyaz duman kayboluyor, küçük toplar güçsüz, bitap, acı bir feryat veriyor ama hiçbir şey olmuyordu.

Hiçbir şey olamazdı. Bu gidişatta bir tutam delilik, görüntüde acıklı bir maskaralık vardı. Orada yerlilerin kampı olduğunu içtenlikle söyleyen güvertedeki adam bu deliliği gideremedi, ‘düşmanlar’ diyordu onlara. Oralarda saklı, gözden uzak düşmanlar.

Mektuplarını verdik. Yalnız gemideki adamların günde üçünün sıtmadan öldüğünü duydum. Yola devam ettik. Abuk subuk isimli birkaç yerde daha durduk, kızışmış bir yer altı mezarlığına benzeyen, ölüm dansı ve ticaret yapılan o durgun ve dünyevi atmosferlerde. Sanki doğa ananın davetsiz misafirleri defetmek için tehlikeli dalgalarla çevrelediği biçimsiz kıyıları boyunca durduk. Yataklarında çamurların çürüdüğü, sularının balçık gibi koyulaştığı, bükülmüş ağaçları ele geçiren, bizi âciz bir umutsuzluğun uç safhasında kıvrandıran bütün o nehirlere, yaşamın içindeki ölüm akıntılarına girdik çıktık.

Hiçbir yerde belirli bir izlenim edinebilecek kadar kalmadık ama içimde tuhaf ve bunaltıcı bir merak büyüdükçe büyüdü. Sanki kâbusların ortasında, usandıran bir hac yolculuğundaydım.”

O büyük nehrin ağzını gördüğümde otuz günden fazladır yoldaydım. Başkent mevkilerinde demir attık. İki yüz mil daha yol katetmeden işim henüz başlamayacaktı, bu yüzden elime geçen ilk fırsatta otuz mil ötedeki yere gitmek üzere yola koyuldum. Küçük bir deniz buharlı gemisinde yer buldum. Kaptanı İsveçliydi, bir denizci olduğumu öğrendiği için beni kaptan köşküne davet etti. Cılız, açık tenli, uzun saçlı ve genç bir adamdı. Ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Zavallı, ufak rıhtımdan ayrılırken kafasını payandaya çarptı.

‘Oralarda mı yaşıyordun?’ diye sordu. ‘Evet.’ dedim. ‘Şu devlet adamları bir âlem, değil mi?’ diye devam etti, çok düzgün ve hatırı sayılır derecede keskin İngilizce konuşuyordu. ‘Ayda birkaç frank için bazı insanların yapabilecekleri şeyler ne acayip. Bu tiplerin taşraya gittiklerinde neye dönüştüklerini merak ediyorum.’ Bunu yakında öğrenmeyi beklediğimi söyledim ona. ‘Yaa!’ diye bağırdı. Bir gözünü tedbirlice önünde tutarak rüzgâra doğru ayak sürüdü. ‘O kadar emin olma.’ diye sözüne devam etti.

‘Geçen gün yolda kendini asmış bir adam buldum. O da İsveçliydi.’

‘Kendini mi asmış? Tanrı aşkına, neden?’ diye bağırdım.

Dikkatlice önüne bakmaya devam etti. ‘Kim bilir? Ya güneş, ya da ülke ona dar gelmiştir.’ Sonunda bir yere ulaştık. Kayalıklar ve sahil boyu kazılmış toprak tümsekleri göründü. Tepede bazı demir çatılı evler, ya kazı atıklarının ortasına ya da yamaçlara inşa edilmişti. Yukarıdan sürekli bir nehir gürültüsü bu ikamet yeri olan yıkım manzarasına eşlik ediyordu. Çoğu siyahi ve çıplak bir sürü insan, karınca gibi çalışıyordu. Nehirde bir dalgakıran inşaatı planlanmıştı. Kör eden bir güneş ışığı tüm bunları parladıkça boğuyordu. ‘Şirketinizin şubesi burada.’ dedi İsveçli, kayalıklı yamaçlardaki üç adet tahtadan baraka benzeri yapıyı göstererek.

‘Eşyalarını göndereceğim. Dört koli mi demiştin? Hadi, hoşça kal.’ Otların arasında debelenen bir kazanla karşılaştım, sonra tepeye doğru çıkan bir yol buldum. Yol, kayaların ve tekerleri havada sırtüstü yatan ufak bir demir yolu vagonunun yanından sapıyordu. Tekerlerinin biri kopmuştu, hayvan cesedi kadar ölü görünüyordu. İlerledikçe çürümekte olan birkaç düzeneğe daha ve bir düzine paslı raya rastladım. Solunda bir ağaç kümesinin yaptığı gölgede koyu görünen nesneler hafifçe kımıldıyor gibiydi. Gözümü kıstım, yol dikti. Soldan bir korna çalındı ve insanların kaçtığını gördüm. Güçlü ve donuk bir patlama yeri titretti, kayalıklardan bir duman yükseldi ve hepsi bu. Kayanın yüzeyinde hiçbir değişiklik olmadı. Bir demir yolu inşa ediyorlardı. Uçurum bir engel değildi fakat görünürde yapılan tek iş bu manasız patlamaydı.”

“Arkamda hafif bir tıngırtı duyup döndüm. Bir dizi sıralanmış altı siyahi adam yola tırmanmaya çalışıyordu. Dimdik ve yavaşça yürüyorlardı, toprak dolu sepetleri kafalarında dengede tutuyorlardı ve tıngırtılar ayak sesleriyle eş zamanlıydı. Bellerine bağladıkları siyah kumaş parçalarının uçları kuyruk gibi bir aşağı bir yukarı sarkıyordu. Tüm kaburgalarını görebiliyordum, kemiklerinin eklemleri bir ipteki düğümler gibi belliydi, hepsinin boynunda demir kelepçeler vardı ve aralarından sarkan, ritmik şekilde şıngırdayan zincirle birbirine bağlıydı. Uçurumdan gelen bir başka patlama sesi aniden aklıma kıtaya ateş eden savaş gemisini getirdi. Aynı türden, tuhaf bir sesti fakat bu adamlara düşman denebilmesi akla hayale sığmazdı. Onlara hükümlü denmişti, ihlal edilen adalet, patlayan bir şarapnelin parçası gibi onları vurmuştu. Denizaşırı gelen, aralanamaz bir sır perdesiydi bu.

Tümü o kuru göğüslerinden soluk alıyor, şiddetli soluyan burun delikleri titriyor ve taş kesilmiş gözleri tepeye doğru bakıyordu. Mutsuz barbarlara özgü, öldürücü soğukkanlılıklarıyla yüzüme bile bakmadan bir karış yanımdan geçip gittiler.

Bu yontulmamışlığın arkasında, başa geçen yeni güçlerin ürünü olan, ıslah edilenlerden biri, ortasından tuttuğu tüfeği taşıyarak umutsuzca yürüyordu. Tek düğmesi kapalı bir üniforma ceket giyiyordu. Yolda beyaz bir adam görünce silahını şevkle omuzuna aldı. Bu normal bir tedbirdi, beyaz adamlar uzaktan birbirine çok benzediği için kim olabileceğimi kestiremezdi. Hızla kendini güvence altına aldı. Büyük, beyaz, namussuz bir sırıtışla ve elindekine attığı bir bakışla, beni duyduğu yüce güvene ortak etti. Sonuçta ben de bu yüce ve adil davanın altında yatan sebebin büyük bir parçasıydım.”

“Yukarı çıkmak yerine döndüm ve sola doğru indim. Aklımdan geçen, tepeye tırmanmadan önce o zincirli çetenin gözden kaybolmasını sağlamaktı. Ben yufka yürekli değilimdir, biliyorsunuz; daha önce saldırmak ve kendimi savunmak durumunda kaldığım olmuştur. Zaman zaman bulaştığım hayat tarzının gerektirdikleriyle, yaptıklarımın bana neye mal olacağını hesaba katmadan direnmek ve saldırıya geçmek durumunda kaldım ki bu da direnişin tek yoludur bazen. Şiddetin şeytani yüzünü gördüm; hırsın, tutkunun. Fakat lanet olsun ki bunlar güçlü, kanlı canlı, kızıl gözlü şeytanlardı. İnsanları sarsan, hükmeden ve onları kullanan. İnsanları diyorum. O yamaçta dikilirken kör edici güneşte yırtıcı ve amansız ahmaklığın o gevşek, sahte, yüreksiz şeytanıyla tanışacağımı öngörmüştüm.

Ne kadar hain olabileceğini ancak birkaç ay sonra binlerce kilometre ötede anlayacaktım.

Aniden dehşete düşerek durdum sanki bir ihbarname durdurmuştu beni. En sonunda etrafta dolaşarak gördüğüm ağaçlar boyunca tepeye tırmandım. Yamaçta birinin kazdığı devasa çukurun yanından geçtim, çukuru açanın amacını tahayyül etmek imkânsızdı. Ne bir taş ocağı ne de bir kum havuzuydu. Alelade bir çukurdu orada duran. Hükümlülere yapılacak bir şey vermek isteyen, hayırsever amacın eseriydi belki de. Bilemiyorum.

Sonra az kalsın çok dar bir hendeğe düşecektim, neredeyse bir sıyrık gibiydi yamaçtaki. Fark ettim ki yapılanma için ithal edilen bir yığın drenaj borusunu oraya yuvarlamışlardı. Aralarında hiç sağlam boru yoktu. Hepsi kontrolsüzce mahvedilmişti. En sonunda ağaçların altına vardım.

Amacım bir an olsun gölgede dinlenmekti, oraya varmama kalmadan cehennem yeri gibi kasvetli ortama adım attığımı fark ettim. Irmak yakındı, ağaçlık alanın hüzünlü durgunluğunu; daimi, düzenli, doludizgin fışkırma sesi sarmıştı. Tek bir nefes bile yoktu, yaprak kıpırdamıyordu, sanki dünyanın yörüngesine yerleşmesinin müthiş sesi işitilir hâle gelmiş gibi, akıl ermez sesiyle akıyordu su.

Araçların arasında çömelmiş, uzanmış, oturmuş, ağaç gövdesine yaslanmış, toprağa tutunmuş, yarısı seçilen yarısı gölgede kaybolan; acı, terk edilme ve çaresizlik içinde olan siyah silüetler gördüm. Uçurumun orada bir mayın daha patladı, ardından ayağımın altındaki toprak hafifçe titredi. Anlaşılan ‘çalışma’ devam ediyordu. Ne çalışma ama!”

“Çıraklardan bazılarının ölmek için kabuklarına çekildiği yerdi burası. Yavaşça ölüyorlardı, çok açık. Ne düşmanlardı ne de hükümlü, artık dünyevi yaratıklar değillerdi. Hastalığın ve açlığın kara gölgeleriydi onlar, yeşilin karanlığında allak bullak olmuş yatıyorlardı. Kıyıdaki ücra köşelerden kanundaki süreli sözleşmelere dayanarak getiriliyor, uyuşmayan çevrelerinde kayboluyor, alışmadıkları yemekleri yiyerek hasta oluyor ve işe yaramaz hâle geliyorlardı. Ancak böyle işten uzaklaşıp buraya sürünerek gelmelerine, dinlenmelerine izin veriliyordu. Bu can çekişen silüetler kuş kadar özgür ve bir kuş kadar zayıftı. Gözlerindeki parıltıları ağaçların altında seçebilmeye başlamıştım. Önüme bakarken elimin yanında bir suret gördüm. İskelet adam boylu boyunca uzanmış, bir omuzu ağaca yaslı duruyordu. Göz kapakları yavaşça aralandı, çökmüş gözleriyle bana baktı; kocaman ve boş gözlerdi, kör gibi. Göz bebeğinin derinlerindeki o beyaz ışık, yavaş yavaş sönüp gitti.

Adam genç görünüyordu, neredeyse bir oğlan çocuğuydu ama böylelerinde bunu anlayabilmek zordur. Ona İsveçlinin gemisine ait cebimdeki bisküviler dışında sunabilecek bir şey bulamadım. Parmakları yavaşça kapandı ve tuttu bisküvileri başka da hiç hareket etmedi, hiç bakmadı. Boğazının etrafına bir parça beyaz yün ipi bağlamıştı. Amacı neydi? Nereden gelmişti? Bir işaret miydi, süs müydü, muska mıydı, yoksa telkin edici bir şey miydi? Bir anlamı vardı da mı yapmıştı? Siyah boynunun çevresinde şaşırtıcı duruyordu denizlerin ötesinden gelen bu bir parça beyaz iplik.

Aynı ağacın yanında iki kemik torbası daha bacaklarını çekmiş oturuyordu. Biri çenesini dizine dayamış, dayanılmaz ve sarsıcı bir ifadeyle boşluğa doğru bakıyordu. Kardeşinin hayaleti yanında yorgun alnını tüm yükünü yaslar gibi dizine yaslamıştı, geri kalan herkes buruk bir çökkünlük hâliyle dolanıyordu, sanki bir kıyımın, vebanın manzarasıydı bu.”

“Ben korkudan dizimin bağı çözülmüş vaziyette dururken bu canlılardan biri elleri ve ayakları üstüne doğrulup emekleyerek nehre su içmek için yöneldi. Eliyle şapır şupur su içerek güneşe oturdu, bacak bacak üstüne attı, sonra kıvırcık kafası göğüs kafesine doğru öylece düştü.

Gölgede daha fazla durmak istemedim ve şubeye doğru ayaklandım. Binanın orada beyaz bir adamla tanıştım, o kadar zarif görünüyordu ki hayal görüyorum zannettim. Dik yakalı, beyaz kollu gömleği, lama tüyü ceketi, bembeyaz pantolonu, temiz kıravatı ve cilalı ayakkabıları vardı. Şapka takmamıştı. Saçı yandan ayrılmış, taranmıştı, büyük beyaz ellerinde yeşil çizgili bir şemsiye vardı. Harika görünüyordu, kulağının arkasında bir kalem sapı vardı. Bu mucizeyle el sıkıştım ve şirketin başmuhasebecisi olduğunu öğrendim, tüm defter tutma işini şubede gerçekleştirdik.

Bir anlığına ‘hava almak için’ dışarı çıktı. Bu yerleşmiş, masabaşı işlere özgü ifade bana oldukça tuhaf gelmişti. Size aslında bu adamdan hiç bahsetmezdim fakat tüm anılarımla çözülmez bir bağı olan insanın ismini ilk kez onun ağzından duydum. Bunun yanı sıra, o adama saygı duyuyordum. Evet yakasına, muazzam manşetlerine ve taranmış saçlarına saygı duymuştum.

Kesindir ki berber mankenine benziyordu ama bu yerin büyük yılgınlığı içinde görünüşünü hâlâ koruyordu. Onun için belkemiği buydu. Kolalı yakaları ve şık gömleği onun karakterinin simgesiydi. Neredeyse üç yıldır buralardaydı. Sonrasında dayanamayıp şıklığını nasıl koruyabildiğini sordum. Önce utanıp kızardı, sonra alçak gönüllü biçimde ‘Bu işi yerli kadınlardan birine öğrettim. Zor oldu, işi hiç sevmiyordu.’ Bu adam gerçekten bir şeyleri başarmıştı. İnci gibi yazdığı düzenli defterlerine de oldukça düşkündü.”

“Şubedeki diğer her şey darmadağındı; insanlar, eşyalar, yapılar… Toz toprak içindeki bir dizi siyah adam paldır küldür gelip gidiyor, üretilen mallar, adi pamuklar, boncuklar, pirinç teller karanlığın dibine doğru yollanıyor, karşılığında bir damla değerli fil dişi geliyordu.

On günlüğüne şubede beklemem gerekiyordu, bitmek bilmeyen bir süreydi bu. Bahçedeki barakada kaldım, zaman zaman o kaostan uzaklaşmak için muhasebecinin ofisine gidiyordum. Enine tahtalarla inşa edilmişti ve o kadar kötü döşenmişti ki kürsüsüne yaslanırken baştan aşağı çizgi çizgi gün ışığının parmaklıkları arasında kalıyordu. Dışarıyı görebilmesi için büyük panjurlarını açmasına gerek yoktu. Üstelik sıcaktı da. Koca sinekler düşmanca vızıldıyor, ısırmıyor sanki bıçaklıyorlardı. O, kusursuz ve parfüm sürmüş hâliyle yüksek bir sandalyede oturup yazdıkça yazarken ben genellikle yerde oturuyordum. Bazen hareket etmek için kalkıyordu. Bir gün hasta bir adam, ülkenin iç kesimlerinden yatalak olmuş bir temsilci, tekerlekli yatağıyla getirildiğinde nazikçe rahatsızlığını dile getirmişti. ‘Hasta inlemeleri.’ demişti. ‘Dikkatimi dağıtıyor. Dikkatim dağıldığında bu ortamda muhasebe hatası yapmamak çok zor oluyor.’ Bir gün, kafasını bile kaldırmadan, ‘İç kesime gidince kuşkusuz Bay Kurtz ile tanışacaksın.’ dedi. Onun kim olduğunu sorduğumdaysa birinci sınıf temsilci olduğunu söyledi. Bu bilgiyi aldığım zaman yüzümdeki hayal kırıklığını görünce de kalemini bırakıp “Kendisi oldukça dikkate değer bir insandır.’ diye yavaşça ekledi. Ardından sorduğum birkaç sorunun sonunda, Bay Kurtz’un şu anda ticaret merkezinin başındaki kişi olduğunu, asıl fil dişi ülkesinin en ücra kısımlarında çok mühim biri sayıldığını öğrendim. Diğerlerinin gönderdiğinin toplamı kadar fil dişini tek başına gönderiyormuş. Sonra tekrar yazmaya başladı. Hasta adam inleyemeyecek kadar çok hastaydı. Sinekler huzur içinde vızıldıyordu artık.”

“Aniden bir mırıldanma ve gürültülü ayak sesleri duyduk. Bir kafile gelmişti. Ahşap duvarın arkasından gelen kaba saba şamata sesleri peydah olmuştu. Nakliyeciler kendi aralarında konuşuyordu, bu gürültünün ortasında başgörevlinin içler acısı, ağlamaklı sesi ‘artık pes ettiğini’ söyledi, o gün yirminci defa. Yavaşça kalktı, ‘Ne korkunç bir hırgür bu.’ Hasta adama bakmak için odanın diğer tarafına geçti ve ‘Duymuyor.’ dedi. Korktum, ‘Ne? Ölmüş mü?’ diye sordum. Büyük bir soğukkanlılıkla ‘Hayır, henüz değil.’ diye yanıt verdi. Başıyla avludaki şamatayı işaret ederek, ‘İnsan doğru bir şekilde kayıt tutmak istediği zaman, bu barbarlardan nefret ediyor. Hem de ölümüne.’ dedi ve bir anlığına derin düşüncelere daldı. ‘Bay Kurtz’u gördüğün zaman, ona buradaki her şeyin gayet makbul durumda olduğunu söyle. Ben ona yazmayı sevmiyorum, bizdeki kuryeler yüzünden merkez şubede mektubun kimin eline geçeceğini asla bilemezsin.’ O mazlum ve şişik gözleriyle bir süre bana baktı ve tekrar söze girdi. ‘Uzağa, çok uzağa gidecek. Çok geçmeden yönetim kurulu için önemli birine dönüşecek. Onlar, yukarıdakiler yani Avrupa’daki konsey, böyle olmasını istiyor.’ İşine döndü. Dışarıdaki gürültü azalmıştı, dışarı çıkarken bir süre kapıda durdum. Sinek vızıltıları eşliğinde memleketine dönecek olan temsilci kırmızı suratıyla yarı baygın olarak uzanıyordu; diğeriyse defterlerine gömülmüş, doğru kayıtlar tutup muazzam ölçüde doğru işlemler yapıyordu. Kapının önünden beş metre yukarıda, ölümcül şehrin üzerindeki sessiz ağaçların tepelerini görebiliyordum.”

“Sonraki gün en sonunda şubeden ayrılma zamanım gelmişti. Altmış adamlık bir kervanla, iki yüz millik bir yolculuğa çıkacaktım. Size hepsini anlatmamın manası yok. Yollar… Yollar her yerde, bomboş bir yerin her tarafına yayılmış bir dizi çiğnenmiş patika, uzun yanık otlar, üzerinden, çalılıklar arasından, serin vadilerden, sıcaktan cayır cayır yanan kayalıklı tepelerden aşağı yukarı yollar. Üstüne yalnızlık, kimsesizlik, barakasızlık…

Buranın nüfusu çok uzun zaman önce çekip gitmiş. Hoş, envai çeşit tehlikeli silahı olan bir yığın esrarengiz adam Deal ve Gravesend arasındaki yollarda olduğu ve köylüleri yakalayıp ağır yüklerini onlara taşıttığı sürece, buralardaki tüm çiftlikler, yazlıklar çok yakında bomboş kalır sanıyorum. Fakat buralarda hiç konut da kalmamıştı. Yine de birkaç tane terk edilmiş köyden geçtim. Çim duvarların kalıntılarının, acınası biçimde çocuksu bir tarafı vardı.

Her gün, her biri otuz kilo taşıyan altmış çift çıplak ayağın sesi ve tepinmeleri vardı arkada. Çadır kur, yemek yap, uyu, çadırı kaldır, yola koyul. Ara sıra karşımıza üzerinde üniformasıyla yığılıp kalmış, yol kenarındaki otların üstünde, boş matarası ve uzun sopası yanında yatan bir kurye çıkıverirdi. Ortalıkta büyük bir sessizlik olurdu.”

“Sessiz gecelerde uzaktan bir davul sesi gelirdi; alçalıp yükselen, bazen muazzam bazen tuhaf, dokunaklı, davetkâr ve hoyratça bir ses. Belki de Hristiyan ülkedeki çan sesleriyle aynı derinlikteki anlamıyla. Önü iliklenmemiş üniformasıyla beyaz bir adamla karşılaştık, yanında silahlı ve yapılı Zanzibarlı korumalarıyla yol üzerinde kamp yapıyordu; misafirperver ve cömertti, elbette sarhoştu da. Yolların bakımını teftiş ettiğini söyledi bana. Ne bir yol gördüm ne de bakımını. Eğer üç mil ötede rastladığım orta yaşlı, başında kurşun deliği olan siyahi bir adam cesedi, kalıcı bir düzeltme olarak sayılmazsa elbette.

Beyaz bir yol arkadaşım vardı. İyi bir adamdı ama biraz şişman-caydı ve gölgeden ya da bir damla sudan kilometrelerce uzaktaki sıcak tepelerde bayılıvermek gibi çileden çıkartan bir alışkanlığı vardı. Adam kendine gelene kadar kendi ceketini şemsiye gibi onun kafasına germek sinir bozucuydu, anlatabildim mi? Bir defa dayanamayıp en başından buralara gelmekteki amacını sordum. ‘Para kazanmak için elbette, sen ne sandın?’ dedi küçümseyerek. Sonra ateşi çıktı, onu direkte sallanan hamağa taşımamız gerekti. Adam yüz kilodan fazla olduğundan nakliyecilerle devamlı münakaşa etmek zorunda kaldım. Taşımak istemiyor, kaçıyor, geceleri yükleriyle tüyüyorlardı. Tam bir isyan çıktı anlayacağınız. Neyse, İngilizce konuşarak nutuk çektim, el kol hareketlerimin hiçbiri beni izleyen altmış çift gözden kaçmadı ve ertesi sabaha hamağı adamla beraber dışarı taşımakla başladım. Bir saat sonra tüm meseleyi çalılara doğru devrilmiş olarak buldum. Adam, hamak, inlemeler, battaniyeler ve dehşet… O ağır hamak direği, adamın zavallı burnunun derisini kaldırmıştı. Adam birini bulup öldüreyim istedi ama ortalıkta nakliyecilerden eser yoktu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

На страницу:
2 из 3